Paylaş

14 Nisan 1934’de, Richard Byrd, günlük yürüyüşünü yapmak için dışarı çıktı. Hava, alışılagelmiş sıcaklıktaydı: eksi 57 derece fahrenhayt. Kar yığıntılarına rağmen, tur atarak, istikrarlı bir şekilde yürüdü. Ve sonrasında sesi dinlemek için durakladı. Hiçlik.

O, yükselen bulutlara ve bunaltıcı sessizliğe doğru adım atmış, biraz ürkek devam etmişti. Kilometrelerce ötedeki diğer hayat, buz kitlelerine sığınarak yapışmış birkaç inatçı mikroba aitti. Saat daha 4’tü, ancak arazi ebedi bir alacakaranlıkta titremekteydi. Donmuş ufuk üzerinde biraz hareket, çürümüş Antarktik göğünde biraz çatlak vardı –var mıydı?-. Ve sonrasında, açıklanamaz bir şekilde, Richard Byrd’ın evreni genişlemeye başladı.

Daha sonra, kulübesine geri dönerek, derme çatma ocağın yanına sokulan Byrd, günlüğüne şunları yazmıştı:

Burada, ahenkli ve sessiz kozmosun gücü ve süreçleri ölçülemezdi. Armoni, işte buydu! Sessizliğe neden olan buydu -Hafif bir ritim, mükemmel bir akordun nağmesi, gök kubbenin müziği, belki de.

Bu ritmi yakalamak, anlık olarak onun bir parçası olmak benim için yeterliydi. O anda, evrenle insanın birliğinden şüphe duyamazdım.

Amiral Byrd, dört kış ayı için, Güney Kutbu yakınlarındaki bir hava üssünde gönüllü personel olmuştu. Ama yalnız kalmasının nedeni, çok elle tutulur değildi. Nedenlerini açıklamaya çabalayan Byrd, “Bu tarz bir tecrübeyi tam olarak yaşamak… Huzuru ve sükûneti ve de yalnızlığı yeterince tatmak, bunların gerçekte ne kadar iyi olduğunu keşfetmek” diye ifade etti. Ayrıca, bir tür kişisel özgürlük peşindeydi, çünkü o, “bilindik alışkanlıkların içine giren bir kimsenin tamamen özgür olmayı umut edemeyeceğine” inanmaktaydı.

Byrd, çalışması için Onur Madalyası aldı, ancak çoğumuz için, yabani hayatta yalnız kalma seçimi hiç de öyle ödüllendirilebilir bir şey değildir. Doğa yürüyüşü, bazı anti-sosyal eğilimlerin bir kanıtı olarak kabul edilir. Yabani bir tavır. Arkadaşlarımız ve ailelerimiz, Byrd’ın Antarktika uçurumlarında deneyimlediği öforik esinleri, o coşkunluğu arayış içinde kendi başına dolaşmamızı istemez. Bunun yerine, mesajlaşma ve gözetleme kültürümüzün rahatlığı içinde sıcak/güvende kalırız. Acımasız şekilde bizi tehdit eden orman, çöl ve buzulların bağlantısızlığından nefret ederiz. Kültürümüz, sosyal olana doğru keskin bir eğilim gösterir; öyle ki yabani hayatta gezinenler sadece tuhaf olarak düşünülürlerse, şanslıdırlar. Onlar, en kötü ihtimalle, Unabomber’lerdir. Önyargı o kadar güçlüdür ki, biz de bakir doğa yolculuğu hakkında düşünmeyi büsbütün bırakırız; ayrıca, böyle maceralara atılmaya muktedir olmadığımızı kendimizden emin bir şekilde söyleriz. Bir çukura düşüp orada çürüyeceğimizi düşünürüz. Ve hatta yabani hayata erişebilsek bile, ondan bir şey çıkarabilecek o güzel ruha da muhtemelen sahip değilizdir.

Amiral Byrd’ın yaptığı şekilde, kendini izole etmekle ilgili tehlikeli bir durum söz konusudur. Mistik esini bir kenara bırakacak olursak, Byrd neredeyse ölüyordu. Zira kulübesindeki fırını,  karbon monoksit sızdırmaya başlamıştı. Sağlık durumu bozulduğunda, kamp kurduğu alanın aşağısındaki bir grup erkek, yukarı tırmandı ve onu kurtardı. Radyo-sinyal bağlantısı olmayan diğer yalnızlara ise şans muhtemelen daha az gülmüştür. Genç Chris McCandless’i düşünün (Into The Wild‘da anılan); Alaskan’ın bakir doğasında, uzun yürüyüşüne çıktığı zaman tanıdıklarına hiçbir iz bırakmamıştı. 119 gün sonra, bakir doğada öldüğünde -küflenmiş tohumlar tarafından zehirlendiği tahmin edilmekte- Tabiat Ana’nın aşırılıkları tarafından yolda bırakılmıştı.

Amiral Byrd’ın tek kişilik Antarktika macerasının son günlerinde -onu kurtarmak için ana kamptan insanlar gelene kadar- kendi ölümüne çok yaklaşmıştı. Frostbite bedenini yemeye başlamıştı ve uyku tulumunda bir keşiş gibi mırıldanmaktaydı; o zamanlarda öyle zayıflamıştı ki hareket edemiyordu. Isı pedlerini kendine doğru çekmişti ve tenekelerden lima fasulyelerini kazıyordu. Kart oyunları oynamayı denemişti ama kollarındaki zayıflıktan dolayı şaşkındı. Napolyon’dan bir biyografi okumaya çalıştı ancak kelimeler bulanıktı ve sayfalarda boşu boşuna dolanıyordu. “Bunu sen istedin” dedi içindeki küçük bir ses. “Bak işte, burada.”

Ancak tüm bu travmalara rağmen Amiral Byrd, toplumun kendisine asla veremeyeceği bir hediye ile topluma geri gönderilmişti; bunu, “daha önce sahip olmadığım bir şey” şeklinde günlüğüne taşımıştı. Bu, “saf güzelliğe ve hayatta olma mucizesine duyulan bir minnettarlık… Değerinin anlaşılması… Medeniyet, fikirlerimi değiştirmedi. Şimdi, daha basit ve daha huzurla yaşıyorum.”

Byrd ve McCandless, doğada yalnız kalmak üzerine son derece inatçı bir ısrarla yabana yürüdüklerinde, gelişimimizde hep olan ama bastırılan insani bir dürtünün içine doğru adım attılar.

Yaban hayattan, aşırı-kalabalık şehre ilk ne zaman adım attık? Tamamıyla doğaya erişebildiğimiz bir zaman dilimi vardı –ondan ayrı ama onun içinde ayrılamaz bir haldeydik. Nispeten yakın bir geçmişte, yaklaşık on bin yıl önce, bir şey olağanüstü şekilde değişti: Modern zamanın başlangıcında, Türkiye, İran ve Orta Doğu’nun herhangi bir yerinde, atalarımız Tarımsal Devrim olarak adlandırılan şeyi başlattı. Onlar, günlerini tohum ekmeye, yabani otlarla savaşmaya, sürülerini otlaklara yönlendirmeye ve yırtıcı hayvanlarla dövüşmeye ayırarak, bitkilerle (ve hayvanlarla) ilgilenmeye ve onları dönüştürmeye başladılar. Bu, kısa sürede olan bir dönüşüm değildi; aksine, yavaş yavaştı; bu göçebeler, kontrol altına alınacak ve yönetilecek bir kuvvet olarak doğayı yeniden tasarladılar.

Buğday, pirinç ve mısırı evcilleştirmiş olsak bile, insan hayatları kendimizi beslemek için hala tarım ürünlerinin bakım hizmetine bağlıydı. Tarihçi Yuval Noah Harari, bu değişimi “tarihin en büyük dolandırıcılığı” olarak adlandırır ve iddiasını, “Tarımsal Devrim, çiftçilere, hayvancılıkla uğraşanlara kıyasla genellikle daha zor ve daha az tatmin edici bir hayat bıraktı” şeklinde sürdürür. Örneğin, gıda tarihçisi Margaret Visser, pirinci bir “zorbalık” olarak kabul eder.

Buna göre pirinç, “güç yapılarını, teknolojik üstünlüğü, nüfus rakamlarını, kişiler arası ilişkileri, dinsel geleneği yönetir… İnsan, pirinci temel bir ürün olarak yetiştirmeyi kabul ettiğinde, kaçamayacağı bir dizi sonuçlar ağına yakalanır -çünkü o andan itibaren pirinç üzerinden sadece ne yapması gerektiği değil, aynı zamanda neyi tercih etmesi gerektiği de dikte edilmektedir.”

Kişinin kalori alımının büyük bir kısmının, tek bir mahsule bağlı olması bir kumar da olabilir: bu, hızlı nüfus artışına izin verirken, bireylerin beslenme biçimlerinin çeşitliliği azalır, hastalık ve illetlere karşı savaşında daha savunmasız hale gelir. Bazıları da, evcilleştirilmiş hayvanların vahşi atalarından daha küçük beyinlere sahip olması gibi, “evcilleştirilen insan” beyninin de, tarım-öncesi, şehir-öncesi bireylerinkinden daha küçük olduğunu vurgulamaktadır.

Bu arada, tarım mahsullerinin ve hayvanların bakımı, çok fazla insan gerektirmekteydi; bu yüzden, dolaşmayı bırakmaya ve tarlalarında sürekli olarak kalmaya zorlandılar. Dolayısıyla biz, bu ilk insan yerleşimleri sayesinde buğday ve onun kuzenlerine sahibiz.

M.Ö. 7500 yılına kadar, doğadan kopuşumuz ve doğayı devre dışı bırakışımız, Jericho vatandaşlarının şehirlerinin etrafında muazzam bir duvar inşa ettikleri zaman daha da dramatik bir biçimde ortaya konmuş oldu. Bu duvarın amacı, muhtemelen iki şey: düşman yağmalamasına olduğu kadar sellere karşı da şehirlerini korumak idi. Anlamlı bir biçimde, duvarlarla kaplanmış bu ilk şehir hakkındaki muazzam olan şey, önceki vahşi dünyadan çekilmek için neredeyse fanatik bir kararlılığa işaret etmesidir.

Taştan yapılmış duvar, beş fit kalınlığında ve on iki fit boyunda idi. Buna ek olarak, dokuz fit derinliğinde ve neredeyse otuz fit genişliğinde olan duvara bitişik bir hendek inşa edildi. Jericho’nun işçileri, bu muazzam kale duvarını, sağlam ana kayadan dışarıya doğru çıkardılar; bu da tarım öncesi atalarımız için tasavvur edilemez olan, bir geri çekilme başarısı idi. Böylece, “yaban” sürgün edilmişti. Ve biz de onu asla geri çağırmadık. M.Ö 4. yüzyılda ise Tarımsal Devrim, “kentsel devrim”e dönüşmüştü.

2007’de, şehir dışından ziyade şehirlerde daha fazla insanın yaşamakta olduğu belirtildi. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, 2030 yılına kadar her on kişiden altısı şehirde yaşayacak. Trendin tersine çevrilmesi de söz konusu değil. Ve şehir, yunan mitolojisindeki sirenler gibi bizi kendine çekmeye devam ettikçe, bu kalabalık olma halinin, tek “doğal” hayat olduğuna kendimizi ikna etmeye başlarız ki böyle bir hayatta Jericho duvarlarının ötesi bizim için hiçliktir.

Kentsel devrim zirveye ulaştıkça ve insanlar olmadığı kadar çok şehirlileştikçe, “doğa eksikliği bozukluğu” her apartman bloğunda çiçekleniyor ve kentli kalabalıklar, korumak zorunda olduğumuzu asla bilmediğimiz insan hayatının kilit unsurlarını görmezden geliyor. Richard Louv gibi doğa aktivistleri, şehirlerin duyusal deneyimimizi yoksullaştırdığını ve Louv’in söylediği gibi, “gerçek insan zekâsı için gerekli tevazu hissinden” yoksun, fakirleştirilmiş bir kimliğe neden olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar.

Londra Üniversitesi’nden bir araştırma, Namibya’da, yaşamlarını açık arazide geçirerek çobanlık yapan Himba kabilelerinin üyelerinin, kentlileşmiş İngilizlerden daha büyük bir dikkat aralığına ve daha fazla tatmin duygusuna sahip olduğunu bulmuştur. Ve aynı kabile üyeleri şehir merkezlerine taşındıklarında, onların dikkat aralığı ve memnuniyet seviyeleri İngiliz emsalleriyle eşleşecek şekilde düşmüştü.

Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, katılımcıların beyin dalgaları, yeşil çayırlarda yürümeden öncesi ve sonrası; ve ağır araç trafiğinin yanında yürümeden öncesi ve sonrası olmak üzere tarandı. Araç trafiğinin yanında yürüyen katılımcılarda, belirgin şekilde “ruminasyon/derin düşünce” hali –ki araştırmacılar bu derin düşünceyi depresyonun başlangıcıyla ilişkilendirmişlerdi- yüksekti. Ve beynin ruminayla/derin düşünceyle ilişkili kısımları doğa yürüyüşleri esnasında sakinleşti.

Doğa fotoğrafları, şevk ve eğlence duygumuzu artırır. Japonya’da “orman banyosu” olarak bilinen orman gezisi, kortizol seviyelerini düşürür ve bağışıklık sisteminizi güçlendirir. Basit bir yeşillik manzarası, bizi stresten koruyabilir ve olumsuzluklara karşı dayanıklılığımızı artırabilir. Doğada geçirilen zaman, çok belirgin bir şekilde, koklama, görme ve duyma kabiliyetimizi artırır.

Tüm bu faydaların kümülatif etkisi, bezgin kentsel ruh açısından bir çeşit teselli gibi görünüyor. On dokuzuncu yüzyılda, kentleşme büyük yükselişine geçtikçe, şehir sokakları aşırı kirli ve kalabalık oldukça doktorlar, endişe ve depresyondan muzdarip olan hastalarına düzenli olarak “doğayı” reçete etti. Günümüzde, doğanın iyileştirici etkileri ışığa kavuştukça, bazı doktorlar, astım, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (ADHD), obezite, diyabet ve kaygı gibi çeşitli rahatsızlıklar için “açık havada zaman”ı reçete etmeye tekrar başlamışlardır.

Filozof Thomas Hobbes, tepesine yerleştirilmiş bir mürekkepli yürüyüş bastonuna sahipti ve böylece uzun yürüyüşler sırasında kafasına düşen şeyleri hızlıca yazabilecekti. Rousseau da bu stratejiyi deneyecekti; zira “yalnızca yürürken meditasyon yapabilirim. Durduğumda, düşünmeyi bırakıyorum; aklım sadece bacaklarımla çalışıyor” diye yazmıştı. Bu açıdan, Albert Einstein, her gün Princeton kampüsündeki ormanda yürüyüşe çıkma konusunda hevesliydi. Diğer ünlü yürüyüş severler olarak, Charles Dickens, Rahibe Teresa, John Bunyan, Martin Luther King, Assisili Françesko, Toyohiko Kagawa sayılabilir. Doğada yürümek, sadece düşünmeye ara verme ihtiyacı olamaz; nitekim onların en iyi düşüncelerinden bazıları, açık havada bu sözde “kesintiler” sırasında gerçekleşir.

Yürüyüşe çıkmak ya da sadece bakkala giderken bile bir manzara yolundan gitmek, yalnızlığımızın içine dalmak için bir fırsattır -ancak biz onu yakalamalıyız. Fazlasıyla meraklı benliklerimiz tarafından, yeryüzünü dolaşmaya mecbur bırakılsaydık -telefon, tabler, internet olmadan- işte o zaman şeylerin zenginliğini tatmaya karar verirdik.

Şehir parkında tek başına yürümek, kısa bile olsa bir hediyedir. İnsan ağlarının ötesinde bir tecrübe evreni vardır ve bu evren bizim gerçek evimizdir. Birkaç dakika bile olsa, dar kaldırımdan çıkarak, kendimize dair yeni (ama çok eski) bir tanımı keşfedebiliriz. 

 

Yazar: Michael Harris
Çeviren: Fatma Kenevir
Kaynak: The Walrus 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com