Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’i (Le Deuxième Sexe, 1949), Fransa’da büyük bir hayran kitlesine sunulmasından ve tartışmaya açılmasından kısa bir süre sonra, New York yayınevi Alfred A. Knopf A.Ş’nin kurucu ortağı Blanche Knopf bundan haberdar oldu. Bu söylentiyle heyecana kapıldı ve ilk başlarda onun bir cinsellik el kitabı olduğu izlenimi altında, cinsel davranışlar konusunda uzman tavsiyesi istedi: emekli zooloji profesörü ve böcek uzmanı olan Howard M. Parshley’den. Parshley, ona kitabın inanç ve öğretiye dayalı (dogmatik) feminist olmaktan ziyade “anlaşılabilir, malumatlı ve dengeli” olduğunu söyledi ve akabinde kitabı İngilizceye çevirmek istedi.
Beauvoir, kadınlara oy kullanma hakkının kabul edilmesinden sonra İkinci Cins‘i yazdı. Onun felsefesi kusura dayanmayan boşanmada, akademik cinsiyet çalışmalarında ve eğitime güçlü erişimde ve doğum kontrolünde, işyerinde cinsel ayrımcılığı ve evlilik tecavüzünü yasadışı yapan yeni bir feminizm “dalgasına” farkında olmadan ilham kaynağı oldu. Bu hareket, kadınlara, Beauvoir’ın “türleri avlayarak yaşama” dedikleri şeyin üstesinden gelmelerine ve kendi kaderlerinin kontrolünü ele geçirmelerine yardımcı olan başka hakları verdi. Beauvoir, İkinci Cins’i tamamen teorik bir çalışma olarak yazmıştı; yine de Betty Friedan, Gloria Steinem ve Kate Millett gibi aktivistlere ilham vermekten memnun oldu. Jean-Louis Servan-Schreiber ile 1975’te Fransız televizyonuna verdiği röportajda Beauvoir, başlangıçta kapitalizmi devirmenin cinsiyetler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldıracağını düşündüğünü söylemiştir. Ancak daha sonra, kadınların durumunun, örneğin, SSCB’de, Çekoslovakya’da veya Komünist Parti’de, kapitalist toplumlarda olduğundan daha iyi olmadığını fark etti ve feminist mücadeleye daha aktif bir şekilde katılmaya karar verdi.
Varoluşçuluk, Beauvoir’ın onu tasarladığı şekliyle, yaşayan ve pratik bir felsefeydi. Aynı zamanda bolca teori de üretti – ancak kendi hedefinin somut sorunlar ile düşünmek olduğunu ve potansiyel çözümler keşfetmek olduğunu söyledi. İnsanlık halinin sorunlarını keşfetme özgürlüğü veren roman, oyun, anı ve kişisel mektupların yanı sıra deneme yazıları yayımladı.
Örneğin, –Beauvoir’ın Les Bouches Inutiles (Kim Ölecek) adlı oyunundaki bir karakter olan– Jean-Pierre on sekizinci yüzyılın Flamanya’nın (Flanders-Belçika, Fransa ve Hollanda topraklarındaki Flemenklerin bölgesi) yönetilme şeklinden nefret eder. Ellerini temiz tutmak adına prestijli bir hükümet görevini redder. Ancak yönetimin bir abluka sırasında yönetimin kadınları, çocukları, yaşlıları ve kasabadan sürgüne göndermeyi planladığını öğrendiğinde, kendi gönül ve fikir rahatlığından pişmanlık duyar. “Ne aptalca kibir!” der sevdiği kadına, “Ben bir ödlektim ve sessiz kalarak seni ölüme mahkum ettim”. Hükümetin politikasını vatandaşlarının temel insan haklarına saygı gösterecek şekilde değiştirmesi için mücadeleye başlar ve başarılı olur. Jean-Pierre’in idrakı, Beauvoir’ın hayat koşullarımızı yaratmada kararlı ve aktif katılımcılar olmak bağlamındaki eylem çağrısının bir yansımasıdır – angaje olmak.
Beauvoir bir varoluşçu, hatta filozof olarak kategorize edilmekten kaçınıyordu; ancak gelecek kuşaklar aynı fikirde değildi. O zamandan beri en çok okunan filozoflardan, varoluşçu düşünürlerden ve feministlerden biri haline geldi –üstelik 1954’te Mandarin romanı Prix Goncourt’u kazanmasına rağmen, büyük ölçüde İkinci Cins nedeniyle.
Beauvoir, İkinci Cins‘te, “Kadın nedir?” sorusuyla başladı. Bulduğu cevap, sinir bozucu bir şekilde karmaşıktı. Bir deneme olarak başlayan şey, yaklaşık 1000 sayfalık bir tarihi ve felsefi analize dönüştü ve onu yazmak tamı tamına on dört ayını aldı. Beauvoir, 1940’larda Paris kafelerinde kendi felsefesini şekillendirirken, cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin yoğun bir şekilde farkına vardı. Kitabı temelden destekleyen Beauvoir’ın ana temalarından biri, “varoluşun özden önce geldiğini” ifade eden ve dünyaya atılırız (varoluş) ve sonra varlığımızı (öz) seçimlerimizle yaratırız anlamına gelen Satrean düsturudur. Tercih yapmamızın engellenmesi baskıdır. Öte yandan eğer kendi özgürlüğümüzü bırakmayı seçersek Beauvoir bunu “ahlaki hata” olarak adlandırır. İkinci Cins, baskının ve kadınların bunu kabul etmesinin kadınların durumunu nasıl şekillendirdiğini derinlemesine felsefi bir araştırma haline getirdi.
Durumun ehemmiyeti, Beauvoir’ı diğer varoluşçulardan ayıran en önemli faktörlerden biridir. Beauvoir’a göre özgürüz; ama her zaman seçim özgürlüğüne sahip olmadığımız bağlamlara atılıyoruz. Bu, Jean-Paul Sartre’ın radikal özgürlük üzerindeki vurgularından çok farklı; onun gözünde, kendi açmazımıza yönelik kendi durumumuzu suçlamaya yönelik herhangi bir girişim, özgürlükten kaçınmadır –bir nevi kötü niyettir. Varlık ve Hiçlik’te Sartre, aşılmaz bir kayalık –bir Heidegger terimini kullanmak suretiyle “uygarlıktan uzak bir varoluş”– hayal etti ve ancak bir tek kişinin ona tırmanmanın mümkün olduğunu hayal etmesi ile aşılamaz olduğunu ileri sürdü. Bu fikir üzerine çok da gizli olmayan bir tenkitte, Beauvoir, Ethics of Ambiguity’de (Belirsizlik Etiği’nde) “Bir kapı açılmayı reddederse, açmamayı kabul edelim ve orada özgürüz” iddiasında bulundu. “Ancak bunu yaparak, kişi yalnızca soyut bir özgürlük kavramını korumaktan sorumlu olur. [Özgürlüğün] tüm içeriği ve tüm hakikati boşaltılmış olur”. Halbuki Sartre için, “başarı, özgürlük için önemli değildir”. Beauvoir’ın anlatmak istediği şey ise hareket etme olasılığı olmadan –kendi durumumuzla sınırlı olduğumuz takdirde– özgürlüğü etkisiz kılarız. Bir kayalığa tırmanarak çıkabilmek için özgür olabiliriz; ama bunu yapma gücümüz olmadıkça hiçbir şey ifade etmez.
Beauvoir’ın İkinci Cins’te ortaya çıkan en devrimci fikri, “Kadın doğulmaz, kadın olunur”dur. Yazdığı tarihten bu yana bunun anlamı tartışılmıştır. Anlaşılabilmesine yönelik bir yol, cinsiyetin (sex) biyolojik olmasına rağmen, toplumsal cinsiyetin (gender) toplumsal ve kültürel olarak oluşturulmasıdır. Bir kadının vücudunun biyolojik gerçekleri, toplumdaki rolünün bir anne ve ev kadını olması ya da erkeğin rolünün, ekmek kazanan olması anlamına gelmez. Beauvoir –yaşamın biyolojik yönlerini aşırı vurgulayan ve insanları anatomilerine indirgeyen– bunun gibi kusurlu mantığın kadınları kendi rollerinde, “ikinci cins” olarak tutmak için kullanıldığını iddia etmiştir.
Hepimiz biyolojide kökleniyoruz; ama bu bizim geleceklerimizi anlamlı bir şekilde sınırlamıyor – Beauvoir’ın “insan toplumu dahilindeki hiçbir şey doğal değildir” ifadesi sebebiyle. Vücudumuzun –Beauvoir’ın kendi “olgusal gerçekliğimiz” olarak adlandırdığı– gerçeklerini inkar edemeyiz; ancak kendi biyolojimizin bizim için belirli bir kaderi belirlediği varsayımı safi önyargıdır. Bir bebeğe gebe kalmak, dişi hayvanın doğal bir faaliyetidir; çocuk yetiştirme yükümlülüğü ise değil. Bu daha ziyade bir sözleşmedir, seçilen ya da reddedilen bir taahhüttür. Cinsiyetlerin kendilerini ortaya koyduğu farklılıklar, bir tür “esrarengiz öz”den daha çok kendi durumumuzla ilgilidir. Her ne kadar Beauvoir, kadınların sineye çektikleri için suçlu olduklarını söylediğinde, kurban-suçlamalarına tehlikeli bir şekilde yaklaşsa da kadınların razı olmasının, kendilerine konan gelenekleri, rolleri ve kısıtlamaları müzakere etmek için bir problem çözme stratejisi olduğunu kabul ediyor.
Beauvoir’ın durum hakkındaki incelikli vurgusunun doruğa ulaştığı yer burasıdır. Evet, özgürüz; ama bu daima içinde bulunduğumuz durumdaki özgürlüktür. Açık bir geleceği seçme olasılığını ortadan kaldıran durumlarda, özgürlüğümüz ihlal edilir. Cehalet veya baskıcı durumlarda sıkışmış olanlar kendi özgürlüklerinden mahrum bırakılırlar. Bireyler buna karşı isyan edebilirler; ancak zorlayıcı sosyal normlar genellikle yüksek bir maliyete neden olur. İşte bu yüzden İkinci Cins, kolektif değişim için acil bir eylem çağrısı ile sona erer –kadınlar için baskıya meydan okumak, özgürlüklerini benimsemek ve kendi seçtiği projeler ve kariyerleri takip ederek otantik bir şekilde yaşamak. İlk adım ekonomik bağımsızlıktır; ama aynı zamanda, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin zafer ve yenilgiler yerine kardeşlik, arkadaşlık ve sevgiden biri haline gelmesi için de ahlaki, sosyal ve kültürel değişimlere ihtiyacımız var. 1976’da Susan J. Brison ile yaptığı röportajda Beauvoir şöyle der: “Aslında, bu hakimiyet düşüncesinin eril evrenin tümüyle yok edilmesi gereken özelliklerinden biri olduğuna eminim; karşılıklık, işbirliği, vb. arayışına girmeliyiz.”
Beauvoir’ın, özgürlüğü değiştiren durumlara dair fikirlerinin, feminizmin ötesinde, cezalandırılma, affetme ve intikam konulu tartışmalara kadar daha geniş sonuçları vardır. 1946’da yayınlanan Les temps modernes’te –Sartre, Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, Raymond Aron ve diğerlerinin editörlük yaptığı bir Fransız dergisi– yayınlanan, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından savaş davaları arasında yazılan, Beauvoir’ın “Göze Göz” (An Eye for an Eye), adlı eseri, suçluların durumunu ve intikam arzusunu ele alıyor.
Beauvoir’ın önerdiği adalet, diğer insanlarla karşılıklı bir ilişkimizin olduğunu ve bu ilişki bozulduğunda, eşdeğerliği kendi durumumuz lehine düzeltmek için “bunun bedelini ödemesini” istememizi kabul etmeyi kasteder. Kalabalık bir yerde olduğunuzu ve biri tarafından itildiğinizi hayal edin. Sizi bir diğeri için, bir engel, bir nesne, bir yaratıkmış gibi hissettiriyor. Size çarpıp iten kişi ve sizin aranızdaki karşılıklı ilişkinin ihlal edildiğine dair bir onay talep edersiniz. Bir özür, durumu hızla yumuşatabilir, siz ve öteki arasındaki saygıyı geri yükleyebilir. Bir özür söz konusu değilse, adalet istemek anormal olmaz. Belki de suçu işleyeni az çok nezaketli bir tavırda ele alırsınız, belki de ona en sert görünümünüzle vurursunuz, ya da karşılığında belki de onları iteklersiniz. Tazminat isteğiniz sadece kişisel bir düzeyde kalmaz –bu, hepimizin aramızdaki saygı düzeyini koruma çabasıdır. Beauvoir, “kendisi için talep ettiği saygıyı, her insan kendi sevdiklerine ve nihayetinde herkese yönelik talep eder” diye yazıyor.
Her ne kadar kişi iteklenmeye adamakıllı kızsa da, genellikle itekleyen kişi tamamen kötü değildir. Bir kaza ya da belki de dikkatsizlik olması daha muhtemel. Kötü insanlar başkalarına korkunç şeyler yapacaklardır. Beauvoir’a göre, “bir kişi ahbaplarına, insan olarak onların var oluşlarını inkar ederek işkence, aşağılama, kölelik, suikast yoluyla nesneler gibi davrandığı anda nefret edilesi bir şey ortaya çıkar”. Başkaları için nesneler olduğumuz doğrudur, ancak aynı zamanda özneyiz de –ve başka birinin varlığının içsel boyutunu kabul etmemek vahşicedir. Sartre için, birbirimizi her zaman bir nesneye indirgemeye ya da kendimizi diğeri için bir nesneye indirgemeye çalışıyoruz ve sonsuza dek birbirimizin özgürlüğünü çalmayı denemek, sadomazoşist ilişkiler vasıtasıyla bizi tuzağa düşürüyor. Beauvoir’a göre bu bir acımasızlıktır ve başkalarının öznelliğini inkar etmek, insanlığa karşı “tek günahtır”.
Je suis partout’nün editörü faşist gazeteci Robert Brasillach, Fransa’nın Nazi işgali sırasında, Beauvoir’ın şahsen tanıdığı Fransız Yahudilerinin takma adlarını ve yerlerini yayınladığında, Beauvoir’ın tek günahını işledi. Beauvoir, Brasillach’ın davası sırasında basın galerisinde oturdu ve “yazar olarak dayanışma” çağrısında bulunan, O’nu ölüm cezasından kurtaracak bir imza dilekçesi dolaştırıldığında Beauvoir imzalamayı reddetti.
Beauvoir’ın düşündüğü ceza, kötülüğe karşı gerekli bir kötülüktür. Kişi dindarsa, bu sorunla karşı karşıya kalmaz. Tanrı nihai yargıçtır ve “tek başına cezalandırma hakkı vardır”. Gel gör ki, diğerleri, insani değerleri nasıl koruyacakları sorunuyla karşı karşıyadır. Beauvoir, Brasillach’ın durumunu makul ölçüde iyi anladığını düşünüyordu. Onun ölmesini istemedi. Ancak, “gaz odaları kadar ölüm saçan kelimeler vardır” dedi. O, nihai adaleti sağlayacak bir Tanrı’ya inanmadı ve soykırım savunucusunu affedemedi.
Charles de Gaulle, Brasillach’ı affetmeyi reddetti ve [Brasillach] kurşuna dizme ekibi tarafından idam edildi. Bunun uygun bir ceza olduğu düşünülebilirdi; ancak Beauvoir için bu gerçek bir intikam değildi: Mağdur eden kişi, müşterek bir durumda olma deneyiminden kaçtı ve “ölerek dünyadan kaçtı; cezasını umursamıyor”. Bununla birlikte, bu ceza bir son çare olmasına rağmen, Beauvoir, her eylemin bir sonucu olduğunu, yaşam ve ölümün anlamlı olduğunu ve “onları hayatı pahasına onaylamanın şok edici bir şey olmadığı” fikrini pekiştirmeyi önemli bulmuştur.
Ne var ki, tıpkı insanları öldürdüğü için bir doğal afetten nefret etmenin saçma olması gibi, insanlığımızı kasıtlı olarak ihlal etmeyen yaygın suçlulardan nefret etmek de saçmadır. Beauvoir, savaştaki askerlerin sadece emirlere göre hareket ettikleri için değil, fakat her iki tarafta da askerlerin benzer durumlarda oldukları için nefret edilmeyi hak etmediklerini, öne sürüyor. Durumların karşılıklığı söz konusu.
Yaygın suçlar nesnel anlamda korkunç görünebilir. Yine de Beauvoir, failin öznel deneyimini dikkate aldığımızda farklı bir hikaye önermektedir. Belki de fail bir hata yaptı ya da talihsiz bir dürtüye yenik düştü. Belki de o zamana kadar en iyi olanı yaptığını düşündüler, ya da belki hiç düşünmediler. Yargılamak için çok hızlı olmamalıyız:
Bir başkasını yargılamak bir sürü kibir ve çok az hayal gücü gerektirir. Kişi bir insanın karşılaşabileceği cazibeleri nasıl ölçebilir? Bir davranışa gerçek şeklini veren koşulların ağırlığını nasıl anlayabiliriz? Birinin yetiştirmesini, komplekslerini, başarısızlıklarını ve tüm geçmişini –dünyadaki tüm bağlantılarını– hesaba katmak zorunda kalırız.
Brasillach, defalarca, kasıtlı olarak ve kendi yaptıklarının ölümcül sonuçlarının tamamen farkında olarak birçok isim yayınladı. Yine de, suçun bir sapkınlık olduğu durumlarda, Beauvoir affetme lehine yanılgıya uğramayı önerir; çünkü tüm mağdur edenler diğerini bir şeye kasten indirgemezler: Bilinçli olarak başka bir kişiliğe bürünmezler. Bir kişi, eylemlerinde neyin yanlış olduğunu, kurbanlarının gözüyle yeni bir ışıkta görene kadar anlamayabilir. Bu gibi durumlarda ceza yerine rehabilitasyona odaklanabiliriz. Beauvoir şöyle yazar:
Kişi, çocukları, cahilleri, kötü bilgilendirilmiş olanları yeniden eğitir; onları cezalandırmaz. Ne bir hastayı ne de vicdanın yok edildiği çılgın insanları cezalandırmaz. Ve normal bir yetişkinin bile, üzerinde çok sayıda fizyolojik ve sosyolojik faktörün ağırlığı altında, seçmediği durumlarda her zaman yaramazlık yaptığını herkes bilir.
Anlamak, kabul etmektir ve eğer durumu, saldırganın öznel deneyimini anlıyorsak o durumda suçlar genellikle kendilerini korkunç yapan şeylerin çoğunu kaybeder. Daha tartışmalı ifadelerinden birinde, Beauvoir “kişi eğer yeterince iyi tanıyorsa, Hitler’in davranışını bile açıklayabilir” diyecek kadar ileri gider. Yine de, Beauvoir için, bir durumu açıklamak onu affetmek anlamına gelmez. Durumu anladığımız vakalarda bile, tek düşündüğümüz bir kişinin seçim yaptığı bağlamdır. “Tabii ki, insan acınacak halde, perişan, dağınık, çamura batmış; ancak aynı zamanda özgür bir varlıktır. En acil cazibeleri reddedebilir.”
Beauvoir’ın özgürlük ve gerçeklik arasındaki gerilimin kabulü burada tekrar kendini ortaya çıkarıyor: Eylemlerimizden özgür ve sorumlu olduğumuz doğrudur; ancak aynı zamanda konumlara tıkanırız. Beauvoir için, Sartre’da olduğu gibi, eylemlerimizin toplamıyız; ancak biz bundan daha fazlasıyız da. Biz ayrıca kendi geleceğimiz ve niyetlerimiziz. Geçmiş eylemlerimizden kaçamayız; ama onlara köle olmamalıyız –ve insanları geçmişlerinin kölesi haline indirgememeliyiz– çünkü insanlar her zaman yeni eylemlerle kendilerini mahkumiyetten kurtarabilirler:
Kişi koca bir insanı, hayatının bir anına dayanarak mahkum edebilir mi? Bu daha da merhametsiz olurdu; çünkü kişinin ona yönelik yüzüne vurduğu ayıp çoktan geçmişte kaldı. [O eylem] artık bir özgürlüğün ifadesi olarak değil, hiç olmazsa insanın kendisine rağmen haksız tarafının ardında bıraktığı izleri onarmaya benzer bir şey olarak var oluyor. O suçu işleyen kişiden başka biri olduğuna göre hala ondan nefret edebilir miyiz? Peki ceza vasıtasıyla iş görmenin ne yararı var?
En nihayetinde, Beauvoir, “bütün cezalar kısmen başarısızlıktır” der; çünkü dünyadaki adaleti yeniden tesis etmek için, kişiye kendi suçlarının bedelini gerçekten ödettirmek için, suçu işleyenin suçun dehşetini deneyimlemesi gerekir. Bu sadece ceremesini çekmeyi değil, aynı zamanda mağdurun durumunu da ifade eder. Toplama kamplarındakiler serbest bırakıldıklarında ve kendi gardiyanlarını katledildiklerinde, başarılı bir intikamın eşiğine geldiler; çünkü “kurbanlar ve işkencecileri gerçekten durum değiştirdiler” diyor.
Yine de, Beauvoir kişiye özel intikam için son derece isteksizdir. Kuşkusuz, “göze göz, dişe diş”, O’nun “bir sihir kokusu” olarak adlandırdığı şeyi davet eder. “Bilinmeyen karanlık simetri tanrısını tatmin etmeye çalışır. Fakat, her şeyden önemlisi, derin bir insani ihtiyaca karşılık gelir”. Bununla birlikte, prensip, öç alan kişiyi, sırf intikam ve adaletsizliğin dipsiz bir bataklığı içinde bocalamaya hizmet eder. Sosyal adalet cazip olabilir; ancak gerekli bir süreç olmaksızın, bir tiranlığa inme riskini taşır: İntikam arayışındakiler, kendilerini iktidara kolaylıkla kaptırabilirler; hata yaparlar ve yanlış insanlar cezalandırılır.
Mahkeme duruşmaları bu tür meseleleri ele almayı amaçlasa da, Beauvoir onların da son derece kusurlu olduğuna işaret etmektedir. Çoğu kez, soyut süreçleri takip eden ilgisiz yargıçların, yapılan haksızlıklar için hiçbir makul tazminat temin etmeyen, şimdiye dek suç olmaktan çıkarılan keyfi cezalar verdiği bu duruşmalar drama ve gösteri için bir tatbikattır. Mahkeme salonundaki objektifliğin ideal olduğunu düşünmemize rağmen, Beauvoir’ın karşıt görüşleri şunlardır:
Resmi mahkemeler Kantçı mirasının en kötü tarafı olan bir nesnelliğin ardına sığınmak istediklerini iddia ediyorlar. Onlar sadece kişisel olmayan bir hakkın ifadesi olmak ve evrensel bir yasa kapsamında belirli bir davanın alt bölümünden başka bir şey olmayacak olan hükümler sunmak isterler. Ama sanık, kendi tekilliğinde var olur ve kendi somut varlığı, soyut bir sembolün aldatıcı dış görünüşünü kolay bir şekilde kabul etmez
Ne var ki bu, bizim sahip olduğumuz sistemdir. Beauvoir’ın yaklaşımıyla ilgili temel sorunlardan biri, bir saldırganın ötekine kasten bir nesne olarak davranıp davranmadığını veya başka bir motivasyonun olup olmadığını ya da yalan söyleyip söylemediğini anlamak için somut bir yöntemin olmamasıdır. Mahkemelerin amacı, bu tür şeyleri dikkate almaktır; ancak bunu etkili bir şekilde yapıp yapmadıkları başka bir sorudur. Üstelik bağışlayıcı tutumlardan da yararlanılabilir.
Oysa ki, Beauvoir’ın düşüncesinin anlamı, olumlu eğitimin, rehabilitasyonun ve insanlara kendilerini affettirmek için güven duymamızın, intikamdan daha iyi yöntemler olduğudur. Affetmek, unutmak ya da insanların mezalimleriyle kaçmasına izin vermek anlamına gelmez; daha ziyade, bireylerin birbirlerinin durumlarına saygı duymasına daha iyi uyum sağlamak ve insanlığın onurunu korumak anlamına gelir. Gerek cinsiyetler arasındaki gerginlik, gerekse mağdur ve saldırgan arasındaki karşılıklık ve işbirliği, kardeşlik ve arkadaşlığa yönelik daha net bir yol sağlar. Beauvoir’ın dediği gibi, hepimiz “hiçlik tarafından yenildik ve eskidik”. Hepimiz dünyada bir arada kendi haline bırakılmışız ve özgürlükler durmaksızın birbirleriyle ve vahşi mevcudiyetle çarpışırken kendimizi belirsiz durumlarda buluyoruz; ama hayatlarımız da bir kemerdeki taşlar gibi birbirine bağlı. Bu tür insanlık halini, Beauvoir şöyle yazıyor: “Durumumuzun ne olduğunu sadece tespit etmekle kalmayıp, onu belirsizliğin tam ortasında seçmek zorundayız”.
Yazar: Skye C. Cleary
Çevirmen: Julide Yapıcı
Kaynak: TLS