Paylaş

Üniversitedeyken özel bir hastanenin ruh sağlığı kliniğinde staj yapmıştım. Yeni gelen hastalar psikiyatrist ve psikologların bulunduğu bir odaya alınıyor, psikolojik görüşme teknikleri ile teşhisi koyuluyor ve tedavisi planlanıyordu. Ben de diğer stajyerlerle beraber bu görüşmelere girebiliyor ve süreci takip edebiliyordum. Bir gün görüşme odasına çok neşeli ve normal bir adam geldi. Ailesi tarafından getirilmişti ve herhangi bir şikayeti yoktu, çok yaratıcı bir döneminde olduğunu, kitap yazmaya başladığını, bol bol spor yaptığını, son bir ay içinde yaptığı seyahatleri anlatmaya başladı. ‘Ne kadar aktif insanlar var, valla biz hiçbir şey yapmadan yaşayıp gidiyoruz’ diye düşünmeye başlamıştım ki karşımdakinin ‘hasta’ olduğunu hatırladım. İyi de bu adam bence gayet normaldi, hatta o odadaki herkesten daha mutlu görünüyordu. Hasta odadan çıktıktan sonra öğrendim ki bipolar bozukluğu vardı, o sırada mani dönemindeydi ve bir süre sonra ağır bir depresyona girecekti. Yaklaşık 10 gün sonra hastayı taburcu olurken gördüm. Geldiği güne göre daha sakin görünüyordu, yani daha normal…

Peki benim kafamı karıştıran bu normal nedir? Hangi özelliğimiz bizi normal yapar? Ne yaparsak anormal oluruz? Tam da ‘kime göre, neye göre…’ diye cevaplanacak sorular… Felsefe geleneğinde normal ideal olandır, dolayısıyla normal insan çatışmalardan uzak, çevresiyle uyumlu ve mutlu insandır, yani mükemmel. Bu tanımın sorunu böyle bir insanın var olmayışı. Ama psikoloji ve psikiyatrinin bilim kalabilmesi için sınıflandırmaya,  kriter ve sınırlar koymaya ihtiyacı var, yani normal ile anormali ayırt edebilmeye… Yıllardır da bu ihtiyaç farklı kimselerce karşılanmaya çalışılıyor. ‘Normal kimdir?’ sorusuna elbette ki Sigmund Freud‘un da bir cevabı var, üstelik pek de iyimser bir cevap; sevebilen ve üretebilen sağlıklı insan (1). Üstünkörü görünen bu cevap; suçluluk duymadan sevebilme ve zevk alabilme, hatalarından ders alarak öğrenme, gelişme ve yeni bir şeyler üretme yeteneğine sahip olma şeklinde detaylandırıldığında güncel normal kavramına oldukça yaklaşıyor. Psikoloji ve psikiyatrinin bugünkü anormal tanımı 4D denen ölçütlerle belirleniyor: distress (sıkıntı), deviance (sapma), dysfunction (işlev bozukluğu), danger (tehlike) (2). Fakat anormalliği teşhis etmek her zaman mümkün mü?

O hastanın bana normal-anormal kavramlarını sorgulattığı gibi, 1973’te gerçekleştirilen Rosenhan Deneyi bütün dünyayı bu konu üzerinde bir kez daha düşünmeye zorladı (3). 8 ‘normal’ kişi, 12 farklı akıl hastanesine, sesler duydukları şikayeti ile başvurdular. Hepsi hastanelere kabul edildi, kabul edildikten sonra uyumlu ve normal davranışlar gösterdiler ve ortak kararları doğrultusunda şikayetlerinin bittiğini söylediler. Fakat hiçbir hastane personeli onların iyileştiğini düşünmedi ya da yalan söylediklerinden şüphelenmedi ve ortalama 19 gün hastanede yatmaları gerekti. Sonuç olarak tek bir semptom gösteren kişilere -ki onu da yalnızca bir kez dile getiriyorlar- 11 hastane şizofreni, diğeri ise manik-depresif psikoz tanısı koydu. Deneyi yapan David Rosenhan’a göre ‘Psikiyatri kliniklerinde, akıl sağlığı yerinde olanla olmayanı ayıramadığımız apaçık ortada’. Peki uzmanlar anormali ayırt edemiyorsa, biz normal olup olmadığımızı nasıl anlayacağız?

Bu konu ile ilgili bir başka sorun normallik kavramının neye göre belirlendiği… 1960’larda antipsikiyatri terimi, psikiyatrların da desteği ile geleneksel psikiyatrinin savlarını eleştiren bir akım olarak doğdu (4). Biyolojik bir kökeni olamayan bir sorunun biyolojik olarak tedavi edilmesine karşı çıktılar. 90’larda teknolojinin gelişimi ile beraber psikiyatrik hastaların beyinlerinde farklılıkların bulunması ile beraber etkileri azaldı, fakat hala yöntemsel ve kavramsal açıdan psikiyatriyi eleştirmeye devam ediyorlar. Psikiyatrinin bilim değil, norm koruyucusu; amaçlarının ise insana yardım değil, politik düzenin devamının sağlanması olduğunu ileri sürüyorlar. Bu konuya dair verdikleri en önemli örneklerden biri eşcinselliğin 1973’te Amerikan Psikiyatristler Birliği (APA)’nin kararı ile hastalık olmaktan çıkarılması (5). Aslında hastalık olarak görülmemesi her açıdan olumlu bir adım olsa da bu kararın hangi şartlarda ve ne şekilde alındığına bakmak gerekir diyor antipsikiyatri. Bu kararın alındığı yıllarda, özellikle de LGBT direnişinin başlangıç noktası kabul edilen Stonewill Ayaklanması’ndan sonra Amerikan hükümetinin üzerindeki baskı gittikçe artıyordu. APA’nın 1973’teki kongresinde eşcinsellik hakkında oylama yapıldı ve üyelerin %58’i ‘eşcinsellik hastalık değildir’ dedi. Fakat herhangi bir araştırma, çalışma, deney ya da hiçbir bilimsel argüman olmadan bir hastalığı, hastalık olmaktan çıkardılar, çıkarabildiler. O zaman antipsikiyatri soruyor; bütün psikiyatri dünyasını etkileyen bu çok güçlü topluluk, kararlarını bilimsel dayanağa ihtiyaç duymadan alabiliyorsa, psikiyatri anormali neye göre belirliyor?

Bu soruları cevaplamak çok zor ama bir halk geleneği olarak nasıl ki bir doktorla karşılaştığımızda mutlaka soracak bir şeyler buluyorsak, modern versiyonu olarak psikologlar olarak da aynı duruma maruz kalıyor. Kişisel tecrübelerime göre sorulan soruların neredeyse tamamı ‘sence ben normal miyim?’ noktasına bağlanıyor ve bu çok tartışmalı konuya evet ya da hayır diye cevap vermemiz bekleniyor. Bunu cevaplamak benim açımdan pek olası değil. Fakat psikolojinin anormali tanımlamak için seçtiği dört kriteri (sıkıntı, sapma, işlev bozukluğu, tehlike) soruya dönüştürerek, kişilere yönlendirdiğimde aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.

  1. Bu sorun günlük hayatının verimini düşürüyor mu?
  2. Sende ya da ilişkili olduğun insanlarda sıkıntıya neden oluyor mu?
  3. Olağandışı ya da tuhaf davranışlar göstermene neden oluyor mu?
  4. Kendin ya da etrafındakiler için tehlike yaratıyor mu?

Ruh sağlığı profesyonelleri de umarım ki hepimiz gibi arada bir şüpheye düşüyorladır. Bahsettiğim şüphe, tedavi yöntemi seçmek, hastanın ya da danışanın teşhisine karar vermek adına değil. Daha insani ve daha naif olarak değerlendirilebilecek bir bakış açısıyla, ‘bu insan gerçekten hasta mı?’ şüphesi. Akademik olarak bile belirmesi bu kadar zor bir kavramı, pratikte ve insan kadar değişken ve toplumsal etkiye bu kadar açık bir canlı üzerinde teşhis ederken gerçekten durup bir düşünmek gerek.

Kaynakça:

  1. Freud S., 1968 (1930), Civilization and Its Discontents, in The Standard Edition, vol. XXI.
  2. American Psychiatric Association, 2013, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (5th ed.). Washington, DC: American Psychiatric Association.
  3. Rosenhan D. L., 1913, “On being sane in insane places”,Science, 179:250–258.
  4. http://www.antipsychiatry.org/
  5. Drescher, J., 2015, Dec, “Out of DSM: Depathologizing Homosexuality”, Behavioral Science, 5(4): 565–575.

Yazar: Görkem Emek

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Görkem Emek

İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde psikoloji okuduktan sonra Bahçeşehir Üniversitesi'nde klinik psikoloji yüksek lisansını tamamladı. Mesleki deformasyonun sonucu olarak sınırlarını zorlamak hayatının en büyük uğraşı, yazma çabasını da bu yüzden devam ettiriyor. Dinamik terapilerle ilgileniyor, köpeğine aşık. Şu günlerde Türkiye'de bir klinisyen ve bir kadın olarak var olmaya çalışıyor.