İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı yine de hayat yaşamaya değer miydi? Savaş ve Barış ile Anna Karenina gibi klasiklerin önde gelen yazarı olan zengin Rus Kont Leo Tolstoy (1828-1910) için bu sadece teorik bir soru değildi, bir ölüm kalım meselesiydi: “Neden yaşamalıyım? … Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?” sorusunu kendine sordu. Otobiyografisi olan İtiraflarım (1882)’da, anlam sorusuna tatmin edici bir yanıt bulamadığı sürece “yapabileceğim en iyi şey, kendimi asmaktır” diye yazmıştır. “Hayatın anlamı nedir?” sorusunu, bir insanı bu soruya tatmin edici bir yanıt verememesinden dolayı intiharın eşiğine sürükleyebilecek kadar güçlü bir soru yapan nedir?
Bu sorunun geçmişini araştırmaya başladığımda, ilk sürpriz aslında onun ne kadar yeni olduğuydu. Bunu genellikle insanlığın başlangıcından bu yana sorulan ezeli bir soru olarak düşünürüz ancak aslında “hayatın anlamı” ifadesinin İngilizcedeki ilk kayıt altına alınmış kullanımı, 1834 gibi yakın bir tarihte Thomas Carlyle’ın son derece etkili romanı Sartor Resartus’’tadır: “Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.”
Carlyle’ın kahramanı bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: “Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?” Tanrı olmadan evren soğur ve sessizleşir: “Bana göre evren; Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.” Her türlü aşkın değerden yoksun mekanik bir evrende, artık hiçbir şeyin önemi yok gibi görünüyordu.
Tolstoy için varoluşsal bunalım evresi, sürekli olarak “Neden?” sorusu tarafından eziyet edilmesiyle belirgindi. Mal, mülküyle meşgul olmaya başlamıştı. Ama neden? Çünkü o zaman, ekinleri daha çok mahsul verecekti. Ama neden bu umrunda olsun ki? Ne yaparsa yapsın, ne başarırsa başarsın er ya da geç hepsi unutulacaktı. Er ya da geç, kendisi ve sevdiği herkes ölecek ve kaleme aldığı gibi “geriye pis koku ve solucanlardan başka bir şey kalmayacaktı.” Her şey yok olup gittiğine ve sonunda tamamen unutulduğuna göre mücadele etmenin ne anlamı vardı ki?
Kaybolup Giderken Anlamı Kavramak
On dokuzuncu yüzyılda, anlam sorununu kendi ifadesine layık olacak kadar belirgin kılan bir şeyler havada asılı kalmış gibi görünüyordu. Friedrich Schlegel ve Novalis’in on dokuzuncu yüzyılın başında der Sinn des Lebens [hayatın anlamı] ifadesini kullanmasıyla Alman Romantikleri bu konuda ilk hamlede bulunmuş gibi görünüyordu. Onlar sadece Carlyle üzerinde değil, aynı zamanda Søren Kierkegaard ve Arthur Schopenhauer –ve Schopenhauer aracılığıyla Friedrich Nietzsche– üzerinde de önemli bir etkiye sahiptiler ve hepsi de bu ezoterik ifadenin bugün varoluşsal sorular için kullanılan olağan bir ifadeye dönüşmesinde kilit rol oynuyorlardı.
On dokuzuncu yüzyıl, Batı toplumlarında Sanayi Devrimi ile başlayan birçok değişikliğe tanıklık etmiştir. Ancak bana göre Carlyle, Tolstoy ve diğerlerinin varoluşsal bunalımlarının arkasındaki kilit güç, bilim tarafından cesaretlendirilen ateistik dünya görüşünün ortaya çıkmasıydı. Carlyle’ın kendisinin “Ateistik Yüzyıl” dediği dönemde yaşayan yazar, ailesinin sahip olduğu katı Kalvinist inançla bağını kopartmıştı. “Bilim Ateşi”nin artık “Doğada ya da Sanatta aydınlatmamış en küçük bir kuytu ya da en ufak bir delik kalmayacak” (Sartor Resartus) kadar şiddetle yanmasından yakınıyordu.
Benzer şekilde Tolstoy’a gelince, günlüğüne “dünyadaki yaşamın verebilecek hiçbir şeyi yok” diye yazmasından sadece birkaç ay önce ansızın varoluşsal bunalım tarafından altüst edildiği sıralarda hem Tolstoy’un fizik hakkında okumalar yapması hem de yerçekimi ve ısı gibi kavramlar ile bir “hava sütununun nasıl basınç uyguladığı” üzerine kafa yorması tesadüfi değil gibi görünüyor. Doğanın katı kuralları hakkında kavrayışı arttıkça aşkın olana inancını daha da kaybetmişti. “Bütün bilimlerde aradım” ancak “istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum” diye belirtiyordu. Doğanın mekanik kuralları tarafından yönetilen bir dünyada artık amaca yer yoktu.
Carlyle ve Tolstoy’un ölümünden bir asırdan fazla bir süre sonra ateistik dünya görüşü dünyayı görme biçimimize daha da büyük ölçüde nüfuz etmiştir. Peki onların umutsuzca aradıkları anlam sorusunun cevabına biz hâkim miyiz?
Korkarım ki bunu bilmiyoruz. Aslında araştırmalar, anlam bulmakta zorlananların tam da biz varlıklı ve gelişmiş ülke vatandaşları olduğunu gösteriyor. 2013 yılında iki profesör Shigehiro Oishi ve Ed Diener, Psychological Science dergisi için Gallup tarafından yürütülen ve dünya çapında 132 ülkeden 142.000 katılımcıyı kapsayan özgün bir anketin analizini yaptılar. Bu, refah ve mutluluk üzerine şimdiye kadar yapılmış en geniş kapsamlı anketlerden biridir. İlk bulguları sürpriz olmadı: Daha zengin ülkelerdeki insanlar, genellikle hayatlarından daha memnundular. Ne var ki zenginlik ile yaşamda algılanan anlam arasındaki ilişkiyi araştıran Oishi ve Diener, tam tersi bir model bulmuşlardır: daha zengin ülkelerdeki insanlar, yaşamlarının önemli bir amaç veya anlamdan yoksun olduğunu söylemeye daha meyilliydi. Doğrusu Fransa, Japonya veya Birleşik Krallık gibi zengin ülkeler, hayatlarının önemli bir amacı olduğunu söyleyen kişilerin en az olduğu ülkeler arasında yer alırken Togo, Senegal ve Sierra Leone gibi yoksul ülkeler anlamlılık konusunda listenin başında yer almıştır. Anlamlandırma eksikliği, çeşitli araştırmalarda intihar düşüncelerinin artmasıyla ilişkilendirilmiştir. Oishi ve Diener, algılanan anlam eksikliğine yol açan dini inanç eksikliğinin, zengin ülkelerde ortalamanın üstünde intihar görülmesinin nedeni konusunda temel bir açıklama olduğunda karar kılmıştı. Bu durum, anlamla ilgili o sorunun yanıtlanmasını, daha da acil çözülmesi gereken bir mesele hâline getirmektedir: laikleşmiş bi̇r toplumda hayatın anlamı nasıl bulunabi̇li̇r?
Anlamın İki Unsuru
Neyse ki anlam konusuyla ilgili hem felsefi hem de psikolojik araştırmalar son yıllarda çoğaldı ve bir cevap ortaya çıkmaya başladı.
Öncelikle iki konuyu birbirinden ayırmamız gerekiyor: hayatın anlamı ve hayattaki anlam. Bunlardan ilki, “Evren neden var?” ya da “İnsanlığın bir amacı var mı?” gibi sorulara yansıyan, genel ya da bir bütün olarak yaşamla ilgilidir. Bu tür sorular bilimsel natüralizmin bir sonucu olarak cevabını yitirmiştir. Seküler bir evrende, doğal kurallar tarafından yönetilen Tanrısız bir evrende, anlam için herhangi bir yer yoktur.
Ancak bunun yerine hayattaki anlamı kendime sorduğum zaman, hayatımı benim için anlamlı kılan şeyin ne olduğunu soruyorum. Hayatıma yön verecek amacı nerede bulabilirim? Bu soru, evrensel değerle ilgili değil, kişisel olarak değerli bulduğum şeyleri ve hedefleri belirlemekle ilgilidir. Başka bir deyişle bana hayatımın yaşamaya değer olduğunu hissettiren şey nedir?
Bu soruya herkes farklı cevap verir. Bir kişi için anlamlı olan insanlar ve mekanlarken bir başkası için bu hiçbir şey ifade etmeyebilir. Yazları çocukluğumu geçirdiğim yerlere yakın bir ormandaki bazı kısımlar benim için neredeyse kutsaldır. Başka birisi için bu yerler sadece ağaçlardan, yosunlardan ve taşlardan ibarettir. Yine de insanın psikolojik yapısı ve insan motivasyonunun unsurları hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladıkça hemen hemen herkes için anlamlılığı arttırma eğiliminde olan iki genel unsur tespit edilmiştir.
İlk olarak, kişi kendinden daha büyük bir şeye katkıda bulunabildiğinde, bunun son derece anlamlı olduğu hissedilir. O halde kişinin hayatı yalnızca kendisi için değerli olmakla kalmaz, aynı zamanda daha büyük bir şeyle bağlantılıdır. Nelson Mandela, Martin Luther King, Abraham Lincoln veya Mahatma Gandhi’yi düşünün. Onları bir araya getiren şey, kişisel hayatlarından çok daha büyük bir amaç uğruna savaşmış olmalarıdır.
Psikolojik araştırmalar bu görüşü desteklemektedir. Örneğin, kendi araştırmamda insanlara iki koşulda basit bir bilgisayar oyunu oynattırdım. Bir grup sadece oyunu oynarken diğer gruba ise oyunu oynayarak Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı için para topladıklarını söyledim. Beklenildiği üzere ikinci grup oyunu daha anlamlı bulmuştur. Katkının, işineyin anlamlı kıldığını açıklamada da kilit bir rol oynadığı gösterilmiştir. “Şu anki işimden keyif alıyorum ama daha anlamlı bir şeyler yapmak istiyorum” dediğimizde, genellikle işimizle daha olumlu bir etki elde etmek için can atıyoruz.
Dolayısıyla hayattaki anlam, önemli ölçüde kendinizi diğer insanlar için anlamlı kılmakla ilgilidir. Ancak burada katkıdan çok anlam var gibi görünüyor.
Anlam üzerine son elli yılda yazılmış en etkili makalelerden biri olan The Meaning of Life (1970)’da filozof Richard Taylor, kişinin ilgi duyduğu şeyleri yapabilmesiyle ilgili “tuhaf bir anlamlılık”tan ve böylece “tam da yapmak için buraya koyduğumuz şeyi yapmaya yönelik içsel dürtüyü” tatmin etmekten bahseder.
Karmaşık cerrahi kalp ameliyatları yapan ve buna bağlı olarak her gün insanların hayatını kurtaran bir kardiyolog olduğunuzu düşünün. Kulağa son derece anlamlı bir iş gibi geliyor, değil mi? Durun bakalım. Psikolog William Damon, sabahları yataktan kalkamayacak kadar mutsuz olan bir kardiyologla nasıl tanıştığını anlatıyor. Cerrahlığın kendisine göre olmadığını, bunu sadece başkalarını memnun etmek için yaptığını hissediyordu. Ailesini mutlu etmek yerine kendisini mutlu edebilecek bir iş bulması gerekiyordu.
Mesele şu ki anlamlılık sadece diğer insanlarla bağlantı kurmakla ilgili değildir. Bu, aynı zamanda kişinin kendisiyle bağlantı kurmasıyla da ilgilidir. Kişi kendi değerlerini takip edebildiğini, kendi ilgi alanlarının peşinden gidebildiğini ve aslında kim olduğunu ifade edebildiğini hissetmelidir. Anlamlı bir yaşam, dış beklentilere uymak yerine kalbinizin sesini dinlemenizi gerektirir.
Psikolojik araştırmalar da bu görüşü desteklemektedir. Örneğin, Profesör Rebecca Schlegel ve meslektaşları tarafından yapılan araştırma, anlamlılığın önemli bir noktasının özgün bir şekilde kendini ifade etme olduğunu ispat etmiştir. Araştırmacılar, insanlardan “hakiki kendilik”leri hakkında bir şeyler yazmalarını istediğinde, bu hikâyelerin uzunluğu (insanların özgün kendilikleriyle ne kadar temas halinde olduklarının bir göstergesi olarak iş yapar) bu insanların hayatlarını ne kadar anlamlı bulduklarını zaten önceden belirlemiştir. Aynı durum ise insanlardan “olağan kendilikleri” veya başkalarının yanında nasıl davrandıkları hakkında yazmaları istendiğinde geçerli değildi. Yani sosyal kendilikleri anlam ile yakından ilişkili değildi.
Hayatınızı Nasıl Anlamlı Hâle Getirirsiniz?
Dolayısıyla anlamlılığı deneyimlemenin en sağlıklı yolu, kendinizi ifade etmek ve diğer insanların mutluluğuna katkıda bulunmak gibi görünüyor. Başarıya, hatta mutluluğa takılıp kalmamalıyız. Bu uğraşların her ikisi de boşlukta hissetmenize meyillidir. Bunun yerine önce hangi faaliyetlerde ve rollerde özgün olabileceğinizi ardından da bu kendini ifade etme faaliyetinin veya rolünün başkalarına katkıda bulunmak için nasıl kullanılabileceğini düşünün. İşte bu, anlamlı bir varoluşun formülüdür. Bunun için kendi özel formülünüzü bulduktan sonra varoluşsal açıdan daha sağlıklı olan bu arayışın bir yan sonucu olarak başarının veya mutluluğun gerçekleşmesine izin verebilirsiniz.
Elbette bu iki unsurun nasıl karşılanacağı bireyin ilgi alanlarına, değerlerine, becerilerine ve hayattaki yerine bağlıdır. Bir kişi, topluluk önünde konuşma yeteneğini (kendini ifade etme) kalbine yakın bir amaç uğruna mücadele etmek (katkı) için kullanabilir. Bir diğeri gitar çalarken (kendini ifade etme) dinleyicilerine verdiği keyiften (katkı) haz alıyor olabilir. Bir hastanedeki temizlik görevlisi, hasta güvenliği için çok önemli olan hijyen seviyelerini korumanın (katkı) olası sonuçlarından keyif alabilir (kendini ifade etme). Ve birçokları için ebeveynlik hem kendini ifade etme hem de katkıda bulunma yoludur. Aynı şey birçok uğraş ve özellikle de gönüllü yapılan işler için de geçerlidir. Dolayısıyla herkes, kendisine ve yaşam koşullarına en uygun olan kendini ifade etme ve katkıda bulunma yolunu bulmalıdır. Leo Tolstoy bile… Tolstoy, varoluşsal bunalımının ortasında, kendisini bu dünyaya bağlayan son “iki damla güzel olan şeyin” “ailesine ve yazılarına olan sevgisi” olduğunu hissediyordu. Başka bir deyişle onun hissettiği tamamen katkıda bulunma ve kendini ifade etmedir.
©® Düşünbil (2023)
Yazar: Frank Martella
Çeviren: Beyza Şen
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: philosophynow.org