Varoluşçuluk, sıradan bir kişinin bile, hakkında okuyup düşünebileceği ve incelemeler yapabileceği en popüler felsefi alanlardan biri olmaya devam etmektedir. Sorduğu sorular, ele aldığı problemler, özgür iradenin kendini ortaya koyuşu, kaygı ve anlam arayışı; hepimizin günlük yaşamlarımızda karşı karşıya kaldığımız şeylerdir. Herkes için geçerli olmayabilen çözümler sunan varoluşçuluk, özellikle dinle ilgili yanıtlar vermeye çalıştığında büyük bir kör noktaya sahiptir.
Nedenini şöyle bir düşünecek olursak, Nietzsche tanrının öldüğünü ilan etmişti, Sartre, Camus ve Beauvoir birer ateistti ve varoluşçu nihilizm felsefesi tanrının varlığını reddetmekteydi. Varoluş korkusunu üzerinden atarak rahatlamaya çalışan dindar biri için, varoluşçuların modern yaşamın sorunlarına dair öne sürdüğü görüşlerden uzak kalarak, aradığı cevapları bulması oldukça zor görünüyor.
Ama, Hıristiyanlığı kendi düşüncesinin temel ilkelerinden biri yapmış olan bir filozof var. Varoluşçuluk akımının kurucusu Søren Kierkegaard.
Kierkegaard, 19. yüzyılın başında, Kopenhag’da yaşayan varlıklı bir ailede doğmuş, Danimarkalı bir filozoftur. Alternatif bakış açılarını keşfetmek amacıyla sıklıkla takma bir ad kullanan üretken bir yazardı. Çalışmaları kaygı, anlamsızlık, özgünlük, umutsuzluk, anlam arayışı ve bireycilik gibi varoluşçu düşüncenin tüm alanlarını kapsar. Bununla birlikte, ateist haleflerinden (ardıllarından) farklı olarak, Kierkegaard inancını, insan hayatının sorunlarına cevap bulmanın odağına yerleştirir. Nasıl ki Nietzsche’nin söylemi için tanrının ölümü kilit bir nokta oluşturduysa, Kierkegaard için de Tanrı’ya duyulan ihtiyaç öyle bir kilit nokta oluşturmuştur. Onun fikirlerinden bazıları:
Anlam bulmak üzerine
Kierkegaard hayatın saçma olabileceğini ve anlam bulmanın zor olduğunu kabul eder. Tüm bunlara tanrının ölümünün neden olduğunu söyleyen Nietzsche’nin aksine, Søren, The Present Age (Şimdiki Çağ) isimli kitabında, kavramlardaki bu anlam boşalmasına olaylara fazla akılcı bir yaklaşımla bakma eğiliminin ve soyutlamanın neden olduğunu iddia eder. Tutkulu bir adamın sinirli, taşkın biri olarak görüldüğü ve insanların çoğunluğunun bunu sorgusuz sualsiz kabul ettiği örneğinde olduğu gibi, giderek insanların genellemelerle düşündüğü bir çağda yaşadığından yakınır.
Bize, yaşama tutkuyla sarılmamızı, toplumsal düzene uymaya çalışmaktan çok hayatı nasıl yaşamamız gerektiğine kafa yormamızı haykırır. Onun felsefesi tamamen böyle yaşamak üzerinedir, hatta, dışarıdan bakan birinin böyle bir motivasyonla hareket ettiğinizi göremeyeceği bir noktaya kadar bu çabayı içselleştirmiş olmanızı ister.
Aynı zamanda Kierkegaard, son kuşak varoluşçular tarafından üzerinde sık durulan bir noktayı yıllar öncesinde fark etmiştir; akıl ve bilim size çok şey anlatabilir ancak bir şeye anlam ya da değer veremez. Bunu siz yapmalısınız. Anlam, değer ve amaç ölçülebilir unsurlara indirgenemez, hayatının anlamının ne olacağına karar vermek özgür iradesiyle hareket eden bireye bağlıdır. Anlam bulmak için Kierkegaard’ın tercih ettiği çözüm, bir inanç sıçramasıyla Tanrı’yı bulmaktır. Ona göre sadece bu bile bize, hem aradığımız anlamı verecektir hem de biz insanların yaşamına bir denge getirecektir.
Özgür yaşamak üzerine
Søren bize, dünyayla bir birey olarak karşılaşmamız gerektiğini söyler. Bununla birlikte, tam anlamıyla kendimiz olabilmek için bir kişinin, kendisini “oluşturan gücü” tanıması gerektiğini varsayar .Ona göre bizlere, kendimizi keşfetmek ve kendimiz olarak yaşamak, ahlaki bir zorunluluk olarak verilmiştir ve Tanrı bunun kilit noktasıdır. Yaşarken karşılaştığımız olaylar ve fırsatlar konusunda, her gün birtakım seçimler yapmak zorunda kalırız. Herhangi bir seçim yapmamak da bir tercihtir ancak kötü bir tercihtir. Kendimiz olmaktan kaçmak umutsuzluğa düşmektir ki bu Kierkegaard için günahkar olmak anlamına gelir.
Kierkegaard aynı zamanda bizleri, hayatımızın yolunu seçmekle ilgili duyacağımız kaygı konusunda da uyarır. Bir taraftan bir seçim yapmamız gerekir ancak diğer taraftan yapacağımız seçimin doğruluğundan asla emin olamayız, tıpkı “hayat ancak geriye bakarak anlaşılabilir ama ileriye dönük yaşanmalıdır” sözünün bize anlattığı gibi. Aynı şekilde, sahip olmayı seçmediğimiz yaşamlar haricinde, önümüzde seçim yapmak için sonsuz fırsatlar uzanır. Kierkegaard, seçim yaparken bazı olasılıkların yaşanmayacağını bilerek yaptığımız seçimlerden duyacağımız endişeyi de muhteşem bir biçimde ifade eder. “Eğer evlenirsen, pişman olacaksın; eğer evlenmezsen, bundan da pişman olacaksın; evlen veya evlenme, ikisinden de pişman olacaksın; dünyadaki aptallıklara gülsen de pişman olacaksın, ağlasan da pişman olacaksın; gül veya ağla, ikisinden de pişman olacaksın…”
Nietzsche gibi, Kierkegaard da, hayatımızdaki anlam problemini çözmek için “izm”lerin potansiyel bir kullanıma sahip olduğunu gördü. Søren, insanın kendisi için bir anlam belirlemesinden kaçış olarak, “ahlaki” bir hayat sürmesi düşüncesine odaklanır. Anlamı kendi kendimize bulmak yerine benimseyeceğimiz toplumsal ya da etik bir sistem seçerek, anlamı, benimsediğimiz bu sistemle olan ilişkimizde bulabiliriz. Kierkegaard, bu yöntemi, sorunlarımıza ideal bir çözüm olarak düşünmese bile birçok insan için bir olasılık olarak görür.
Soren Kierkegaard’in anlam problemine bulduğu çözümlerden bir diğeri de, daha Nietzsche Ubermensch (Üstinsan) kavramını kullanmadan yıllar önce keşfettiği, Ubermensch’in Hıristiyan bir versiyonu olan The Knight of Faith idi. The Knight of Faith (İman Şövalyesi), iman etmiş olmasından dolayı, hayatını gerekçelendirmek için dışsal bir mantıksallığa ya da “izm”lere sığınmanın ötesine geçmiş bir kişidir ve kendisini daha yüce bir çağrıya adamıştır.
Kierkegaard’ın İbrahim ve Meryem ile örneklendirdiği üzere bu yüce çağrı Tanrı’dır. Onlar, Tanrı’nın İbrahim’den oğlunu kendisine kurban etmesini talep ettiği örnekte olduğu gibi, Tanrısal taleplerin ahlaksal alana aykırı olabileceğini anlarlar. Bununla birlikte, bir İman Şövalyesi olmak demek yine de bu etik kaygıları taşımak demektir çünkü Nietzsche’den bir kavram çalarak açıklamak istersek; bu iyi ve kötünün ötesinde olmaktır.*
Varoluşçuluğun faydaları, Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışından büsbütün ayrılmak zorunda değildir. Aynı şekilde, Kierkegaard’ın görüşlerinden faydalanmak için de Hıristiyanlığa bir adanmışlık gerekmez. Kierkegaard, sahte bir puta dua eden “tutkulu putperest”in sadece alışkanlıktan dolayı ibadet eden bir Hıristiyan’dan daha iyi yaşadığını savunur. Hıristiyan olmayanlarımız için bile, Søren Kierkegaard’ın dünya görüşünü göz önüne alarak, kendimizi ve insan olarak hepimizin karşılaştığı sorunları biraz daha iyi anlayabilmek mümkündür.
*Kierkegaard, burada potansiyel bir sorun görenler için, Fear and Trembling (Korku ve Titreme) adlı kitabında, kimin İman Şövalyesi ve kimin sadece bir deli olduğunu belirlemek için bazı yöntemlerin kullanılması gerektiğini not eder. Aynı şekilde, Şövalyeler korkunç ve tuhaf şeyler yapmak (çocukları feda etmek ya da sünnet icat etmek gibi) için dinsel ateşten ilahi bir şekilde ilham alabilirken, Søren, tipik bir Şövalye’nin daha ağzı sıkı, içine kapanık olacağını söylüyor ve onlardan asla haberdar olmayacağımıza inanıyor. Bu cevabın yeterli olup olmadığı konusunda tartışmalar devam etmektedir.
Yazar: Scotty Hendricks
Çeviren: Nilgün Lallı Açıkalın
Kaynak: Big Think
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.