Paylaş

Hemen söyleyelim. Ruhsal sağlımızı koruyabilmek için, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin Hasta bir toplumda sağlıklı kalmak mümkün mü? yazımızda belirttiğimiz “hasta” iktisadi-politik-hukuksal-kültürel gerçekliğine sorgulamaksızın, körü körüne uymaya çalıştığımız sürece aklımız bizden çıkıyor. Düzenin “aklını” güçlendirerek akılsızlaşıyoruz. Fakat ego’muz toplumsal gerçekliğe karşı bizi korumak için savunma mekanizmaları dediğimiz bir dizi yanılsamayla aklımızı “kaçmamış” ve yerinde gibi gösteriyor. Fakat yerinde olan; “hasta” toplumsal gerçekliği değiştirme ilgisi taşıması gereken kendi aklımız değil, toplumsal gerçekliği sürdüren düzenin aklına dönüşmüş olan aklımız. Kendi aklımız “kaçmış” durumda. Aklımız kendimizden “kaçıp” düzenin aklı olmaya başlayınca, “bir tavuk verip karşılığında birkaç yumurta aldığımız” (Marx), bizi “bir ağaç gibi tek ve hür” ve “bir orman gibi kardeşçesine” (N. Hikmet) yaşatmayan koşulları toplumsal nedenleriyle çözümleyerek kavrama ve sonuç çıkarma, sonuç çıkararak değiştirme ilgimiz de köreliyor. Her şey bize normal, olağan, hep böyle olmaya mahkûmmuş gibi görünüyor.

Kendileri gibi akıl yürütmemizi isteyen egemenler sömürü ve eşitsizlik düzenlerini değişik kanıksatma yöntemleriyle, fakat aynı mantıkla sürdürmeye çalışırlar. Toplumun ezici çoğunluğu oluşturan emeğini satarak geçinmek zorunda olanlar açısından aslında hiç değişmeyen sömürü ve eşitsizliği, türlü çeşitli önlemlerle sanki azaltıyorlarmış gibi gösterirler ve bizi inandırarak ve umutlandırarak rızamızı almaya çalışırlar. Rıza almanın değişmez biçimi, içimize sinerek bizi düzenin uyumlu bir parçası yapmaktır. Düzen; yetişme sürecimiz boyunca, annemizle, babamızla, bakıcımızla, arkadaşlarımızla, oyuncaklarımızla, giysilerimizle, okulla ve üniversiteyle bizi “sosyalleştirerek” içimize siner, kendisini içimizde gizleyerek verili yaşam koşullarına uymamız için içten içe aklımızı manipüle eder. Karşı çıkmamamız için kültürel ve ahlaki değer ve normlarıyla düşünme biçimlerimizi ve davranışlarımızı biçimlendirmeye çalışır. Sömürü ve eşitsizlikleri “normal” veya bir sürü “zorunluluklar” nedeniyle hiç değiştirilemez bir gerçeklik gibi gösteren düzenin aklı, giderek bizim aklımız olur. Başka bir hayat olamazmış gibi “hayat böyle” deriz.  “İlahi” savaşlarda ve “işin fıtratında olduğu için” iş “kazalarında” ölürüz, cinselliğimizi toplumsal aracılara teslim ederiz, “iş yok” diyerek işsizlikle açlığa razı oluruz; karşı çıkmak, boyun eğmemek “kışkırtıcılık” ve “düşmanlık” olarak benimsetilir; dayanışma, düzenin koruduğu ve kolladığı topluluklara sığınmaya dönüşür. Tüm mutluluk kılığındaki mutsuzluklarımızı, dinleyen varsa, önümüze gelene anlatabilir, sabah-akşam ağlayabiliriz. Freud “çenemizin düşmesine” ve “sulu gözlü” olmamıza ego’muzun birinci grup savunma mekanizmaları olarak psikolojik onarım mekanizmaları diyor. Onarım mekanizmaları sayesinde “kaçmış” olan aklımız için ağlayıp-sızlayarak bir parça rahatlayabiliriz, ama aklımız kaçtığı yerde durur.

İkinci grup savunma mekanizmaları ise, içinde yaşadığımız koşulları çözümlemeksizin, canımızı sıkan bir durumu yadsımaya çalışma ya da davranışımızı haklı gösterecek bir neden bulma gibi, bizi psikolojik zedelenmeye ya da kendilik değerimizi yitirmeye karşı koruyan ego savunma mekanizmalarıdır. Bu mekanizmalar verili toplumsal gerçeklik içinde organizmanın ruhsal bütünlüğünü ve dengesini korumayı amaçlar, dolayısıyla “kaçmış” aklımızı bize kendimizdeymiş gibi gösterir. Bunlardan bazıları; neden bulma (rasyonalizasyon), yadsıma, bastırma, yansıtma, ödünleme (kompenzasyon), yön değiştirme, yüceltme (süblimleştirme), özdeşleşme ve karşı tepki oluşturmadır. Örneğin, yansıtma mekanizmasıyla, aslında toplumsal düzenin yarattığı koşullardan kaynaklanan eksikliklerimizin veya başarısızlıklarımızın sorumluluğunu ya da suçluluk duygusu uyandıracak nitelikteki dürtülerimizi ve düşüncelerimizi, edimlerimizin nedenlerini toplumsal düzene değil, aynı düzenden muzdarip başkalarına yükleyerek aklımızı kendimizde tuttuğumuzu ve kaçırmadığımızı sanarız. Yaşadığımız mağduriyetlerin sonucu olan öfkemizi yaşadıklarımızla ilişkisiz bir kişiyi hırpalayarak boşaltırız, “hak etti” diyerek kendimizi haklı çıkarırız. Bazen bizi isyan ettiren “hayat böyle” gerekçelendirmesi de bir tür yansıtma mekanizmasıdır. Yön değiştirmede, yönetiminde güçlük çektiğimiz bir duyguyu, ait olduğu nesne ya da durumla hiç ilgisi olmayan başka bir nesne ya da duruma yönelterek rahatlarız ve aklımızı korurken başkalarının aklını bozarız. Onlar da kendi akıllarını korumak için başkalarının aklını bozarlar. Örneğin işyerinde patrona kızdığımız ve bağıramadığımız için evde sudan sebeplerle eşimize ve çocuğumuza bağırarak rahatlarız. Çocuğumuz küçük kardeşini hırpalayarak, küçük kardeş de bebeğini duvara fırlatarak rahatlar. Böylece herkesin aklı yerine oturur.

Freud, yapısal kişilik kuramında “kaçmış” aklımızı yerinde görmemizi sağlayan savunma mekanizmalarımızı, cinsel ve diğer haz dürtülerimizin kaynağı bilinçdışı “toplumsuz” id’le, toplumun egemen kültürel değer ve normlarıyla içimize sindiği süperego arasındaki çelişkileri çözerek toplumsal gerçekliğe uyumumuzu sağlayan ego işlevleri olarak kuramsallaştırmıştı (1). Ego “sağlıklı” kaldığı sürece “aklımızı peynir ekmekle yemiyor”, “düşüncesizce” ve “akılsızca” davranmıyor,  “kişilik bozuklukları” yaşamıyorduk.  Aslında “böyle bir toplumsal gerçeklik ve normallikte sağlıklı olunamaz”ın protestosu olan nevroz ve psikozlarımızı, sağlıklı olunabilecek başka bir gerçekliği anlamanın ipuçları olarak görmek yerine, “psikanaliz endüstrisi” sayesinde giderek ego’nun yalnızca “tamir” edilmesi gereken “işlev bozuklulukları” olarak görmeye başladık. Fakat koşul-anlam çözümlemesiyle mevcut gerçekliğe karşı başka bir gerçekliğin olabilirliğini tanımamızı ve nasıl aklımızı “kaçırdığımızın” farkına vardırarak aklımızı kendimizde tutmamızı sağlayan da yine ego’muz. Bu açıdan yetiştirilme tarzımız ve ego’muzun id’den ve süperego’muzun ego’muzdan gelişmeye başladığı süreçlerde eğitimle ve yaşam deneyimlerimizle olanaklı başka bir gerçekliğe ilişkin bilgiler edinmemiz ve bu bilgileri içinde yaşadığımız koşullara göre çözümleyerek toplumsal gerçekliği değiştirici eylem ilgisi ve yeteneği kazanmamız önemli. Fakat egemen düzen, hazlarımızla oynadığı gibi, bilmemiz gerekenlerle de oynuyor; eğitim müfredatlarını, bilgi üretimini, bilginin kitle iletişim araçlarıyla dağıtımını ve sonuçta öğrenme süreçlerimizin kapsamını ve koşullarını, bizi akılsızlaştırırken akıllı sandırmak için, kendine göre düzenliyor. Ana akım psikoloji, verili toplumsal gerçekliğe tamamen uyum sağlayarak hastalanmamayı “normallik” olarak görüyor ve biz “normalliğimizle” zaten “akılsızlaşmışken”, aklımızı yerinde tutmamamızı sağlayan bir “bağışıklık sistemi”mimizin olduğunu söylüyor.

Freud’dan sonra M. Klein, H.S. Sullivan ve O. Kernberg gibi psikologlar klinik çalışmalarla ego’nun öfke, yas, bağımlılık gibi “aklımızı kaçırmamıza” neden olabilecek birçok duyguyla baş edebilmek ve diğer insanlarla ilişkilerimizi ve bu ilişkilerle ilgili duygularımızı düzenlemek için de geliştirildiğini öne sürdüler. Bilişsel psikoloji ise 90’lı yılların sonundan bu yana savunma mekanizmalarımız sayesinde kurduğumuz “yaratıcı yanılsamalarımızın”; hayal ve fantezilerimizin, yaşadığımız gerçekliği belirli biçimlerde çarpıtmamızın, inkâr etmemizin veya bastırmamızın ruhsal dünyamızın önemli başarıları olduğunu öne sürdüler. Amerikalı psikoterapist G. E. Vaillant (1934-), baş edemediğimiz dış gerçekliği inkâr etmemizi veya bize uygun bir şekilde değiştirmemizi, ulaşamayacağımız hayallerimiz için kendimize sağladığımız “yanılsamacı bir imtiyaz” olarak tanımladı. Vaillant’a göre ego’nun yetişkinlik döneminde olgunlaşarak “bilgeleşmesi” savunma mekanizmalarını da olgunlaştırmaktadır. Olgunlaşmış savunma mekanizmaları; özgecilik (diğerkâmlık), yüceltme (süblimleştirme), denetimli bastırma, önceleme ve Freud’un da önem verdiği mizah gibi mekanizmalardır. Özgecilik, insanın kendi sorunlarının daraltıcı çemberini kırarak çıkar beklemeden başkalarına yardım etmesi; önceleme, ego’nun rahatsız edici duyguları “porsiyonlara bölerek” ele avuca gelir yapması, olası acı verici çatışmaları ve tehditleri önceden “aklından geçirerek” onlara karşı bir bakıma “aşılı” olması ve onların etki gücünü azaltmaya hazırlıklı olması demektir. Mizah sayesinde, yaşamın gerçeklerine onları tanınmayacak kadar çarpıtmadan karşı durabilmekteyiz. Espri veya şaka bir yer değiştirme veya kaydırma mekanizması olarak gerçeği maskelerken, mizah gerçeklerle yüzleşerek onları ifade etmemizi ve buna rağmen bu çatışmadan “yaralanmadan” çıkmamızı sağlamaktadır (2).

Hasta bir toplumda sağlıklı kalmak mümkün mü?yazımızda, ruhumuzun “bağışıklık sistemi” güçlü kaldığı sürece “sakatlanmalardan” korunarak sağlıklı kalabiliriz, ama zor ve bedeli var demiştik (3). Zor olan, ego’muzun zorlanması ve bizim bizi hasta eden verili toplumsal koşullarda daha da hastalanmamak için nelere katlanmamız gerektiği, bedeli ise Marx’ın kapitalizmin insanları “akılsızlaştırması” dediği şey. Düzen bizi psikolojik sorunlarımızın toplumsal koşulların sonuçları değil, yalnızca kendi yetersizliklerimizin, beceriksizliklerimizin ve uyumsuzluklarımızın sonuçları olduğunu düşünmeye, toplumun değil kendimizin hasta olduğunu kabul etmeye zorluyor. Toplumsal koşullar değişmeden bizi “tamir” ederek “hasta” topluma “uyum” sağlamamızı kolaylaştıran terapi yöntemleriyle gerçekten ve tam olarak iyileşebileceğimizi düşünmeyi “akılsızlaşma” olarak niteleyebiliriz. Verili düşünme, akıl yürütme ve davranış biçimlerini mevcut toplumsal düzenin kendi egemenlik ilişkilerini sürdürmek için bize dayattığı biçimler olarak kavrayamadığımız sürece karşıt düşünme, akıl yürütme ve davranış biçimleri üretemiyoruz. Hasta etmeyen ve akılsızlaştırmayan bir toplumsal düzen için bizi ruh sağlımızı ve aklımızı geri almaya yönlendirecek edimlerle birleşemiyor, akıllı olduğumuzu sanarak akılsızca yaşamaya devam ediyoruz.

Egemenler karnımızı doyurabilmemizi kendilerinin bir lütfu olarak kullanıyorlar. Ülkemiz “namus cinayetlerinin”; dünyamız işsiz, fakat çocuğuna hissettirmemek için sabahları erken kalkıp işe gidiyormuş gibi evden çıkan ebeveynlerin öyküleriyle dolu. Dışarıdan bize baskı yapan egemenlik gücünü içselleştirerek birbirimizin üzerinde egemenlik kurmaya çalışıyoruz. İnsanların diğer insanların emeğini sömürerek varsıllaşmadığı, kendilerine ve başkalarına yabancılaşmadığı, yalnızlaşmadığı, bencilliğe delilik gibi bakıldığı, dayanışma duygusunun sıradan ve üzerinde konuşulmayan insani bir özellik olduğu, cinselliğin toplumsal aracılığa gereksinim duymadığı ve baskı altında tutulmadığı bir toplum mümkünken, “acıları bal eylemek” zorunda mıyız? Dünyamızda adil bölüştürülmeyi bekleyen bu kadar zenginlik varken, “bir ağaç gibi tek ve hür” ve “bir orman gibi kardeşçesine”, “büyük bir ciddiyetle, bir sincap gibi mesela, yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işimiz gücümüz yaşama olarak” (N. Hikmet) yaşayabileceğimiz bir toplumsal düzen neden mümkün olmasın ki? O zaman ego’muzun kişisel-ruhsal bütünlüğümüzü sağlamak için bize aklımızı kaçmamış gibi gösteren savunma mekanizmalarına ne kadar ihtiyacımız olurdu, olsaydı savunma mekanizmalarımız nasıl olurdu?

Belki aklımızı tamamen kaçırdık da kimse bize bir şey söylemiyor. Belki “normal” olan herkes aklını kaçırdığı için, aklına sahip çıkmaya çalışanlar bize “anormal” veya aklını kaçırmış gibi görünüyor. Ve biz onlara bazen sevgiyle, bazen öfkeyle “deli”, bazen de “çılgın” diyoruz.

Dipnotlar:
(1) Freud’un yapısal kişilik kuramı ruhsal yapımızın birbiriyle ilişkili olarak çalışan id (o), ego (ben) ve süperego (ben üstü) olmak üzere üç bölgeden oluştuğunu öne sürmektedir. Kültürel olarak biçimlenen ego’ya karşı Freud’a göre “gerçek ruhsal varlık” ve bilinçdışı bir güç olan id’den gelen ve tatmin edildikleri zaman bize haz veren cinsellik, açlık vb. dürtülerimizin (gereksinimlerimizin) bir şekilde karşılanması ve tatmin edilmesi gerekmektedir. Toplumsal koşullardan bağımsız olarak doğrudan haz ilkesine göre çalışan id’in, içinde yaşadığımız toplumun değer ve normlarına göre hangi tatmin objesinin ve yolunun “uygun” olduğunu belirleme yeteneği yoktur. Bu nedenle toplumsal gerçekliği; suç ve cezayı, damgalanma, aşağılanma ve dışlanma durumlarını tanıyan ve başımıza bir şey gelmesini önleyen bir kılavuza ihtiyacımız vardır. Bu kılavuz, kişiliğimizin yürütme organı olan, gerçeklik ilkesine göre çalışan ve id’in istekleriyle süperego’nun kısıtlamaları arasında verili toplumsal gerçeklik açısından “mantıklı”, “rasyonel” ve kişilerarası ilişkiler açısından kabul edilebilir bir şekilde arabuluculuk yapan ego’muzdur. Süperego’muz erken çocukluk döneminde ego’muzdan gelişmeye başlar. Süperego’muzu; annemizin, babamızın, bakıcımızın, yakın sosyal çevremizin ve toplumun bize benimsettiği ahlaki değer ve standartları depoladığımız, id’in istek ve dürtülerini engellemek veya kontrol etmek için ego’muzu etkilemeye çalışan bir “bekçi” veya vicdanımız olarak düşünebiliriz. Ego’muz, id ve süperego’nun farklı hedefleri olmasından dolayı ortaya çıkabilecek çatışmaları, bize ruhsal zarar vermemesi için, toplumsal gerçekliğe uygun olarak çözümlemek için çalışır.
(2) Charlie Chaplin’in filmlerinde çocukluk dönemi acılarını mizah yoluyla nasıl yücelterek herkesi güldürdüğünü veya ağlattığını veya Woody Allen’ın filmlerinde kendi hayatının hayal kırıklıklarını ve çatışmalarını mizah yoluyla göstererek zalim ve anlamsız bir dünyaya nasıl karşı durulabileceğini gösterdiğini biliyoruz.
(3) Edinsel, K. (2018). https://dusunbil.com/hasta-bir-toplumda-saglikli-kalmak-mumkun-mu/

Kaynakça:
AKVARDAR, Y., Çalak, E. Ve diğerleri (1997). Psikanalitik Kurama Giriş. İstanbul: MEPEV yayınları.
ERNST, H. (1995). Das Immunsystem der Seele (Ruhun Bağışıklık Sistemi). Psychologie Heute, Februar 1995, Heft 2, s, 21-28.
FREUD, S. (1923/1978). Das Ich und das Es (Ego ve İd). “Sigmund Freud. Das Ich und das Es und andere metapsychologische Schriften” içinde, s. 171-208. Frankfurt am Main: Fischer.
ROTH, G. (2003). Verstand und Gefühle – Wem sollen wir folgen? (Akıl ve duygular – Kime uyacağız?) http://www.liss-kompendium.de/hirnforschung/roth-verstand+gefuehle.htm (Erişim: 11.11.2018).
PLOTNIK, R. (2009). Psikoloji’ye giriş. İstanbul: Kaknüs, s. 388-395, 434-437, 440-441, 561-562
SCHULTZ, D. P & Schultz, S. (2004). Modern Psikoloji Tarihi. Türkçesi: Yasemin Atalay. İstanbul: Kaknüs, s. 565-629.
Triebtheorie (Güdü Kuramı). http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly9kZS53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVHJpZWJ0aGVvcmll (Erişim: 09.11.2018).
VAILLANT, G. E. (1993). The Wisdom of the Ego (Ben’in Bilgeliği). Cambridge: Harvard University Press.

Yazar: Kerim Edinsel

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Kerim Edinsel

1969 yılında Etibank burslusu olarak yükseköğrenim için Almanya’ya giden Kerim Edinsel, Berlin Teknik Üniversitesi’nde Yüksek Kimya Mühendisliği öğrenimini tamamladı, daha sonra farklı sosyal bilim alanlarında eğitim aldı, değişik proje ve kurumlarda çalıştı ve aynı üniversitenin sosyoloji bölümünde sosyoloji, psikoloji ve pedagojinin kesiştiği bir alanda doktora yaptı. Uzun süreli yurtdışı çalışmalarından sonra Türkiye’ye dönen Prof. Dr. phil. Dipl.-Ing. Kerim Edinsel, 1996-2018 dönemlerinde Ondokuz Mayıs Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. Değişik ulusal ve uluslararası kitap ve makale yayınları, sanat yazıları, öykü ve şiirleri bulunan Kerim Edinsel, insanın toplumsal koşullar içindeki serüvenine; kendini hissetme ve ifade etme biçimlerine, sonuçta insan bilimleri ve sosyal bilimlerin hemen hemen her alanına ilgi duymaktadır.