Thomas Kuhn, 1962 yılında, bilim felsefesini kökünden sarsan bir kitap yayınladı. Bu kitaptan önce, bilim yalnızca yakın geçmişle ilişkilendirilirdi ve tarihinin de bundan ibaret olduğu varsayılırdı. Bilimin, gerçeğe doğru amansız bir yürüyüş, bilimsel her yeniliğinse bir ilerleme olduğuna inanılırdı. Belki (Isaac Newton’dan alıntılayarak) bilim insanlarının devlerin omuzlarında durduğu doğruydu ([1]) ancak aynı zamanda, her değişimin bizi daha yükseğe taşıdığı da varsayılmıştı. Ne gariptir ki bir filozof, Kuhn, bilim insanlarının yapması gerekeni yaptı ve önündeki kanıtlara baktı. Gördüğü şey, dünyanın işleyişiyle ilgili nesnel gerçeğin düzenli ve tekdüze birikimi olmaktan çok uzaktı: Bilim tarihi, egemen fikir birliğinin dağıldığı her an kesintiye uğramıştı. İlk kitabı Kopernik Devrimi’nde (1957) bu, en canlı örneklerle, neden – sonuç ilişkileri kurularak anlatılmıştır. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında, bilimsel ilerlemenin doğasına ilişkin kendi genel modelini vermek için bu resmi genişletmiştir.
Normal ama Devrimci Bir Yaşam
Thomas Samuel Kuhn, 18 Temmuz 1922’de, Ohio eyaletinin Cincinnati şehrinde dünyaya geldi. I. Dünya Savaşı gazisi olan babası Samuel, endüstri mühendisi ve yatırım danışmanıydı. Vassar Üniversitesi mezunu olan annesi Minette ise (evlenmeden önceki soyadı: Strook) ilerici yayınlar yazmış ve bu tip yayınların editörlüğünü yapmıştı. Ebeveynlerinin her ikisi de sol politikada aktiflerdi ve radikal bir bakış açısına sahiplerdi. Thomas, geleneksel müfredata bağlı kalmak yerine bağımsız düşünmeyi öğreten ilerici okullarda eğitim gördü. ([2]) Belki de yedi yaşında zar zor okuyup yazmasının ve ancak babasının yardımıyla yaşıtlarının seviyesine gelebilmesinin sebebi buydu.
Çalkantılı okul kariyeri ve sık sık taşınmaları, daha sonraları Thomas’ın özellikle kadınlarla uzun süreli ilişkiler kurmasını zorlaştıran bazı sorunlar yaşamasına sebep olduğundan annesi onu bir psikanaliz seansına göndermeye başladı. Seanslarda sürekli uyuyakalan danışmanından nefret eden Kuhn, sorunlarını çözmenin yolunun kendini ilişki kurmaya zorlamakta olduğunu düşündü ve 1948 yılında Kathryn Muhs ile evlendi. Annesi gibi Katheryn de Vassar Üniversitesi mezunuydu. 1978’de boşandıklarında, Sarah, Elizabeth ve Nathaniel adlı üç çocukları vardı. Kuhn üç yıl sonra Jehane Barton Burns ile evlendi.
Erken dönem okuma yazma problemlerini bir kenara koyarsak, Kuhn, matematik ve fiziğe özel ilgi duyan mükemmel bir öğrenciydi. 1940 yılında Harvard’a kabul edildi. Kuhn lisansının ikinci yılındayken Amerika II. Dünya Savaşı’na girdi. 1943 senesinde en yüksek dereceyle fizik diplomasını aldıktan sonra düşman radar sistemlerine karşı önlemler geliştirmek için kurulan Radyo Araştırma Laboratuvarı’ndaki çalışmalara dahil oldu. Bu, onu önce İngiltere’ye daha sonra da savaşta ele geçirilen ekipmanları ilk elden incelemek için özgürleştirilmiş Fransa ve Almanya’ya taşıyan yol oldu.
Fiziğe olan bağlılığının azalmasına ve felsefeye olan ilgisinin artmasına rağmen, Harvard’a döndüğünde, doktora derecesini almanın en kolay yolu olarak gördüğü için fizik okumaya ve çalışmaya devam etti ki; sonunda, 1949’da fizik doktoru oldu. Doktora çalışmaları sırasında lisans öğrencilerine Bilim Tarihi dersi vermesi önerildi. Kuhn bu dersi hazırlarken, daha sonra kendisinin en büyük çalışmasına ilham kaynağı da olacak olan farkındalığı kazandı.
Fikirlerinin gelişmesindeki kilit anlardan biri Aristo üzerine çalıştığı sırada yaşadığıydı. O dönem bilim, halihazırda o güne kadar ulaşmış olan tüm bilgilerin ve yöntemlerin üzerine koyarak ve birikimini bu şekilde yaratarak işliyordu. Bu yüzden Kuhn, Galileo, Newton ve arkadaşlarının zaman içinde üzerine inşa ettikleri bilgi temellerini bulma umuduyla Aristo’nun fiziğini (adına fizik denebilecek ilk çalışmalarını) araştırmaya başladı. Fakat bunun yerine, Aristo’nun fiziği kavrayış şeklinin, modern dünyanın bilgisiyle ele alındığında tam bir saçmalık olduğunu gördü ve hayrete düştü. Bu denli yanılmış birine nasıl olup da böylesine saygı duyulabildiğini anlamakta zorlansa da Aristo’nun değerini anlamanın yolunun, onun içinde bulunduğu şartları ve bağlamı anlamaktan geçtiği kanısına vardı. Bunu yaparken, çok sayıda çağdaş analizden faydalanarak tamamıyla farklı bir bilim resmi oluşturdu.
Tarihsel Açıdan Bilimsel Yöntem
Yirminci yüzyılın ortasında bilim felsefesi neredeyse sadece bilimsel yöntemleri tanımlama üzerine odaklanmıştı. Bilimin nesnel, ideal, insan kusurlarından bağımsız bir yöntem olduğu ve şayet bilimin ayırt edici özelliklerini tarif edebilseydik, herkesin bakıp bilim yapabileceği bir şablona sahip olacağı varsayılırdı.
Tartışma büyük oranda mantıksal pozitivistler ve Karl Popper arasındaydı. Her iki taraf da bilimin rasyonel bir uğraş olduğunu ve bilim insanlarının, kanıtların onları götürdüğü yeri kabul etmek zorunda oldukları görüşünü benimsemişti. Geniş çerçeveden konuşursak mantıksal pozitivistler; bilimin, olguların birikimi ve bu olguları sürekli artan doğrulukla açıklayan matematiksel modellerin geliştirilmesi olduğunu savunan geleneksel görüşe bağlıydılar. Ayırt edici özellikleri, bilimin kesinlikle gözlemlenebilir olgulara bağlı kalmasını şart koşmalarıydı. Olgular tarafından doğrudan desteklenmeyen teoriler oluşturmaktan kaçınma konusunda ısrarcıydılar. Mantıksal pozitivizm, A.J.Ayer’in Dil, Doğruluk ve Mantık kitabında geliştirdiği doğrulama ilkesini savunur. Bu ilke, ampirik (deneyimsel) kanıt veya katı mantık kurallarıyla desteklenemeyen şeylerin metafizik olduğunu ve bilimde (veya aslında başka hiçbir yerde) yeri olmaması gerektiğini belirtir. Adil olmak gerekirse mantıksal pozitivistlerin de farkında oldukları önemli bir sorun, hiçbir ampirik kanıtın (ya da mantığın) bilimsel bir iddiayı kanıtlamaya yetemeyeceğidir. Buna verilen klasik örnek, bir milyon beyaz kuğuyla karşılaşmış olmanın, bundan sonra karşılaşacağın her kuğunun da beyaz olduğunu kanıtlamamasıdır. Öte yandan Popper, yalnızca bir siyah kuğunun, “tüm kuğular beyazdır” önermesini çürüttüğünü söyleyerek konuya yeni bir bakış açısı getirir. Yani elinizdeki kanıtlar size neyin doğru olabileceğini veya neyin kesinlikle yanlış olduğunu gösterebilir. Ve kesinlik arayışı içerisindeki bilim, kendi teorilerinin yanlış olduğunu kanıtlamaya çalışmalıdır. Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi budur.
Kuhn’un Devriminin Yapısı
Kuhn, bilimle ilgili tarihsel kanıtlara bakarak, eline geçirdiği verilerde bir örüntü görebileceğine inanıyordu (fizikçilerin yapmak için eğitildikleri şey) ve tarih, Kuhn’a göre, çoğu bilimsel araştırmanın (bilimin hangi dalında olurlarsa olsunlar) üzerinde anlaşılan bir dizi temel inanç ve ilkeyle yönlendirildiğini göstermiştir. İşte bu yönlendirici zihinsel çerçeve Kuhn için “paradigmadır”. Örneğin, Aristo’nun “dünyayı merkeze koyan evren modeli” Kopernik bu düşünceyi alaşağı etmeden önce, iki bin yıl boyunca kabul görmüştü. Bazı bilgiler kafa karıştırıcıydı ve bu modelle kolaylıkla bağdaştırılamıyordu ancak bilim insanları ve matematikçiler, özellikle de Ptolemy (Batlamyus), bu karışıklığı çözmek için paradigmanın belirlediği sınırlar içerisinde çalıştı. Bu süreçte, özellikle de daha sonraki teknolojik gelişmelerin, modelin yanlışlığını göstereceği düşünüldüğünde (bilhassa teleskop), göksel cisimlerin bulunduğu yerlerin astronomlar tarafından doğru tahmin edilmiş olması oldukça hayret vericidir. Öte yandan dönemin bilimsel amaçları göz önüne alındığında Aristo’nun modelinin işe yaradığı pekâlâ söylenebilir. Kuhn’un “normal bilim” olarak adlandırdığı; paradigmanın sınırları içinde çalışmak, Aristocu kozmologların yaptığı şeydi. Bu açıdan bakıldığında orta çağ gök bilimcilerinin pratiği, çoğu bilim felsefecisinin modellemeye çalıştığı bilimsel yöntem pratiğine benzemekteydi. Nadiren karşılaştığımız bilimsel devrimler, verilerin mevcut paradigmaya asla uymadığı durumlarda gerçekleşirler ve bu devrimlerin sonunda paradigmaların kendileri değişime uğrarlar. İşte Kuhn’un “devrimsel bilim” dediği şey budur.
Kuhn’un ilk dönem makalelerinden biri olan “Asal Gerilim” (1959), normal bilim icra etmek için gerekli olan tutuculukla bilimin yenilik isteğinin çelişen taraflarını ele almıştır. Her bir devrimci Einstein’a karşılık, rutin hesaplamaları yaparak bilim dünyasının işlemesini sağlayan binlerce normal bilim insanı vardır. Bu insanların da çoğu, yaptıkları çalışmalarla uyumlu olan mevcut paradigmayı kullanmaktan memnunlardır. Popper’ın önerisinin aksine, kimse bir dizi veri paradigmaya uymadığı için paradigmadan vazgeçmez: Bunun yerine, veri uyana kadar paradigma üzerinde değişiklik yapmaya çalışılır. Modern bir örnek olarak, karanlık madde ve karanlık enerji fikirlerinin, Einstein’ın Genel Görelilik paradigmasındaki galaktik hareketin uyumluluğu için yaratıldığını aklımıza getirebiliriz. Tabii ki aynı bulguyu yaratıcı yollarla açıklamayı hedefleyerek yeni paradigmalar geliştirmeye çalışan devrimci bilim insanları da vardır. Örneğin meseleye yerçekimini dahil etmeye çalışan Sicim Teorisi ve Döngü Kuantum Yerçekimi teorisi bunlardan sadece ikisidir.
Kuhn’un bilim modelinin en çelişkili yönlerinden biri farklı paradigmaların “ölçülemezliği” iddiasıdır. Yani, en uç durumlarda, farklı bakış açılarına sahip bilim insanları arasında anlamlı bir diyalog olamaz. Aynı bulgunun farklı bakış açılarına ilham olması sık sık ördek/tavşan illüzyonu ([3]) ile resmedilir. Eğer gördüğünüz bir ördekse ve ördek hakkında konuşuyorsanız, bu, aynı resimde tavşan gören birine hiçbir şey ifade etmez. Mesela Sicim teorisyenleri evrene bakıp on bir boyut görürken, Döngü Kuantum Yerçekimi teorisine göreyse evrende sadece dört boyut vardır.
Bu, Kuhn’un paradigma modelinin eleştirildiği başka bir konuyu gündeme getirir: Ördeğe mi yoksa tavşana mı baktığına nasıl karar verirsin? “Gözlemin teoriye bağımlılığı” aynı bilginin farklı şekillerde yorumlanabileceği düşüncesidir. Kuhn, tıpkı dünya görüşünüzün yaşantınızdan etkilenmesi gibi, takip ettiğiniz bilimsel paradigmanın da kısmen aldığınız eğitim tarafından belirlendiğini savunur. Bu görüş, şartlar ve kişiler değiştikçe paradigmaların da değişeceğini iddia eden rölativizm (görecilik) suçlamalarını doğurdu ve Kuhn da rölativizmden kurtulmak için aşağıdaki kriterlerin uygulanabileceği karşılığını verdi:
- Teorinin bulguyla uyuşma derecesi önemlidir.
- Teorinin, kendi içinde ve kabul edilen diğer teorilerle tutarlı olması gerekir.
- Bir teorinin, açıklaması için kurulduğu fenomenden daha fazlasını açıklaması gerekir.
- En basit açıklama en iyisidir (diğer bir deyişle Occam’ın Usturası).
- Teori, gerçekleşen tahminlerde bulunmalıdır.
Bununla birlikte Kuhn, bu kriterler arasında nasıl bir öncelik sıralaması olduğunu belirleyecek nesnel bir yol olmadığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu yüzden iş yine bilim insanlarının öznel yargılarına bırakılmış oldu. Rakip teoriler arasında seçim yaparken; “aynı kriter listesine sahip iki bilim insanı farklı sonuçlara ulaşabilirler.” Bütün bunlara rağmen Kuhn, tarihin bir noktasında, tıpkı normal bilimin şimdi çözdüğü gibi sorunları çözebilecek; herkesin gelişmeye odaklanabildiği yeni ve devrimci bir modelin bulunacağına ilişkin inancını korumuştur.
Devrimin Kabulü
Birçok filozof ve fizik bilimci, bilim insanlarının, kafalarına göre kararlar alıp birtakım fikirleri savunan normal insanlar gibi resmedilmesine karşı başlangıçta şüpheyle yaklaştı hatta kimi zaman düşman tavırlıydılar. Diğer yandan, sosyal bilimciler kendi disiplinlerini geliştirmek için Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabından esinlendiler. Yayımından önce en etkili bilim sosyoloğu, başlıca ilgi alanı bilimsel teorilerin neden reddedildiği olan Robert Merton’dı. Kitap yayımlandıktan sonraysa sosyologlar büyük ölçüde bilimsel teorilere neden inanıldığı sorusuna yöneldiler.
Bir bakımdan Kuhn’un şaheseri tam da tarif ettiği sürecin bir ürünüydü. “Normal” bilim felsefecileri (mantıkçı pozitivistler ve Popper) bilimin neyle ilgili olduğunu araştıran belli bir paradigmanın içinde çalışırlarken, ortada zamanla biriken ve sıkıntı yaratan anomaliler vardı. Örneğin, Ludwick Fleck ve Michael Polyani gibi bilim insanları, kendi deneyimlerine göre bilimin, filozofların varsaydığı şekilde işlemediğine işaret ediyorlardı. Kuhn, ikisinin de hakkını verdi. Buna ek olarak fizikçi Max Planck’tan da şöyle bir alıntı yaptı: “yeni bir bilimsel doğru, rakiplerini ikna ederek, onlara çekidüzen vererek zafer kazanmaz; aksine, rakipleri eninde sonunda yiter ve yeni doğruyla bağlantılı ve ona aşina yepyeni bir nesil filizlenir” (Bilimsel Otobiyografi ve Diğer Makaleler, 1949).
Ne olursa olsun, Kuhn’un kitabı bilime bakışı değiştirdi. Bilim artık insanların amaçlaması gereken ideal bir bilgi edinme yöntemi değildi; aksine, sıradan insanlar (ve birkaç sıra dışı insan) tarafından şekillendirilen bir şeydi.
Kuhn ilerleyen yıllarda kariyerinin büyük bir kısmını bu türden döküntüleri toplamak ve onlarla baş etmek için harcamıştır: “Önemli bir düşünürün eserlerini okurken, ilk olarak metindeki bariz abesliklere bak ve mantıklı bir insanın bunları nasıl yazabileceğini kendine sor” (Asal Gerilim). Günümüzde birçok sosyolog ve bilim felsefecisi bunu yapmakta zorlanmaktadır.
Thomas Kuhn 1991 yılında, 69 yaşında emekliye ayrıldı. 1994’te boğaz ve akciğer kanseri teşhisi kondu. İki yıl sonra, Cambridge, Massachusetts’te 73 yaşında öldü.
([1]) “Standing on the shoulders of giants” yani “devlerin omuzlarında durmak” deyimini Newton, kendi çalışmalarının ortaya çıkışının, geçmişten o güne biriken bilgi yığınıyla mümkün olabildiğini anlatmak ve kendinden önceki bilim insanlarının (dönemi düşünürek söylersek filozofların) hakkını vermek için kullanmıştır. (e.n.)
([2]) 19. yüzyılın sonlarına doğru, çocukları ödül ve ceza sistemine göre eğiten ve en büyük amacı geleneksel yapıdaki üniversitelere, belli bir sosyal sınıftan öğrenci göndermek olan kurulu müfredata karşı meydana gelen hareket. Bu hareketin ilerlemesinde Amerikalı pragmatist John Dewey’nin fikirleri ve yazıları bir hayli etkili olmuştur. (e.n.)
([3]) İlk olarak bir Alman mizah dergisi olan Fliegende Blätter’de 19. yy sonunda çizilmiş olan bu ünlü ördek/tavşan resmi dönemin psikolojik ve felsefi çalışmalarında da kullanılmıştır. Tavşanın kulakları aynı zamanda ördeğin gagası olarak da resmedildiğinden aynı çizimin iki farklı okuması yapılabilir. Bu çizimin ünü, Wittgenstein’ın, “Felsefi Soruşturmalar” kitabında ördek/tavşan illüzyonundan bahsetmiş olmasından da ileri gelir. (e.n.)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Will Bouwman
Çeviri: Meltem Alkur
Çeviri Editörleri: Elif Arslan – Onur Demir
Kaynakça: philosophynow.org