lost
Paylaş

“Hayatta iki trajedi vardır: İstediğin şeye sahip olamamak ve istediğin şeye sahip olmak.”

Bernard Shaw’a mı yoksa Oscar Wilde’a mı ait olduğunu şu an hatırlayamıyorum ve hangisine ait olduğunu bulmaya şu an gücüm yok. Fazlaca sıcak ve çokça koşuşturmalı, yoğun yaşanan bir günün sonunda, güneş ışınlarının yerini tatlı kırmızılık ve morluklara bıraktığı şu saatlerde, gün boyu kendini bana hissettirmekle birlikte, bilincimde netleşemeyen ve şimdi, bu sakin dinlenme ve kahvemi yudumlama anında, serin esintilerle birlikte bilincimde ön plana çıkıp netleşen bu sözü kimin söylemiş olduğu şu an hiç önemli gelmiyor bana. Ama anlatmaya çalıştığı şey çok önemli. Özellikle de ikinci kısımda söylenen şey, yani istediğimize sahip olmanın da bir trajedi olması…

Zamanında çok düşündürmüştü beni bu ifade ve bugün yakınımda olan insanların hayatlarında olan biten şeylerden sonra yine hatırladım onu ve bana düşündürdüklerini. Hayatımızın belli bir döneminde bizim için çok büyük bir anlamı ve değeri olan bir şeye sahip olmamız, tek başına, tüm hayatımızın mutluluk içinde geçmesini garanti etmiyor, edemiyor. Eğer o anlamı, geçen zamanla birlikte tazeleme yetimiz yoksa, zaman akıp biz değiştikçe o anlam gerilerde bir yerlerde kalıyor ve artık anlam olmaktan çıkıyor. Bence ilişkilerde de durum çok farklı değil…

Çoğumuz, bir iş ya da bir eş seçerken, sadece seçilen nesnenin verdiği heyecanla yetinip, o heyecanı canlı ve diri tutmak için kişisel gayret göstermediğimiz için, seçtiğimiz kişi ya da iş, her ne kadar bizi ilk dönemlerde heyecanlandırmaya yeterli olsa da, bir süre sonra alışılmış bir şeye dönüşüyor, o kişiye duyduğumuz heyecan artık geride kalıyor ve zaman geçtikçe pırıltısı azalıyor, ta ki bir gün tümden sönene dek. Çünkü biz, günlük hayatın koşuşturmaları arasında, onu ilk seviş nedenimizi ve o anın çoşkusunu unutuyoruz ve zaman içinde ondan, yerine getiremeyeceği şeyler beklemeye başlıyoruz; buna hakkımız olup olmadığını hiç sormaksızın. Sadece beklenti içine giriyoruz ve sonra hayalkırıklığına sürükleniyor “benim sevdiğim kişi bu muydu?” diye soruyoruz.

Bu durumun açıklaması genellikle, zaten aşk denen, sevgi denen seyin kısa ömürlü, gelip geçici olması olarak yapılıyor ya da aşkın verdiği körlüğün geçmesi ve nihayet gerçeklerin görülmesi olarak…

Ancak bence bu durum sadece, bir zamanlar tüm yüreğimizle sevmiş olduğumuz o kişinin bir kusuru ya da eksikliğinden değil; tam tersine, daha çok bizim özensizliğimiz ve ihmalimizden kaynaklanan bir şey. Çünkü çok önemli bir şeyi ne ailemiz ne de okulda aldığımız eğitim bize öğretmiyor, öğrenenler bunu bir çok acı deneyimlerden sonra bizzat hayatın kendisinden öğreniyorlar. Hayatın bir gerçeği de şu ki, bir şeylerden hoşlanmak kadar, o hoşlandığımız şeylere alışmamak için kişisel bir çabayı sürdürmemiz de gerekli.

Bir başka insana duyulan heyecan ve arzunun ya da sevginin sürmesi, yalnızca sevilen kişinin cazibe ve çekim gücüne bağlı değildir, eğer geçen zamanla birlikte monotonluğun bizi sarıp sarmalamasına izin verir, onu her yeni anda, o an olduğu hali ile görmek için kendimizi eğitmez ve onu ilk sevdiğimiz anın anı ve coşkusunu yüreğimizde taze tutmayı ihmal edersek, ne kadar çekici olursa olsun, her insan bir süre sonra, gözümüzdeki eski yerini kaybedecektir.
Yani onunla belli bir zaman geçirdikten sonra, artık onu tanıdığımızı, her şeyi ile tanıdığımızı düşünürsek, hem büyük bir yanılgı içine gireriz, hem de o kişi ya da şeye karşı heyecan ve coşkumuzu yitiririz. Hiç bir insanı her şeyi ile tanımak mümkün değildir. Dolayısıyla, ona her yeni günde, sanki onu daha önce tanımamış gibi, daima taze gözlerle değil de, kanıksamış gözlerle bakarsak, o güne dek gördüğümüzden farklı bir şey görebilmemiz elbette mümkün değildir. ilişkilerin ilk günkü coşkulardan fazla bir şey yitirmeden sürmesi konusunda iş, biraz da bizim nasıl baktığımıza bağlı bence…

Sadece sevgi konusunda değil, hayatımızın uzun bir dönemini etkiyecek tüm seçimlerimiz için geçerli bu durum, ister ilişki konusunda olsun, ister meslek seçimi, ister dost seçimi. Önemli olan sadece yaptığımız seçim değil, asıl önemli olan şey, o seçimden sonra nasıl davranacağımız. Biz her şeyi karşıdan bekler, kendimiz biraz çaba içine girip, en azından biraz daha özenli ve değer bilir davranmazsak; gelişigüzel anlık duyguların ve andan ana değişen başıboş düşüncelerin bizi etkilemesine izin verirsek, önümüze çıkan en büyük değerler bile bir süre sonra değerlerini yitirecektir. Yine, ilişkilerimize dönecek olursak, bu durumda sadece karşımızdaki kişi değil, bizim kendi kişisel mutluluğumuz da zarar görecektir. Önemli olan, sadece partnerimizin ne kadar akıllı, güzel, çekici, kısacası ne kadar değerli olduğu değil; en az bir o kadar önemli olan bir başka şey de bizim ne kadar kıymet bilebildiğimiz ve bunu ne kadar süre boyunca koruyabileceğimiz…

Yazan: Meral Işıldak
Kaynak: kahvemolasi.com


Paylaş

Meral Işıldak

1961 yılında İzmir'de doğdu. 1991 yılında Ege Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 1993 yılında Adnan Menderes Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim dalında göreve başladı.

Not: Meral Işıldak, 2014 yılında gözlerini hayata kapadı. Dergimizin ilk -felsefe alanında- yazarı olan hocamızın anısını yaşatmak ve bize gönderdiği yazıları burada yayınlamak amacı ile bu profili açmış bulunuyoruz.