Türkçeye “Bir Adalet Teorisi” (1) başlığıyla çevrilmiş olan kitabında, John Rawls, adil bir toplumu yöneten ilkeleri tespit etmeye çalışır. Rawls adil bir topluma ulaşabilmenin yolunun, demokratik idealin göbeğinde yer alan ancak çoğu zaman birbiriyle çakışan şu iki ilkenin uzlaşısından geçtiğine kanaat getirir: özgürlük ve eşitlik.
Bu eserinde Rawls, liberal demokrasinin kapitalist sisteme dair ‘sosyal eşitsizliklerin ortaya çıkması için eşitlik pahasına bazen özgürlükler savunulmalıdır’ şeklindeki anlayışını ve aynı zamanda sosyalist rejimlere dair de ‘eşitlik amacıyla özgürlüklerin kısıtlanması kabul edilebilirdir’ şeklindeki anlayışını düzeltmeye çalışıyor. Adaleti, her şeyden önce kişisel özgürlüğün temel ilkesi ile uyumlu olan kimi genel ilkelerle tanımlamanın bir yolunu arıyor.
Rawls, bu ikilem için önce şöyle bir çözümü ele alıyor: Adil bir toplumun, faydacı ilkelere dayalı bir toplumun aksine, özgürlük ve adaleti garanti eden ilkelere dayanması gerekir ki bu durum, bireylerin, çoğunluğun iyiliği için kendilerinin feda edilmesini kabul etmesini gerektirir. Rawls’a göre bu, aşırı ve haksız bir ahlaki gerekliliktir; dolayısıyla faydacılık kabul edilemez. Halbuki adalet mevhumu tüm bireylerin topluluk içinde karşılıklı yarar sağladığını varsayar.
Bu yazıda, Rawls’da kullanılan terminoloji hakkında arka plan bilgilerini sunduktan sonra, yine Rawls’un bakış açısında, fark ilkesi (2) uyarınca, cehalet perdesi (3) kaldırıldığında, orijinal pozisyondan (4) gelen katılımcılar arasındaki eşitsizlikleri kabul etmenin nasıl mümkün olabileceğini irdelemeyi amaçlıyorum.
Rawls, tartışmasını tertiplemek için, orijinal konum olarak yorumladığı toplumsal sözleşme fikrini başlangıç noktası olarak seçer ve buna bağlı olarak bir ön kabulde bulunur. Bu noktada, her şeyden önce, katılımcılar özetle şu şekilde düşünmelidir: Hiç kimse, geleceğin toplumunda hayatının nasıl olacağını önceden bilemeyeceği gibi, herkes olası yaşam planını gerçekleştirmek için mümkün olan en fazla özgürlüğe sahip olmak isteyecektir. (s.88)
Daha sonra, katılımcıların mümkün olan en az avantajlı pozisyonlardan (5) kendilerini korumak isteyeceklerini varsayar. Bu düşünce, ikinci ilke olan adalet ilkesinin kurulmasına vesile olur: fark ilkesi. Fark ilkesi, asgari düzeyi en iyi hale getirme kuralına veya gelecekteki toplumun en kötü konumunu alacağınız varsayımına dayanmaktadır. Ayrıca, katılımcılar, genelin iyiliği için kendilerini feda etmeye zorlayabilecek faydacı ilkeleri seçmek istemeyeceklerdir. Buna ek olarak, bir köle toplumunu da seçmeyeceklerdir. Rawls’a göre katılımcılar, uzun ve titiz tartışmaların neticesinde, rasyonel olarak, daha az şanslı kişinin daha avantajlı olduğu bir toplum yaratmak için adalet ilkeleri üzerinde anlaşmaya varacaktır. (s.13)
Orijinal pozisyonda, hepimiz kurgusal cehalet perdesinin arkasındayız: Bu konum öyle bir konum ki, perde kalktı mı henüz niteliklerimizin ne olduğunu bilmediğimiz kendimizi, belirsizliklerle dolu bir toplumda bulacağız. Bu belirsizlikler sebebiyle herkesi tatmin edecek adalet ilkelerini bulabiliriz (ki bu sayede belirsizlikler de belli bir ölçüde aşılabilir). Bu perdenin arkasında, hangi ailede doğacağımıza ya da zengin mi yoksa fakir mi olacağımıza ya da hangi dine mensup olacağımıza ilişkin hiçbir bilgimiz yok. Bunların yanı sıra fiziksel, psikolojik veyahut entelektüel kapasitemizi de bilmediğimiz gibi neyin iyi olduğuna yönelik de bir bilgimiz yok. (s.118)
Bütün bu arka plana ilişkin açıklamalardan sonra Rawls, argümanını şu şekilde geliştirir.
Eşit özgürlükler ilkesi ve fark ilkesi iki adalet ilkesi olacaktır. Birincisine göre, herkesin, diğerlerininkiyle uyumlu olacak şekilde temel özgürlüklerde (6) eşit haklara sahip olması gerekir. İkincisine göre ise ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin herkese, özellikle en dezavantajlı olanın yararına olması ve adil fırsat eşitliği ilkesine uygun olarak pozisyonlara, görevlere ve herkese açık olması gerekir. (s.53, 63 ve 72) Rawls’a göre, özgürlük ilkesi, diğer ilkeye göre önceliklidir çünkü ikinci ilke, başlangıçta birinci ilke olmadan sağlanamaz. Bu sebeple herkese eşit özgürlük mutlak olmalıdır ve bu da demektir ki, özgürlük hiçbir şekilde müzakere edilemez veya herhangi bir şekilde kısıtlanamaz. (s.65)
Adalet ilkesinin ikinci ilkesi olan fark ilkesinin işlevi, birincil malların toplum üyeleri arasında dağıtılmasının adil ve hakkaniyetli bir yolunu belirlemektir. (s.65) Eşit paylaşım, en kötüyü en üst düzeye çıkarmak için olası bir yol olabilir. Bununla birlikte, eşit paylaşım, en kötü durumun pozisyonunu maksimize etmiyorsa ve paylaşımı eşitsiz gerçekleştiriyorsa, o halde birincil malların dağıtımında eşitsizliklerin var olabilmesine sadece belirli şartlar altında müsaade edilir. Bu şartlardan birincisi, bu eşitsizliklerin herkesin, özellikle de en dezavantajlı olanların yararına olması gerektiğidir. (s.68) Bu nedenle, öyle gözüküyor ki Rawls, Marx’ın aksine, insanları sosyo-ekonomik eşitsizliklere götüren kapitalist ekonomiyi kabul ediyor. Ancak, bu eşitsizlikler, özellikle de en az avantajlı olanın yararına olacak şekilde, bütün bireylerin standart refah ve verimlilik düzeyine ulaşmasına müsaade ettiği müddetçe kapitalist ekonomiyi kabul etmeye isteklidir. Fark ilkesinin ikinci kısmı ise fırsat eşitliği ile ilgilidir. Gelir ve güç bakımından ayrıcalıklı pozisyonların ve fonksiyonların bulunduğunu kabul edeceksek de bu pozisyonların herkesin erişimine açık olması gerekir. Belli bir toplumsal sınıfla veya bir toplumsal sınıfın belirli bir grubunun üyesi olan bireylerle sınırlı kalmamalıdır. (s.72) Bu demektir ki, arzu eden ve gerekli kapasiteye sahip herkes doktor ya da bakan olabilir.
Öyleyse ilk ilkenin herkes için eşit özgürlük hakkı bakımından özgürlükçü (liberteryan) görüşle örtüştüğünü, ikinci ilkenin ise ekonomik eşitsizliklerin en dezavantajlı kişiye fayda sağladığı eşitlikçi (egaliteryan) toplum fikrini desteklediğini söyleyebiliriz. (s.65)
Tüm liberterler, özgürlük ilkesine katılıyorlarsa fark ilkesini açıkça reddediyorlardır. Bununla birlikte liberterler, cehalet perdesinin altında rasyonel olarak ikinci ilkeyi seçmeye zorlanırlar. Yani, gelecekteki toplumda hangi pozisyonda bulunacağını bilmemeyi, dolayısıyla -rasyonel olarak- eşitsizliklerin olacağını ve bu eşitsizliklerin onların avantajına olacağını kabul etmelidirler. (s.86 ve 89)
Açıklığa kavuşturmak için diyelim ki bazı insanlar, doktorların, mühendislerin, hakimlerin, öğretmenlerin hepsinin işçilere verilenle aynı miktarda maaş aldıkları bir toplumda yaşamaya karar vermiş olsunlar. Besbelli, hiç kimse bu pozisyonları düşük maaşları için istememektedir çünkü bu meslekler uzun çalışma saatlerini ve büyük sorumluluklar almayı beraberinde getirir. Dolayısıyla da böylesi mesleklere yönelimde azalma gerçekleşir. Bu durum ise özellikle yoksullar başta olmak üzere toplumu bir bütün olarak etkileyecektir. Bu demektir ki liberterlerin, toplumun özellikle fakir olan bireyleri için gerekli olan refah koşullarının sağlanabilmesi için -mantıklı olarak- bazı meslek gruplarında çalışacak olan insanların işe alımlarının ve maaşlarının diğerlerine oran ile daha yüksek olması gerektiğini kabul etmeleri gerekir.
Peki bu duruma liberterlerin itirazları olmaz mı? Liberterlerin olası itirazlarından biri, adalet ilkelerinin tutarsız olması şeklinde olabilir. Nitekim, özgürlükleri eşit olarak dağıtırken mülkün de eşitlenmesi gereklidir çünkü hiçbir şeyi olmayan ya da çok az şeye sahip olan biri bağımsız olamaz. Ancak, fark ilkesi eşitsizliklerin varlığına izin verir ve bu nedenle de, eşitsizliklerin varlığının bağımsızlık açısından özgürlük ilkesiyle çatıştığını söyleyebilir. Aynı itiraz bir başka şekilde de getirilebilir. İnsanlara özgürlüğü garantilemek, insanların mülkiyetinin sınırlandırılmaması anlamına gelir; zira mülkiyetin sınırlandırılması özgürlüğün azaltılması anlamına da gelir. Dolayısıyla, özgürlük ilkesinin varlığı, zorunlu olarak fark ilkesinin veya başka herhangi bir tür adil dağılım ilkesinin reddi anlamına gelir.
Rawls belki de şu şekilde düşünmüştür: Kusursuz tarafsızlık (7) pozisyonundaki bir kişi kaçınılmaz olarak adil bir toplumu seçer, ancak bu kişi, bir hükümete böylesi güçler kazandırmaktan kaynaklanabilecek istenmeyen sonuçlardan ve slipajdan haberdar olur mu? Tarafsız olmak, her şeyi bilen olmak değildir. Tıpkı 1933 yılında Adolf Hitler’e oy veren insanların, nasyonel sosyalizmin iyi bir şey olduğuna inanıp yetkiyi Nazilere vererek, bütün sonuçlarıyla beraber Pandora’nın kutusunu açtıkları gibi.
Güçlü ve etkili bir örnek olarak Robert Nozick’in Wilt Chamberlain (8) örneği de ele alınabilir. Eğer insanlar ellerindeki varlıklara sahiplerse (ve bu varlıklar vesilesiyle gelecek olan yarar sadece kendilerine ait ise) bu varlığı istediği kişiye verebilirler. Bu doğrultuda, eğer Wilt taraftarları mal varlıklarını Wilt’e vermek istiyorlarsa ve onlara verdikleri varlıkların Wilt’in malı olacağı açıkça belli ise, devletin gelip de kendi mal varlıklarına sahip oldukları için bu parayı alıp başkalarına vermesi gayri meşrudur. Sonuç olarak, gelirdeki büyük farklıklar adildir, ancak devletin, vatandaşların gelirlerinden gelen vergiler dolayısıyla oluşan geliri tekrar dağıtması adil değildir. Nozick’e göre, bu sonucu sorgulayan kişinin, her insanın kendisine ait olana sahip olmasına yönelik geliştirilmiş olan mülkiyet hakkına ilişkin önermeyi reddetmesi gerekir. Bu Wilt Chamberlain örneğinin arkasındaki asıl fikir, başlangıçtaki paylaştırma işleminin herhangi bir şekilde gerçekleşebilecek olması, ancak yine de -baştaki dağılım eşit olsa bile- bu yeniden dağılımın büyük eşitsizlikler ile sonuçlanabileceği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. (Nozick, s.161)
Nozick’in ilk varsayımı, hangi adalet modeli kabul edilirse edilsin, başlangıçtaki dağılımda herkesin kendine ait olan üzerinde tam ve eksiksiz mülkiyete sahip olması yönündedir. (Yani herkes kendisine ait olan üzerinde mutlak bir özgürlüğe sahiptir.) Eğer bu öncül kabul edilirse, gerçekten de argüman dediği gibi gelişir. Ancak Nozik’in, herkesin mülkiyeti üzerinde mutlak hakka sahip olmasına ilişkin geliştirdiği bu önermeye karşı eleştiri getiren ciddi bir külliyat da vardır. Bence bu mülkiyet kavramı ciddi bir sorundur.
Özetlemek gerekirse, kanımca, insanların orijinal pozisyonlarında Rawls’un önerdiği bu toplum modellemesini gerçekten seçip seçmeyecekleri sorgulanabilir bir durumdur. Ayrıca ahlaki açıdan da bunun en adil model olup olmadığı sorgulanabilir. Hatta, böyle bir toplum modellemesinin uygulanmasının oldukça zor ve öngörülemez oluşundan dolayı Rawls’un sunduğu modelin bir hayli şaibeli olduğu da söylenebilir. Ancak yine de, Rawls’un çalışmasıyla ortaya atılmış olan bu sorulara verilecek daha gerçekçi ve pratik cevapların, insanların hangi toplum yapısı içerisinde gelişeceklerine kendileri adına karar vermeleri sağlanarak oluşturulabileceğini de pekala söyleyebiliriz.
Dipnotlar:
(1) John Rawls’un A Theory of Justice başlıklı kitabı
(2) Difference principle
(3) Veil of ignorance
(4) Original position (Bu yazıda ‘position’ kelimesinin çevirisinde, genellikle konum kelimesi yerine pozisyon kelimesi tercih edilmiştir.)
(5) Burada ‘en az avantajlı pozisyonlar’ ile kastedilen, zayıf bir aileye mensup olanların; yetenek, beceri veya doğuştan gelen kabiliyetlerden yoksun olanların; ya da salt kara talihin -bütün önlemlere rağmen kapılan hastalık, ya da bütün önlemlere rağmen gerçekleşen iş kazası- kurbanı olanların durumudur.
(6) Seçme ve seçilme, serbest konuşma, düşünce ve mülkiyet hakları burada bahsi geçen temel özgürlüklere örnek olarak verilebilir.
(7) Impartiality
(8) Amerikalı profesyonel basketbol oyuncusu
Kaynaklar:
John Rawls, A Theory of Justice, The Belknap Press of Harvard University, 1971, 2003 yılı gözden geçirilmiş hali
Robert Nozick, Anarchy, State and Utopia, Backwall, 1974, 1999 yılı yeniden baskısı
Yazar: Elif Erdoğan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.