Kişisel zevklerimiz ve kolektif yaşamlarımız arasında yeni bir denge kurmamız gerekiyor
Koronavirüs yayılmaya devam ederken, aramızdan birinin karantinaya grime olasılığı da büyük ölçüde artmaktadır. Böylesine bir kısıtlama başıma gelse delirirdim eminim. Günlük hayattan uzak iki hafta! Buna rağmen özgürlüğümün diğer insanların sağlığına bir tehdit oluşturacağının farkında olduğumdan kısıtlamayı ben de makul bulurdum.
Şimdi, bu fedakârlığı büyütelim: Kanunlar gereği karbon ayak izinizi azaltmak için termostatınızı yazın 75’e (1) çıkarmanız, kışın ise 66’ya (2) indirmeniz gerektiğini düşünün. Temelde bir değişiklik yok: Dilediğiniz gibi bir yaşam sürmek için sahip olduğunuz özgürlük, kamunun refahını tehlikeye atmaktadır. Ben şahsen öfkelenirdim çünkü yaz sıcağına asla dayanamam. Belki siz benim gibi değilsinizdir. Ama ya birisi size diyetinizdeki çoğu ya da bütün kırmızı etleri çıkarmanız gerektiğini söyleseydi? Ya da Greta Thunberg, Sanders’ı uçak seyahatlerinin kısıtlanması konusunda ikna etseydi? İklim değişikliği ve salgın hastalıklar gibi kötü şeylerin küreselleşmesinin, bir noktada liberal toplumu tehdit ettiğini düşünmeye başlayacaksınız.
Haklısınız da. Klasik liberalizmin özünde John Stuart Mill’in ilkesi yatmaktadır. Bu ilkeye göre her birey, başkalarını ilgilendiren konularda onları rahatsız etmediği sürece dilediği gibi konuşmakta ve hareket etmekte özgürdür. Yalnızca kendini ilgilendiren yönelimleri ve kararları doğrultusunda hareket etmelidir. Örneğin, Mill’in belirttiğine göre aşırı alkol tüketimi hoş karşılanmamalıdır fakat bir yasak haline gelmemelidir; çünkü sadece bireyi ilgilendiren bir davranıştır. Fakat bu noktada bir hata var: Mill başkalarını etkileyen ve etkilemeyen davranış arasına yüzeysel bir sınır çekmesinden ötürü kendi döneminde bile eleştirilmiştir. Bugün insanlık bağları Viktorya Dönemi İngiltere’sinde olduğundan katbekat güçlüdür ve geçmişle kıyaslanamaz. Eğer o zamanda günümüzdeki gibi herkesin alkolizm tedavisi için para ödemesini gerektiren bir sistem olsaydı, Mill nasıl bir yorumda bulunurdu acaba? Peki ya pasif içiciliğin zararlarını bilseydi sigara içmek hakkında ne derdi? Doğrusunu söylemek gerekirse pasif içicilik hızla günümüzü anlatan bir metafor haline gelmektedir.
Birkaç hafta önce gönüllü olarak yazar eğitmenliği yaptığım Manhattan lisesine gidince bu soru üzerinde kafa yormaya başladım. Vejetaryen veya vegan diyetine geçersek küresel ısınmayı azaltabileceğimize dair kanıtlar sunan ve bunun hakkında bir makale de yazmış olan genç bir kadınla çalışıyordum. Bu genç kadın hayvancılık sektörünün inekler ve gübrelerin yaydığı metan ve azot oksit gazı yüzünden, ulaşım sektörünün tamamının (uçak seyahatleri de dahil) yaklaşık yedide biri kadar karbondioksit gazı ürettiğini saptamıştı (Aslında hayvancılık sektöründeki rakamlara, diğer sektörler arasında, ulaşım ve süt ürünlerinin sebep olduğu emisyonlar da dahil ve bu da ulaşım sektörüne girer).
İnsan iradesinin zayıflığını da göz önüne alarak, kendisininki de dâhil olmak üzere, bir öğrenci “2/3’lük vegan diyeti” geliştirdi. Bu diyette günde bir kez et ve süt ürünleri tüketebilirsiniz. Ben de ona hangi öğünde yediklerinin tadını doyasıya çıkartmak isteyeceğini sordum.
“Kahvaltı.”
“Sahiden mi? Peki öğle ve akşam yemeği?”
“Sanırım öğle ve akşam yemeğinde salata yerim.”
“Ben de bu diyeti sürdürecek irade yok.” Şaka da yapmıyorum. Kümes ve çiftlik hayvanlarının yetiştirilmesi hakkında korkunç hikâyeler okuduktan ve hayvan bazlı protein diyetinin bile gezegen için zararlı olduğu öğrendikten sonra bile et yemeyi bırakmadım. Fakat belki de bırakmalıyım; belki de gerçekten buna mecburum.
Acaba çok mu abartıyorum? Muhtemelen. Green New Deal (3) (Yeşil Anlaşma) gibi bir takım kanun önerilerini kabul etmemek ve karbon fiyatlarını artırmak, işletmeleri 2050’ye kadar yenilenebilir enerjiye hızlı geçiş yapmaya mecbur bıraktığı için bizim gibi son tüketiciler yerine kamu kuruluşlarının ve sanayinin işini zorlaştırmaktadır. Geçenlerde kabul edilen Hollanda iklim değişikliği yasası on yıl içerisinde, açık deniz rüzgâr üretimini artırarak, elektrikli arabalara yönelmeyi ve elektrik şebekelerinde teknik düzenlemeler yaparak emisyonları %50 oranında azaltmayı vadediyor. Fakat ciddi anlamda kişisel tutumlarda bir değişiklik olmadığı sürece evrenin yenilenmesi pek de mümkün gözükmüyor. Hollanda yasası domuz üretimini sınırlı tutmaya çalışırken jambonları hedef alan Green New Deal da genellikle hayvancılık sektöründeki metan gazı yayılımını azaltan “sürdürülebilir çiftçiliği” zorunlu kılmaktadır.
Senaryoma bir diğer itiraz da kesinlikle şu olurdu: ne olmuş yani? Anayasanın ilk maddesi biftek yeme hakkınızı korumuyor, İnsan Hakları Beyannamesinde karantinayı yasaklayan hiçbir madde bulunmuyor. Bu kısıtlamalar sonucu meydana gelen herhangi bir sıkıntı, katı bir şekilde özgürlük ihlali olarak değerlendirilmelidir. Aslında bu tam anlamıyla doğru da değildir. Konuşma özgürlüğünü veya vicdanı birçoğumuz önemsemiyoruz. Belediye başkanı Michel Bloomberg büyük boy meşrubat satışlarını yasaklamaya çalıştığında insanların o kadar sinirlenmesinin arkasında bir sebep vardı; gerçekten önemsedikleri bir hakkı savunuyorlardı.
Bir diğer önemli 19.yüzyıl liberali Benjamin Constant meseleyi açıkça ortaya koymuştu. Constant gençliğinde Fransız Devrimi’ne ve ardından Korku Krallığı’na (4) tanıklık etti. İsviçre’nin güvenli ortamında büyüyen Constant en tehlikeli insanların, insanlara nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen fanatikler olduğuna kanaat getirdi. 20.yüzyıla geldiğimizde böyle insanlara totaliter demeye başladık. Günümüzde büyük ölçüde unutulan 1819’daki muhteşem bir konuşmasında Constant; Yunanistan ve Roma demokratları hakkında, çağının devrimcileri gibi, “bu kolektif özgürlükle uyumlu olarak bireyin toplumun otoritesine tam olarak boyun eğdiğini belirtti.” Buna karşın Constant şunları da söyledi: “Modern insanın amacı, kişisel zevklerin verdiği güvenceden faydalanmaktır ve ona göre özgürlük, kurumların bu zevklere verdiği güvencedir.”
Constant’ın aklında, halkı açlıktan ölürken Marie Antoinette’in çoban hayatı yaşaması yoktu. (5) Tüm Avrupa’ya cumhuriyetçiliği yayan Napolyon’un ordusuna sürüklenmek yerine bir dükkân açıp kendine bir yuva kurma hakkına inanıyordu. Biz çağdaşlar kişisel zevklerin güvenliğini temin etmek için bazı kurumlar kuruyor ve yazılı olmayan kurallar koyuyoruz. Buna aslında liberal bireycilik denir. Fakat bazı tercihlerin başkalarının sağlığını veya hayatını tehlikeye attığına şahit olduğumuz zaman ne yapıyoruz? Toplumun bizden neyi talep etme hakkına sahip olduğu ile kendimize ne kadarını saklayabileceğimiz arasında yeni bir denge kurmamız gerekecek.
Ama biz bunu zaten daha önce yaptık. Başkan Franklin D. Roosevelt’in yıkılmış bir ekonomiyi toparlamak için piyasanın aşırılıklarını dizginlemesi buna bariz bir örnektir. Roosevelt bu yüzden iş çevrelerinin büyük bir kısmının gazabına uğramıştır. Franklin D. Roosevelt’in kendini tanımlamak için kullandığı kelime “liberal”dir, fakat o bile daha büyüklerini elde edebilmek için bazı özgürlükleri kısıtlama taraftarıydı. Bir liberal, bir zamanlar belirttiği gibi, sıradan bir vatandaşın “kendi ekonomik ve siyasi hayatını, özgürlüğünü ve mutluluk arayış hakkını” temin etmek için hükümeti kullanmaya hazırdı.
Özetleyecek olursak, liberal toplumlar her zaman pasif içicilikle ilgili sorunlara göğüs gerdiler fakat bir zamanlar istisnai olan şey şimdi sık sık karşımıza çıkar hale geldi. F.D. Roosevelt’in de ön gördüğü gibi bir insanın yiyeceği diğerinin zehri oluyor. Başkan, Büyük Buhran döneminin zor zamanlarında geniş çaplı bir değişim başlatmak için gerekli olan kolektif amaç duygusunu bir araya getirebildi. Elbette kendi krizimiz böyle bir fedakârlık çağrısı için hala çok uzakta görünüyor. Biz işleri daha da kötüleştirmek için, kolektif bir amaç ruhunu beslemeye değil, kendinde istediği her şeyi yapma hakkını gören hovarda bir başkan seçtik. Doğrusunu söylemek gerekirse Donald Trump, özel zevklere olan kararlı bağlılığı dışında her bakımdan cahildir.
Miami sular altında kalmadan (6) yeni bir denge oturtabilir miyiz? İnanıyorum ki daha geniş bir demokratik müzakere sürecinin parçası olarak bunu başaracağız. Green New Deal Anlaşması, gayet düzgün gözüken on yıllık “açık ve kapsayıcı” bir dönemin habercisi. Ve altını çizmek isterim ki anlaşmayı kaleme alanlar, savunmasız topluluklar ve işçi kooperatifleriyle (bu kadar çok işçi kooperatifi olduğunu bilmiyordum) yapılan görüşmelere, dik kafalı et severler ve hatta enerji şirketleriyle sürdürdüğü görüşmelerden daha çok riayet ediyorlar. Bu da Frank D. Roosevelt’ten biraz ayrışmak demek.
Hollanda, birtakım can sıkıcı sosyal sorunlar üzerinde bir mutabakata varabiliyor çünkü bin yıldır hep birlikte yükselen denize karşı siper örüyorlar. Geçen yıl kabul edilen iklim anlaşmasından sonra ilgili bütün grupların temsilcileri arasında tüm sene boyunca tartışmalar devam etti. Fakat düşünüldüğü zaman, hele son yıllarda, Amerikan demokrasisi bu şekilde işlemiyor. Bütün bu ilgili grupların ellerindeki para ve nüfuzla birbirine saldırmasına müsaade ediyoruz. Yasama organı ancak iş işten geçtiğinde devreye giriyor. Oysa bütün partilere fedakârlık çağrısında bulunması gerekirdi. Muhtemelen bir noktada, işler öylesine sarpa saracak ki Ocasio-Cortez “yeterince yeşil” olan yeni anlaşmayı meclise kabul ettirmeyi başaracak. Daha sonra havalimanı güvenliğindeki kontrollerin kaosuna ve can sıkıcılığına alıştığımız gibi termostata alışacağız ve üçte iki vegan olacağız zira başka çaremiz kalmayacak.
Ya da gerekeni bizler yapacağız. Dalgalar yükseldikçe onlara hep beraber siper olacağız.
Dipnotlar:
(1) 75 Fahrenhayt yaklaşık 24 Santigrat derecedir. (ç.n)
(2) 66 Fahrenhayt yaklaşık 19 Santigrat derecedir. (ç.n)
(3) Green New Deal iklim değişikliğinin yanı sıra farklı sosyal konularda teklifler sunarak kamu politikalarında değişiklik isteyen bir anlaşmadır. (ç.n)
(4) Korku Krallığı Fransız Devrimi’nden hemen sonra toplumda yaşanan kargaşayı ve insanlık zulümlerini anlatmak için kullanılan bir tabirdir. (ç.n)
(5) Bir dönem Fransız soyluları arasında çiftlik hayatı yaşamak neredeyse bir modaya dönüşmüştü. Hatta ısmarladıkları portrelerde kendilerini çoban veya çiftlik işçisi kıyafetleriyle resmettirirlerdi. Bu moda özellikle J.J. Rousseau’nun Doğa üzerine yazılarından etkilenmiştir. (e.n.)
(6) Yetkililer seksen yıl içinde Miami’nin sular altında kalabileceğini ön görmektedir. (ç.n)
©® Düşünbil (2021)
Yazar: James Traub
Çeviren: Gizem Daver
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: nytimes.com