Sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı? Bu ayrım nerede belirsizleşmeye başlar? Büyük sanat eserleri –edebiyat, sinema, görsel sanatlar ya da diğerleri– bu sınırı ortadan kaldırır ve çoğu sanatçının, kendi gerçekliğini yansıtan ve yayan bir prizma aracılığıyla hayata baktığının ispatıdır.
Hatta bu büyük sanat eserlerinin bazısı diğer sanat dallarının gerçekliğini anımsatırlar. İşte bu liste tam olarak bahsettiğimiz deneyimle ilgilidir. Listedeki 10 film, sadece sinema sanatı açısından değil; bu filmlerin iyi romanlar olabilecek kadar yüksek kalitede olmaları açısından da dikkate değerdir.
İyi bir film; sinematografisi, hikayesi, karakterleri ve/veya sanatsal niteliği bakımından değerlendirilebilirken etkili bir roman da benzer şekilde derecelendirilebilir. Karakterler, hikaye ve sanatsal nitelik iyi bir kitap için de temel öneme sahiptir. Fakat romanda sinematografi yerine biçim ve üslup analiz edilir. Bu nedenle, olağanüstü bir roman kalitesine sahip harika bir filmin en azından 3 özelliğe sahip olması beklenir.
İlk olarak, filmin edebi bir senaryosu olmalıdır. Senaryoda herhangi bir eksiklik bulunmamalı ve aktörler kendilerini tamamen rollerine vermelidir. İkincisi film, izleyicide kalıcı bir etki bırakmalıdır. Filmin fikirleri veya bu fikirlerin “metnin” üslubuna göre ifade ediliş biçimleri ilk elden yankı uyandırıcı ve heyecan verici olmalıdır. Üçüncü ve son olarak, film biçimsel ve tematik açıdan öngörülemez olmalıdır – veya, en azından, hikayesi mümkün olduğunca tahmin edilememelidir.
Örneğin müzikleri ve senaryoları sıklıkla kendi türünün sınırlamaları içinde kaldığı için korku filmlerinin gidişatı her zaman kolayca tahmin edilebilir. Buna karşılık üst düzey sanat eserleri, türüne rağmen, izleyenlerin tahminini boşa çıkarabilir; gerilimler, sürprizler ve çeşitli zeka örnekleri filmi kendine özgü bir sanat seviyesine yükseltebilir.
Belirtmemiz gerekir ki, aşağıdaki liste roman uyarlaması filmleri özellikle dışarıda tutmuştur. Şüphesiz bu filmler de roman niteliğinde sayılabilir. Bu listeye hangi filmin gireceği sorulan insanlar da kesinlikle roman uyarlamalarını diğerlerine göre daha çok zikredeceklerdir. Fakat sözkonusu filmler bu liste oluşturulurken dikkate alınmamıştır.
Aşağıdaki liste aynı zamanda birbirinden tamamen farklı 10 örneği karşılaştırmaya da çalışmaktadır. Listedeki filmler, 10 farklı türü ve dolayısıyla 10 farklı roman biçimini temsil etmektedir. Binlercesi listeye eklenebilirdi; fakat bunlar yazarının kendi en iyi 10 filmidir.
10- Rhymes for Young Ghouls
1970’lerde (ve muhtemelen bugün de) Kızılderililerin mücadelesini anlatan Jeff Barnaby’nin 2013 yapımı filmi “Rhymes for Young Ghouls” genç bir Kanada yerlisi kadın, arkadaşları ve hayatlarını tehdit eden sistem hakkındadır. Film yaratıcı, dokunaklı ve inkârı mümkün olmayacak şekilde karanlıktır. Çatışmaları korkunç; fakat yine de gerçektir. Aktörlerin karakterlerine olan bağlılıkları, filmin gerçekçiliğine yardımcı olur.
Parçalanmış bir aile mensubu genç yerli bir kadın, kötücül beyaz insanlar ve onların kültürel normları tarafından hükmedilen bir dünyada kendini olduğu haliyle ifade etmenin yollarını aramaktadır. Travmaları açıkça görülen, ölümün hayaleti ona ders vermek için hayatı üzerinde uçuşan, genç kadın Aila’yı Devery Jacobs canlandırmaktadır. “Rhymes for Young Ghouls”ta (sıklıkla yerli Amerikan sanat biçimlerinde olduğu gibi) doğaüstü dünya oldukça canlıdır ve sanat aracılığıyla kendini ifade biçimi, birkaç kaçış yönteminden biri olarak görülür.
Doğal haliyle korunan yerli yaşamına yönelik öznel bir keşif olarak, “Rhymes for Young Ghouls” izleyiciye, kurgusal olsun ya da olmasın, Amerikan yerli romanı okumasına benzer bir deneyim sunar. Kızılderililerinin hayatlarına ve korunmakta olan yerli kültürüne dair geniş görüntüler sunan film, herhangi bir standart gizem romanının girişebileceğinden daha fazla şaşırtmaca sergilemektedir. Yerli Amerikan edebiyatında olduğu gibi, filmdeki tüm karakterlerin iç içe geçmesi filmin esas unsurudur.
Kendi sınırlarının umutsuzluğunu zekice izah eden kahramanıyla beraber senaryo akılda kalıcı, hareketli ve açıkça edebidir: “Benim dünyam asla ulaşılamayacak yerlerin hayaline açılan tozlu yolların başladığı sınırda sona erer”. Ne sinir bozucu ve etkili bir düşünce.
Dahası, filmin temaları ve ana hikayesi, izleyicinin gözlerini ve zihnini yakar. Son olarak, film bilinen cinsiyet kalıplarına aykırı karakterleri ile ve yerli gücünü cesurca geri kazanarak sonunun tahmin edilmesini önler. Genel olarak bu film tarihsel anlamda dokunaklı ve modern izleyicinin görmesi gereken bir filmdir. Ancak bir kitap olarak yazılmış olsaydı da kesinlikle aynı şekilde hayranlık uyandırıcı olurdu.
9- Tesadüfler (I <3 Huckabees)
David O. Russell’in 2004 yapımı komedisi “Tesadüfler”de bin yılın felsefi draması sergilenmekte ve David Schwartzman, Jude Law, Mark Wahlberg ve Naomi Watts rol almaktadır. Filmde Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Simone de Beauvoir’un Varoluşçu temaları yeniden ele alınmakta ve dahası, film ve karakterleri, Amerikalıların (aslında herkesin) kapitalizmin etkileri hakkında öz-farkındalık yaşadıklarında meydana gelecekleri göstermektedir.
Filmin her bir karakterinin hikayesi semboliktir. Bir tanesi petrol endüstrisinden kurtulmak için yalnızca bisiklet kullanır. Diğeri çevreci bir aktivisttir; fakat çalıştığı şirket onu görevden alır. Bir diğeri Huckabees Şirketi için modellik yapar; fakat ilerleyen yaşı güzelliğinin sona erdiği anlamına gelir ve şirket onu işten çıkarır.
Başka bir karakter Huckabees’in eril yüzü ve altın çocuğudur… ta ki bir şeyleri sorgulayana kadar. Başlangıçta tüm bu karakterler durağan, sorunlu ve kusurludurlar fakat film ilerledikçe (Dustin Hoffman ve Lily Tomlin’in canlandırdığı Hayat Detektiflerinin yardımıyla) dünyaya ve onun tüm karmaşasına karşı kendi farkındalıklarını geliştirirler. Filmi bu kadar müthiş yapan şey de karakterlerin işte bu değişimidir.
Hayatın tadına dair bu felsefi keşif, yoğun edebi göndermelerle doludur. İzleyenin zihninde Thomas Pynchon ya da Anthony Burgess romanlarının yapabileceği etkileri bırakır: Her bir karakteri (ve kendilerini) birey olarak değerlendirebilmesi için okuyucuyu o çok beğendiği sistemi sorgulamaya zorlar. Senaryo dopdolu ve karmaşıktır. Temalar gelişkin ve olgundur. Sürprizler, kural dışı ve kültürler arasıdır.
Bu analizdeki üç sınıflama açısından bakıldığında, “Tesadüfler”, ilginç ve özverili karakterlerce seslendirilen zeki ve edebi bir dil kullanır. Film bittikten uzun zaman sonra da sizi kesinlikle düşündürmeye devam eder. Hikayenin yeniliği ise sonunun tahmin edilmesini güçleştirir. “Tesadüfler” gerçekten inanılmaz bir sanat eseridir.
8- Günahın Dokunuşu (A Touch of Sin)
2013 Çin yapımı Günahın Dokunuşu filmi bir romandan uyarlanmamıştır; fakat modern Çin insanının gerçek hayat tecrübelerine dayandığı düşünülmektedir. Film, toplumun dışarıda bıraktığı dört bireyin hayatlarına odaklanır. Dört ayrı bölge ve şehirde sürrealizmin ve şiddetin canlı bir örneğini sergiler. Filmdeki karakterlerin tamamı sorunludur ve başlarından geçenler Çin’in yakın tarihindeki en azından dört önemli olaya göndermede bulunmaktadır.
Yönetmen Jia Zhangke’nin BBC’ye verdiği bir röportajda söylediği gibi, “Bu dört vakanın seçimi…. esinlenmenin başlangıç noktasıydı; çünkü bu vakalar şiddetin dört görünümüne dair düşüncelerimi ve anlayışımı tastamam yansıtıyordu.”
İlk vaka huzursuzluk yaratan sosyal problemleri vurgulamaktadır. İkincisi, ailesini kaybeden kişinin yaşadıkları çerçevesinde biraz daha ruhsal bir problemi ele alır. Üçüncü vaka şiddete yol açan onur meselelerine odaklanır. Son vaka ise, pek çok insan üzerinde etkili olan toplumsal ve sistemik görünmez şiddeti –ve insanların buna verdikleri karşılığı– tartışır.
Yönetmen Jia Zhangke, bu filmle Cannes’da en iyi senaryo ödülünü kazanmıştır. Sadece bu ödüle bakarak bile senaryonun ne kadar edebi olduğu anlaşılabilir. Dahası, birbirinden farklı dört insanın ve yine birbirlerinden farklı yönlere ilerleyen ancak sonunda birleşen hayatlarının tasviri yaygın edebi bir yöntemdir. Filmin konusunun gerçek hayata dayanması ayrıca, şiddetin gerçek örnekleri üzerinden adaletsizliği göstermeye çalışan çevreci edebi metinleri akla getirir.
İlginçtir ki, film kendi türü içindeki önceki hikayelerden ayrılır. Çin sineması ve edebiyatında wuxia sanatı* geleneği, fantezi unsurları ve yüksek aksiyon sahneleriyle askeri kahramanları temsil eder ve yüceltir. Günahın Dokunuşu (ing. A Touch of Sin), ismiyle dahi, tüm zamanların en etkili wuxia filmi olduğu söylenen King Hu’nun 1971 tarihli ünlü filmi “A Touch of Zen”e gönderme yapmaktadır.
Bununla birlikte, wuxia sanatı geleneğini izlemek yerine “A Touch of Sin”, janr sınırlamalarını aşar ve Zhangke’nin önceki şık tercihlerine dahi karşıt yönde hareket eder. Geneli itibariyle bu film ustalıklı bir şekilde psikolojiktir, çevreci romana veya bir korku/gerilim romanına benzer. Filmin üç bölümü de aklınızdan çıkmayacak ve gördüklerinizle sizi hayretler içinde bırakacaktır.
*Çev.Notu: Wuxia (tam sözlük anlamı yiğit savaşçı), en özet şekilde, kahraman olarak nitelenen kişilerin hikaye ve maceralarını anlatan bir türdür.
7- Pan’ın Labirenti (Pan’s Labyrinth)
Guillermo del Toro’nun 2001 tarihli (İspanya’nın kanlı iç savaşının son yılı olan 1939’da geçen) “Şeytanın Belkemiği” (The Devil’s Backbone) adlı filmine övgü niteliğindeki film, aynı isim tarafından 2006’da yazılıp yönetilmiştir. Filmin karanlık fantezi dünyası, Şeytanın Belkemiği’nin gotik korku unsurları ile ters düşer. Fakat askeri işgal korkusu her ikisinde de benzer şekilde dehşet vericidir.
“Pan’ın Labirenti” İspanya’da 1944 yılında bir asker kızı ve babasının birliği içinde bu kızın başından geçenler hakkındadır. İspanya’nın yeniden inşa edilme ve gelişme mücadelesi içinde olduğu savaş arası zamanda geçen film, insanlığın en kötüsünü en iyisiyle birlikte gösterir: En kötüsü zulüm ve faşizm, en iyisi ise hayal kurmaktır. Ivana Baquero tarafından canlandırılan Ofelia, annesinin ikinci kez doğum yapabilmesi için babasının askeri ikametgahına getirilir. Ofelia genç, duyarlı ve hayalperest olduğu için babasının işindeki dehşet ona görünmezdir.
Ofelia bu şiddeti görmek yerine, kendisinin kraliyet ailesinin kanını taşıdığını iddia eden periler ve ruhlar dünyası içinde yaşar. Çok geçmeden bir Pan ortaya çıkar ve genç Ofelia’ya görevler verir. Ofelia bunları başardığı takdirde kendi gerçek ailesiyle tekrar bir araya gelebilecek ve Prenses Moanna olarak tahttaki yerini alacaktır. Tüm bunlar olurken, Ofelia’nın babası ormanda gizlenen anti-faşistler tarafından ele geçirilir ve annesi doğum sırasında hayatını kaybeder.
Nihayetinde, anti-faşistlerden birisi Ofelia’yı ve yeni doğan erkek kardeşini kurtarır. Çocuklar, arkalarında ordu subayı babaları ile bir labirente kaçarlar. Hikaye sürpriz bir peri masalına dönüşür ve bütünüyle beklenmedik bir sonla biter.
Baştan sona, senaryo ve diyaloglar dokunaklı ve etkileyicidir. Filmin edebi unsurları açıktır. Bir savaş dönemi romanı olarak “Pan’ın Labirenti” diğer örneklerini hezimete uğratır. Film sizi ya dehşete düşürür ya da aydınlatır; ama her iki durumda da mutlaka bir iz bırakır.
6- Davet (The Invitation)
Davet bir roman olsaydı, okuduğunuz en iyi gerilim romanı olurdu. Gizli madde bağımlılığından dini fanatizme ve sözde çocuk kaçırmaya kadar sayısız sürprizleri olan ve finali ile de sizi kesinlikle şoke edecek bir film olan “Davet” (2015); travmatize olmuş bir insanlığın kendini iyileştirme çabası sırasında olabileceklere Karyn Kusama’nın zihninden (“Aeron Flux: Gelecek Flux’ta” [Æon Flux] 2005 & “Kana Susadım” [Jennifer’s Body] 2009) güçlü ve karmaşık bir bakış sergilemektedir.
“Davet”, bir grup üniversite arkadaşının (ve eşlerinin) bir başka ortak arkadaşlarının evinde düzenlenecek olan yemek organizasyonu için aldıkları davetle başlar. Davetliler organizasyon için heyecanlı görünürler; ancak izleyiciler kısa süre sonra daveti reddetmenin mümkün olmadığını anlarlar: Ev sahibi, birkaç yıl önce oğlunun doğum günü partisi sırasında kazayla öldürülmesinden beri hiçbiriyle görüşmemiştir. Olayları daha da ilginç hale getirmek için ev sahibi ve yeni erkek arkadaşı, eski kocasını (hayatını kaybetmiş olan oğlunun babası) ve eski kocasının şimdiki kız arkadaşını da yemeğe davet eder. Tuhaf bir grup.
Akabinde grubun suçluluk, görev ya da saf arkadaşlık duygularından hangisi ile bir araya geldiği sorgulanır; ancak grup geceye en azından iyi bir ruh haliyle başlamak ister. Ölen çocuk konusunu açmadan geçmişi anarlar; fakat ev sahibinin diğer arkadaşları kendi hikâyelerini anlatmaya başladığında üniversite dostlarımız şüphelenmeye başlarlar. Çok geçmeden, samimiyetin hakikatte ne hakkında olduğu anlaşılır: tarikat toplantısı.
Film boyunca sürekli bir şeyleri tahmin etmeye zorlanırsınız. Neler olup bittiği konusunda kendinizden emin olabilirsiniz, fakat aktörlerin performansı kadar senaryonun zekası da son dakikaya kadar sizi karanlıkta bırakır. Film yenilikçi, heyecan verici ve bütünüyle esrar doludur. “Davet” ilk gösterimleri sınırlı da olsa bu listede yer almayı kesinlikle hak etmektedir. Ayrıca filmi bulması hala biraz zordur, tavsiyem –oradan da silinmeden– Netflix’i kontrol etmenizdir.
5- Yasak Bölge 9 (District 9)
Bu filmi çoğumuz Afrika’daki uzaylılarla ilgili tuhaf bir film olarak hatırlarız. Ancak eleştirel bir gözle izlediğinizde filmin bundan fazlası olduğunu fark edersiniz. Neil Blomkamp’ın yönettiği ve 2009 yılında gösterime giren film, ırkçılık döneminde Kap şehri, 6. Bölge’de yaşananlara bir şerh düşmeyi hedeflemektedir. 1970’lerde 6. Bölge’deki 60.000’in üzerinde yerleşimci, burada kurulması planlanan “yalnızca beyazlar” topluluğu dolayısıyla evlerini terk etmeye zorlanmıştır.
Yasak Bölge 9 ise, siyah-beyaz etkileşimine değil beyazlar ve siyahlar arasındaki şiddetin belirsizleştiği ve insan-uzaylı çatışmasını merkeze alan bir dünyaya dikkatleri çekmektedir. Johannesburg’lular siyahları kasabadan göndermezler. Bunun yerine uzaylı yerleşimcilerini, yeni askeri birlikleri (MNU) tarafından korunan 9. Bölge adındaki kendi gezegenlerine göndermeye karar verirler.
Bireyler arası standart şiddetle dünya dışı acımasızlığı eşitlemekten aynı derecede çekinmediği için “Yasak Bölge 9”, Octavia Butler ve Nalo Hopkinson tarafından yazılan şaşırtıcı bilim kurgu metinlerle kıyaslanır. Bu metinler herhangi bir canlıya karşı gösterilen şiddetin özünde aynı yerden geldiğini açık yüreklilikle göstermektedir.
Filmin kahramanı Wikus adında (Sharlto Copley tarafından canlandırılır) tuhaf beyaz bir adamdır. Uzaylılar tarafından istila edilmiş olan Güney Afrika’nın yerleşim yeri Johannesburg’u düzen altında tutmak için kurulmuş MNU için çalışmaktadır.
Başlangıçta, Wikus uzaylıların evlerinde yaptığı yasa dışı madde araştırma işinden gurur duyar (insan boyutlarında böcek görünümünde olan uzaylılara bu dünyada “karides” denmektedir). Ancak işler çok kısa sürede karmaşık bir hal alır. (Spoiler Uyarısı!) Zamanla Wikus böceklerden birine dönüşür ve işinin anlamını ve sözde “insanlığın” “iyiliğini” düşünmeye başlar.
“Yasak Bölge 9” soykırım durumlarını güçlü bir şekilde inceler. Gerçek insanlık tarihini fütürist bir şekilde ele almasıyla seyircilerin dünya genelindeki şiddete ilişkin sorumluluklarını sorgulamalarını sağlar. Senaryosu dahiyanedir. Verdiği mesajı son dakikaya kadar belli değildir. Bu yazıdaki spoiler olmasaydı, sonunu asla tahmin edemezdiniz.
4- Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects)
Herkes Bryan Singer’ın 1995 tarihli “Olağan Şüpheliler” filmini ilk izlediği anı hatırlar. Singer’ın filmi tipik bir suç/polisiye hikayesi gibi görünür. Gizem yaratır (Keyser Söze de kim?) ancak kendi sorularını yanıtlamaz. Hatta izleyiciye birçoğu yanıltıcı olmak üzere çok sayıda bilgi verir.
Sonunda, kötü adamın ortaya çıktığı o unutulmaz an izleyiciye şok yaşatır. Bu kötü adamın şöhreti hakkında bir fikir vermek adına, bir karakterin “Tanrı’ya inanıyorum ve beni korkutan tek şey Keyser Söze” sözlerini anmak gerekir. Fakat bu hikayedeki gerçekten korkutucu olan şey, suçlunun en önemsiz şüpheli oluşudur.
“Olağan Şüpheliler” anımsama sahneleri ve bir dizi sorgulamalar ile doludur. Fakat tüm bu bilgiler izleyiciyi daha fazla açmazda bırakır (Roger Ebert dahi bunları takip edemediğini söylemiştir!). İyi bir detektiflik romanı gibi, öncelikli olarak kötünün kötüsünü araştırılır ve yetkililer bu kovalamacada kesinlikle ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. Beş temel şüpheli üzerinde çalışılır: McManus (Stephen Baldwin), Keaton (Gabriel Byrne), Fenster (Benicio del Toro), Hockney (Kevin Pollack), ve Verbal (Kevin Spacey).
Film ilerledikçe sis perdesi daha da kalınlaşır. İzleyici, bu kadar yalın bir hikayede cevabın nasıl bu kadar gizli olabildiğini merak eder. Kevin Spacey’nin davranışları şüphe uyandırır. Filmin sonunda beklenmeyen sürprizler ve dönüşler sonucu Spacey’in karakterine yöneliriz ve gizem çok geç çözülür.
Hikaye ve türde getirdiği yeniliklere rağmen “Olağan Şüpheliler” eleştirmenleri ikiye böler. Örneğin, Roger Ebert filme beş üzerinden iki verir! Buna karşılık, analizimizin üç kategorisi bağlamında “Olağan Şüpheliler” senaryosu, yarattığı etki ve orjinalliği ile başarılı bir filmdir ve bu listede yerini korur. Çoğumuz bizi içine çeken bir detektif romanı okumaya ya da bu filmin yaptığı gibi kendini heyecanla izleten filmlere bayılırız. Ebert’in değerlendirmesi ne olursa olsun bu filme bir bakmanızı ve kendi değerlendirmenizi yapmanızı tavsiye ederim.
3- Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind)
Tüm zamanların belki de en olağan dışı romantik hikayelerinden biri olan Sil Baştan, kesinlikle sizi içine çekecektir. Michel Gondry’nin 2004 tarihli romantik komedi filmi, bilim kurgudan aldığı fikirleri aşk üzerine sorular ve bellek ile ilgili araştırmalarla buluşturur. İzleyiciye sorduğu nihai soru şudur: “Eski sevgilinizi unutmak için ne kadar ileri gidebilirsiniz?”
Filmdeki “sonsuz günışığı”na vurgu yapan ayrılmış çift olarak Kate Winslet ve Jim Carrey muhteşem bir performans sergiler. İlişkileri olağan dışı bir biçimde Montauk treninde başlar ve aynı şekilde ansızın biter.
Winslet’in karakteri “Clementine”, ayrılık üzerine konuşmayı ya da kendini iyileştirmeyi denemek yerine Carrey’e (Joel karakteri) ait tüm anıları zihninden sildirmek için teknolojik bir hizmete başvurur. Joel, ortak arkadaşlarından bu imkânı öğrendikten sonra aynı hizmeti o da almak ister ve hikaye başlar.
Bu kararı takiben Joel’in zihninde “sonsuz günışığı” fikri yer edinir. İzleyiciler Joel’in bu süreçte çektiklerine şahit olur – ve bir dereceye kadar da bunları hisseder. İyi ve kötü yanlarıyla beraber Joel’in Clementine’le olan ilişkisini izleriz ve ona ne kadar güçlü tutunduğunu görürüz.
Nihayet, anılar tamamen silinir fakat Joel ve Clementine için her şey bitmez. Aynı yollardan tekrar geçerler ve şirketin kayıtları sızdırıldığında birbirlerini aslında daha önceden tanıdıklarını fark ederler. Hiçbir şey hatırlamazlar, olanları kısmen anlarlar, ve fakat yine de birlikte olmayı denemeye karar verirler.
Bu film benzeri romantik bir roman okumak kesinlikle bir zevktir. Film, kendi türü için ve aşk anlayışı bakımından aykırıdır ve standart romantik komediler gibi sonunu başından tahmin etme imkanı vermez. Ruhani ve acı dolu senaryosu hikayeye derinlik katar. Harika bir kitap kesinlikle bu tür malzemelerle yazılır.
Özetle tematik, usulüne uygun ve türüne özgü bakımlardan deneysel bir çalışma olan bu film, büyüleyici bir roman olabilecek en iyi filmlerden biridir. Henüz izlemediyseniz en kısa sürede izlemelisiniz.
2- Daughters of The Dust
1991 yılında siyahi bir kadın tarafından yönetilen ilk film, çok sayıda salonda gösterime girdi. Julie Dash’in “Daughter of Dust” filmi, “Zincirsiz” (Django Unchained) veya “Bir Ulusun Doğuşu” (Birth of a Nation) hikayelerinden önceki yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki bir dönemi anlatmaktadır. Bu dönem yapıtında Dash, Güney Carolina’nın Saint Helena Adası’nda yaşayan Gullah halkına odaklanır.
Gullah halkı geçmişte Afrika kıyı şeridinden Amerika’ya köle olarak getirilen ve kölelik yasaklandıktan çok sonra burada yerleşen ada sakinleridir. Film anaerkil Peazant ailesinin bir kızının, antropoloji çalışmalarını yaptıktan sonra evine geldiği 1902 tarihinde geçer. Kızın ailesiyle etkileşimi geçmişten gelen sıkıntıları açığa çıkarır.
Ailedeki temel bir çatışma noktası dindir. Ailenin reisi Nana Peazant (Cora Lee Day tarafından canlandırılır) “tekneden kaçan Afrikalılar gibi” olmayı reddeden torunu ile aynı fikirde değildir. Nana’nın eski usul mistisizmi ve spiritüelliği, ailesi içinde artan Hristiyanlık ve Müslümanlık etkileri ile çatışır. Modern değerler eski yaşam tarzlarını gölgede bırakmaya başlar; fakat aile sağlam kalır. Sevgi bir şekilde farklılığı yener.
Film ilerledikçe Dash’in inanılmaz görsel estetiği hikayesine nefes ve hayat katar. Doğrusal olmayan hikaye anlatımı, filme Alice Walker ve Toni Morrison’un romanlarını hatırlatan bir benzersizlik verir.
Kişiler arası veya diğer çatışmalara rağmen bu filmin fiziksel dünyası hayat doludur. Karakter özellikleri detaylıdır ve ailenin bir arada oluşu övülür. Standart Amerikan öykülerinde yok sayılanların tarihi öznelliğine sağlam bir bakış olan film izlenmeyi bu nedenle hak eder.
Film bir romana dayanmaz; fakat gerçek hayattan esinlenir. Bununla birlikte “Daughters of Dust” hikayesi, 1997 yılında Dash’ın kendisi tarafından yazılı hale getirilir. Filmden 20 yıl sonra da olsa aynı ismi taşıyan kitap aynı dünyayı ve bir grup insanı anlatır.
Filmin konusu ve karakterleri gerçek ve canlıdır. Hikayesi sizinle birlikte kalacaktır. Öngörülebilirliği yönetmeninin tembel bir şekilde janr yöntemine bağlı kalmasından değil, fakat içindeki ipuçlarından gelir. 2016’da “Daughters of the Dust” restore edilerek piyasaya sunulmuştur. Dolayısıyla daha önce izlemediyseniz bir bakmanın tam sırası olan bu filmin sizi büyüleyeceği kesin.
1- In Bruges
Martin McDonagh’ın 2008 tarihli kara komedi suç filmi “in Bruges”, bir sanat eserinin (filmin) gerçek hayatı taklit etmesine muhteşem bir örnektir. “In Bruges” örneğinde yönetmen McDonagh günlük hayatın standart ve inanılmaz derecede absürt unsurlarını yeniden yaratmakta dikkat çeken bir iş yapar. Eski sevgililerin böldüğü seks sahnelerinden arkadaşların böldüğü intiharlara ve cücelerin böldüğü Hollanda filmlerine, bu hikaye eşit derecede sürreal ve reel kısımlarıyla sizi ele geçirecektir. Bir Hieronymus Bosch tablosunun gerçek dünyada performansa döküldüğünü hayal edin. İşte şimdi bir fikir edindiniz.
Film, biri son işini berbat ederek yanlışlıkla bir çocuğu öldürmüş olan iki kiralık katilin hikayesini anlatır. Patronlarından “Bruges’e gidin” mesajı aldıklarında, Colin Farrell’in hayat verdiği tetikçi yas tutmak yerine hayatına devam ediyor gibi görünür. Belçika’nın [Flemenkçe konuşulan bölgesinin] başkenti olan Bruges, Avrupa’nın ortaçağ mimarisine sahip en eski şehridir. Bruges ayrıca ortağı (Brendan Gleeson) için büyüleyici bir yer olsa da kahramanımızın varlığını tehdit edecektir.
Biri gönülsüz diğeri hevesle şehri keşfederlerden patronları tekrar arar ve işleri güçleştirir. Yeni bir işten söz eder; fakat Farrell ve Gleeson bunu gerçekleştiremez. Çok geçmeden patron (Ralph Fiennes) Bruges’e gelir ve çoktan zıvanadan çıkmış film daha da heyecanlı bir hal alır. Tüm tahminleri boşa çıkaran sonu ile filmin 20. yüzyılın en iyi sonlu filmlerinden biri olduğunu söylemek yeterli olacaktır.
“In Bruges” bir kitap olsaydı günlük hayat hakkında bir roman olurdu. İki sıradan adamın hırs, felsefe ve görev mücadelesini anlatır, sıradan bir dünyanın olağan dışı kahramanlarını yüceltirdi. Beklenmedik bir şekilde felsefi bir hal alır ve suçu vurgulayarak sonlanırdı. Sizi bir sayfada güldürür, diğerinde ağlatır ve hayatınız boyunca unutamayacağınız bir hikaye olurdu.
Ustalığı sınır tanımayan “In Bruges”, bir film olarak da aynı etkiye sahiptir. Film ya da kitap olsun “in Bruges” bu listedeki diğer dokuz film gibi bir sanat eseridir. Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Ed.Notu: Türkiye’de gösterime girmeyen filmlerin adları Türkçeye çevrilmemiştir.
Yazar: Sam Lauer
Çevirmen: Zeynep Duran
Kaynak: TasteofCinema