Paylaş

Dünyaya gelişimizi düşünecek olursak doğada filizlenen çiçeklerden pek de bir farkımız yok. Anne ve babasının kimler olacağını önceden seçebilen birini görebilmek pek de mümkün değil. Mikro anlamda bile milyonlarca sperm ve bolca yumurta arasında oluşmuş bir tesadüfün eseriyiz. Felsefi mânâda da insan dışındaki canlılardan bir iki farkımız var. Benliğimizi ve zamanı fark edebiliyoruz. Ayrıca bilinçli bir şekilde düşünebiliyor ve onlara bağlı olarak birçok boyutta ve derinlikte üretebiliyoruz.

Varlık nedenimiz benzer, farkımız düşünsel olunca, işler bizim için biraz karışabiliyor. Çiçek düşünemediği için öylece devam ediyor ancak varoluş bizim için paradoksa dönüşüyor. Her şeye mânâ yüklemeye çalışıyoruz. Anlamaya gayret ediyoruz ancak buna gücümüz yetmeyince de kestirmelere sapıp düşünsel olarak kendimizi sürekli ikna etmeye çalışıyoruz. Bu böyledir, şu şöyledir, diğeri iyidir, öbürü kötüdür, bu doğrudur, o yanlıştır gibi yakıştırmalar ve etiketlemeler yapıyoruz. Oysa bunların hiçbirinin doğa ve barındırdığı sistemle bir korelasyonu yok. Sorun, burada çıkıyor. Bu cevaplanamayan sorular manzumesi büyük bir boşluk ve yalnızlık hissi doğuruyor. Başarılı bulunma, onaylanma, kabul görme, beğenilme ve hep daha fazlasını tüketme üzerine bir sistem geliştirerek içine serpiştirdiğimiz içi boş kavramlara bağlanarak bu büyük boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Gayret ettikçe de içinin boş olduğunu görmeyi daha çok reddederek varoluşsal ve paradoksal açmazımızı büyütüyoruz. Giderek benliğimize yabancılaşarak hamsterlar gibi, akvaryumvari, camdan bir kutunun içinde, sabit bir noktada olmasına rağmen, durmadan dönen bir silindirin içinde koşuyoruz. Silindir biz koştukça dönüyor, o döndükçe biz daha fazla koşuyoruz. (1) Doğumumuzu, akvaryumun içine yerleştirilen hamster ile özdeşleştirirsek, bir süre sonra akvaryumun varlığını da unutuyoruz. Bu sürece de ya konfor alanı ya da alışmak diyoruz…

Ancak benlik değerimizi, zaten fiktif olan bu gerçek dışı değerlerin üzerine inşa etmeye çalıştıkça (ki bu sürecin mimarı bizleriz) başarıya, görünüme, sonuçlara, yeteneğe ve şöhrete dayalı bir toz bulutu içinde varlık bütünlüğümüzü oluşturduğumuzu zannediyoruz.

Oysa, bireyin dünyadan ayrı bir varlığı yoktur. Varlığının dünyadan ayrı ve bağımsız olmadığını keşfedebilen, özel ve üstün bir tahtta oturmadığının ayrımına varabilen kişi, mevcut bütünlük içinde yer alan büyük boşluğu fark eder. İnsan doğanın umrunda değildir. Bu son derece ürkütücü gerçek, diğer canlılar arasında hem benliğinin hem de öleceğinin farkında olan insanı gerçekten huzursuz eder. Ölümlü olduğunu kabullenmenin muazzam bir cesaret gerektirdiği bu durum, tarihsel olarak bakarsak, bireyi soyut kavramlar üretmeye ve bu kavramlara bağlanarak varlık boşluğunu doldurmaya iter. Doğa karşısındaki fiziksel yetersizlik ve kendi varlığı özelindeki boşluğun devamlılığı bireyin kişisel endişesinin (Bu hâlimize ben felsefi kökenli anksiyete demeyi daha uygun görüyorum) temel kaynağıdır.

Tüm bu anlattıklarımızın iz düşümü olarak varoluşsal anksiyetemizin enerjisini tam aksi yöne doğru, yaratıcılığımızı ve üretkenliğimizi daha fazla ortaya çıkartmak için kullanabiliriz. Sevdiklerimizle kurduğumuz bağları geliştirmeye çalışabiliriz. Yaşadığımız ömrü, severek yaptığımız ve ruhumuza iyi gelen üretim ve hobilerle doldurarak güzelleştirebiliriz. Herhangi bir unvana ve konuma sahip olmak için değil, gerçekten yapmaktan hoşlandıklarımızı gerçekleştirmek ve potansiyelimizi açığa çıkartarak kendimizi inşa etmek için sabırla çalışabiliriz. Bu sayede hem kendimizle hem diğer insanlarla hem de dünyayla olan ilişkilerimizin derinliğinin artmasına bağlı olarak bireysel gelişimimizi arttırabiliriz.

Bu noktada bize düşen sorumluluk, varoluşsal anksiyetenin insan doğasının bir parçası olduğunu kabul ederek, onunla barışmaktır. Değişim esas olduğuna göre hayat boyu devam edecek olan içsel çatışmalarımızı tam ve net bir gelişim habercisi olarak görebilmektir. Anksiyetenin enerjisi kapıyı bazen sert çalıyor olabilir ancak niyeti ortaya çıkartan unsur elbette bizleriz. Yapmamız gereken, kapıyı olumlu bir bakış açısı ile açarak üretmek, yaratıcılığımızı kullanmak, insanlarla bağ kurmak ve yapmayı sevdiğimiz faaliyetleri deneyimlemek üzere harekete geçmektir.

Dengenin içinde neşe kadar hüzün de vardır. Ve bireyin çabası olmaksızın, yaşamın tek başına hiçbir anlamı yoktur. Hakeza sonsuz mutluluk da primitif ve boş bir beklentiden ibarettir. Bu nedenle de kişinin olmak istediği değil, yapmak istediklerini hayata geçirmek üzere kendini gerçekleştirmesi esastır. Her biten günü takiben yine, bir kez daha ve yeniden…

Çünkü, Atilla İlhan ustanın dediği gibi;

“Hayat zamanda iz bırakmaz, bir boşluğa düşersin bir boşluktan.
Birikip yeniden sıçramak için…”

Dipnot:

(1) Sapere Aude – Düşünceden Duyguya

Yazar: Emrah Yolaç

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.

 


Paylaş

Emrah Yolaç

2008 yılından itibaren Radikal başta olmak üzere birçok gazete ve dergide yazılarım yayınlandı. Potansiyel ve kişisel farkındalık konusunu işlediğim ilk kitabım "Sakın Vazgeçme" 2017 yılının haziran ayında, psikoloji temelli ikinci kitabım ''Sapere Aude-Düşünceden Duyguya'' ise aralık ayında raflardaki yerini aldı. Varoluşçuluk tezi üzerinde düşünüyor ve üretiyorum. Halen Klinik Psikoloji Yüksek Lisansı ve akademik çalışmalarıma devam ediyorum. Aynı zamanda psikoloji temelli, yetkinlik bazlı kurumsal ve bireysel gelişim eğitimleri veriyor ve danışmanlık yapıyorum.