Alain Badiou
  • 7 Temmuz 2016
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

The New Statesman, Alain Badiou’nun Wittgensteinn’s Antiphilosophy (Wittgenstein’ın Karşıt Felsefesi) adlı en son yayımlanmış eseri ile birlikte onu “Jean-Paul Sartre ve Louis Althusser’in varisi” olarak ilan etti. Grèce Hebdo, Alain Badiou‘nun Yunanistan Fransız Enstitüsü’nde “Günümüzde politika ne anlama geliyor?” konulu konuşmasının ardından politika, komünizim ve aşkı konuşmak için onunla bir araya geldi.

Fransa ve Nuit Debout (Gece Ayakta) hareketi ile ilgili çok fazla şey söyleniyor. Bu noktada iyimserler için bir şans var mıdır? Burada siyasi açıdan bir tekrar canlanma görebiliyor muyuz?

Buna çok net bir cevap veremeyeceğim. Bir hareket olduğunda genelde bu durumdan memnun oluyorum şahsen. Hiçbir şey olmamasındansa bir hareket olmasından yanayım şüphesiz. Bu açıdan bakıldığında bu hareketin sadece bir süre devam ettiğini, birçok kişinin gelip geçtiğini, bu harekete bir bakmak için durduğunu ya da bunun parçası olup hala iyi bir tartışma havasının olduğunu bilmemiz gerekir. Bütün bunlar olumlu yönde değerlendirilir. Diğer yandan bu hareketin; çok çetin, hatta donuk olarak gördüğüm Fransız politikasını kökten değiştirecek bir şey olmadığı kanısındayım. Bununla birlikte, bunun sebebi işin içindeki aktörlerin iyi ya da kötü itimadı da değildir. Aksine, onların geçerli çerçeve içerisinde –var olan politikayı da yıkan– yeni bir siyaset arayışının oldukça uzun bir dönem olacağı gerçeğinde payı olması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle bu hareket olumlu yönde olup bundan ivedi sonuçlar beklemememiz gerekir.

Yine de bir sürecin başındayız. Öyle değil mi?

Öyle umuyorum. Bu tür bir hareketin daima iz bırakacağından ötürü bir sürecin başında olduğumuzu umut ediyorum. Yeni fikirlere ve bir şeyler yapmaya ihtiyacımızın olduğu inancıyla gelen insanlar oluyor. Oluşan küçük gruplar ve yayılan yerel deneyimler oluyor. Nuit Debout’nun taşra kesimlerde yankıları olmuştur. Aslında bunun kendini nasıl devam ettirebileceği konusunda çok fikrim yok. Bütün bunlar iz bırakacaktır elbette. Bu bakış açısından yola çıkarak bunun bir şeylerin habercisi olduğunu, çanların olacak bir şey için çaldığını ümit ediyorum.

Nuit Debout’nun şu an Paris’te yaptığı örneğinden hareketle kamusal alanları iyileştirmenin, insanların yeniden politik konuşabilmeleri bakımından önemli olduğunu düşünüyor musunuz?

Kamu alanı işgal etmek her zaman için önemlidir. Kamusal alan ya da binaların ve siyasi karar verme bölgelerinin işgallerinin devrim politikasına hizmet verdiği ile ilgili geçmişte örneklere rastlanmaktadır. Devrimden bahsettiğimizde Bastille fırtınası ve Çin Sarayı baskını gibi devrimler aklımıza gelmektedir. Bir hareket otoriteye ve sıradan yaşama ayrılmış yerleri işgal edip kolektif güç tarafından onları yeni yerlere taşıdığı durumda, bütün bu yerler, olayları izah etmek açısından her daim önem teşkil etmiş olacaktır. Bir deyişle, kendi kendilerine temiz bir geleceği etraflıca işaret etmediklerinin bilincinde olmalıyız. Sonsuza dek meydanlarda kalamayacağız. Daha uzun vadede, daha sonra ne yapacağımızı düşünmek mecburiyetindeyiz. Genelde, politikadaki önemli sorunun, kendi geçiciliğini nasıl tanımladığı üzerine olduğunu düşünüyorum ki bu da üzerine dayatılan geçiciliğin kölesi olmamakla ilgili. Devlet zamanı tayin eder. Mesela şu an herkesin aklında 2017’de başkanlık seçimlerinde kimin aday olacağı sorusu yatıyor. Yeni politika yarattığımızda yeni bir zaman da yaratmış oluyoruz. Kamu alanlarını işgal etmek de bunun bir parçasıdır.

Çanlar başka bir yerde de çalıyor mu? Özellikle bir yer düşünüyor musunuz?

Küresel ölçekte şu an tarihsel bir ‘aralık’ diye adlandırdığım yerdeyiz. Bu, büyük sosyalist devletlerin dönemi olarak bilinen yirminci yüzyılın büyük tarihsel yaşantılarının sona erdiği anlamına gelir. Ancak gelecekte neler olacağını bilemiyoruz. İkisi arasında bir yerdeyiz. Ve ara koşullarda olanlar; küçük işaretleri, hareketleri ve isyanları da beraberinde getiriyor. Ayrıca bu sebeple, geçmiş deneyimleri olmayan yeni gençliğin tarihsel varışı farklı başlangıç noktaları barındırır. Bugün kendini gösteren, işte budur. Bu durum, politik soru ve yaşam ve sosyal hayatın düzenlemesi açısından birtakım yeni unsurları barındırır. Bütün bunlar büyük bir belirsizlik arasında yer alsa da bir şeylerin hazırlığında olduğunun da kanısındayım. Bugün dünyada çok önemli hareketlere şahit oluyoruz. Türkiye’den Kahire’ye ve Hong Kong’a kadar büyük halk tartışmalarıyla dolu meseleler yaşanmıştır. Bunların hepsi, meyvelerini verecektir.

Yunanistan’da Podemos, Syriza ya da İngiltere’de Jeremy Corbyn gibi politik güçler de bu bahsettiğiniz sürece dâhil mi?

Sanırım fazlasıyla. Daha yakından bakarsak bu yeni oluşumlar arasında –ya da eski oluşumlara yeni eğilimler de olabilir– buna Amerika’dan Bernie Sanders’ı da dâhil edebiliriz. Bütün bunların hepsi, hareketlerin ortaya çıkmasının bir parçasıdır. Neticede, 2000’li yılların hareketleri olmasaydı Syriza da olmayacaktı. Podemos, Öfkeliler hareketinin sonucunda gerçekleşmiş, Bernie Sanders ise Wall Street İşgali’nin bir yansımasıdır. İşin aslı, temelde onu destekleyen aynı gençlik yatmaktadır. Bu sebeple, bu durum, söz konusu hareketlerden belirli politik yönelim belirlemede ilk adımı oluşturmaktadır. Resmi çerçeve içerisinde yer alsa da sonucunda büyük hayal kırıklığını da beraberinde getirir. Resmi çerçevenin kendi başına bir mantığı olup söz konusu hareketle de çelişmektedir. Syriza, Podemos gibi partiler resmi oyun oynadıkları durumda kendilerini harekete uydurmaları zorlaşır. Her halükarda, hareket ateşi içinde doğmuş, resmi oyunu oynayan partileri kabul etmenin büyük güçlüğünü yaşıyoruz. Bu partiler, kendilerini destekleyenlerin bir kısmını hayal kırıklığına uğratmak mecburiyetinde kalıyorlar ki öyle de oluyor.

Bütün Amerikan dostlarım Bernie Sanders’dan memnunlar. Sonuçta Amerika’da dahi sosyalizmden bahsetmek için biriyle görüşmek son derece olağanüstü bir durumdur. Ancak, Bernie Sanders’ın, Hillary Clinton’a oy vermek mecburiyetinde olduğunuzu bir an söylemek zorunda olacağını herkes bilir. İşte sorun da budur. Ayrıca Hillary Clinton’ın resmi bir yüz olduğunun gayet tabii farkındayız. Alexis Tsipras’ın, Avrupa’nın taleplerini kabul etmekten başka seçeneğinin olmadığını sonunda söylemek zorunda olması gibi bir şeydir bu. Hareketin sonuçlarının resmi yapı içerisinde geri döndüğü anlar vardır. Bunun olması neredeyse kaçınılmazdır. Bu, aynı zamanda kötü deneyime sahip olmanın bir parçasıdır da. Sonuçta siyasal öğrenme süreci siyasi olduğu gibi negatiftir de.

Bu durumda hareketlerin siyasi güçler tarafından yatıştırılmasına mahkûm olmaması kaçınılmaz mıdır?

Kaçınılmaz diyemem. Ancak hemen hemen kaçınılmaz bir durumdur. Geçmişe bakarsak kamu çerçevesi tarafından yatıştırılarak sonlandırılmış büyük hareketlerin her zaman olmuş olduğunu görürüz. Birinci Napolyon’un mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenlemesi, Üçüncü Napolyon’un iyileştirme çabaları gibi Nuit Debout’dan, Podemos’tan çok daha önemli hareketlerin olduğu da bir gerçektir. Gerçek şu ki 1830 Temmuz Devrimi monarşinin yeniden kurulmasıyla sonlanmıştı. İşte bu yüzden hiçbir hareketin sonsuza dek adım atmayı sürdüremeyeceği tarihin bir kanunudur. Karşı eğilimler ve kurulmuş bir düzen var olduğu gibi bu hareketin azmini görmezden gelirsek de hata etmiş oluruz. Herkesin kendi seçimlerini ve olanaklarını karşıladığı, kurulu düzenin acı ama kaçınılmaz deneylerini kapsayan bir ara dönem içerisindeyiz. Bunun için ağlanıp sızlanmamalıyız. Tarih sayısız örnek sunuyor önümüze. Sonra bir gün, bir ilerleme olabilir. Kaderci değilimdir; daha çok iyimser mizaçlıyımdır. Bu tür olayların olması durumda açık olmamız gerektiği kanısındayım. Kaçınılmaz olma sonucu çıkarmak bir sebep değildir.

Komünizme ufuk olarak bakmaya devam mı ediyorsunuz demektir bu?

Evet. Bu ufku açık tuttuğum gibi bunun böyle olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hiçbir stratejik hareket olmadığından, engellere ya da iyileşmeye maruz kalan hareketler öznel etkileri yıkma riski altındadır. “O zaman gençtim. Kendimi bir macera içerisine attım; ama bu pek de işe yaramadı” düşüncesi ile de silahsızlanmayı tehlikeye atmış olursunuz. Düşüncemiz, stratejik engeller varken geçmişin dolambaçlarına rağmen yolumuzda devam etme yönünde olmalıdır. Geçmiş, düz bir çizgide gitmez, meşakkatlidir. Ve özgürlüğe kolay yoldan gitmek gibi bir hayalimiz olmasın. Aksilikler, terslikler olacaktır. Bu sebeple bir pusulaya ihtiyaç duyacağız. Pusulamız yoksa eğer, yaşlanıp hayal kırıklığı ile dolacağız.

Sebebi, bahsettiğiniz bu ‘Yeni Komünizm’ değişimlerinden olabilir. ‘Kutsal metinler’den daha yeni bir komünizm düşünebilir miyiz?

Bunu düşünmenin yanında geçmişteki büyük hataları anlayabilmek için sabrın da bizde olduğu kanısındayım. Mesela, devlet gücünün bütün özgürlük sorunlarının çözümü olduğunu düşünmenin yanlış olduğunu biliyoruz. Şiddetle başarıya ulaşsak bile şiddetin, hükümet için geçici bir araç olduğunu biliyoruz. Devletle tam anlamıyla birleşen siyasi örgüt için bu durumun iyi bir şey olmadığını biliyoruz. Söz konusu birleşme, insanları plan dışı bırakıp terörü sonlandırır. Aslına bakarsanız, devrim zaferinin tamamıyla hâkim olduğu komünizmin ilk safhasının önemli değerlendirmeleri için birtakım elemente sahibiz. Temelde, yirminci yüzyıl tarihi, devrim zaferini beraberinde getiren metotların yeni dünyanın inşasına yol açan metotlar da olabileceği konusunda ikna olmuş siyasi grupların tarihidir. Aslında bu doğru değildir. Düşmanı yenmek için kullanılan yöntemle dostunu seferber etmek için kullanılan yöntem bir değildir. Düşmanları zorla zapt edebiliriz –buna mecbur bırakılabiliriz bazen– ancak isteklerinizi dostlarınızın yapması için onları zorlayamazsınız.

Bundan bütün bir dersi çıkarmalıyız. Benim fikrimce ise asıl dersin iki şarta indirgenmemesi, aksine üç şartın olması gerektiğidir. İlk olarak, kendi hareketi içerisinde sol örgütlenmenin yaratıldığı kitle hareketinin olması gerekir. Genç çalışanlar durumun talep ettiklerini düşündüklerinde silahlanma mecburiyetinde kalabilirler. Kitle hareketi, geçmişteki ölü deneyimler dışında canlılığını korumalı. İkincisi, devlet tamamen yıkılıp yerine başka bir şey gelmediği sürece devleti yönetmenin her şeye rağmen bir yolu olması ile ilgidir. Sonuncu olarak, iki şeyin arasında yer alan bir yerde bir örgütlenme olmalıdır. Bu örgütlenme, kitle hareketine bağlı olduğu gibi devlet üstünde belirli bir güce de sahiptir.

Bu planda Avrupa’nın federalizm ve devletler ötesine gideceği bir yer hala var mıdır?

Ulusal çerçevenin ötesine gitme girişiminin olduğunu düşünüyorum. Bu durum ciddi sakıncaları da beraberinde getirse bile özgürleştirici siyasetin temel görevinin milletler arası olduğunu unutmamamız gerekir. Bugün, siyaset için uygun olan ulusal çerçeve göremiyoruz. Dahası, son dönem hareketleri analiz ederseniz –keza 1960’larda da olmuştu bu– bu hareketlerin dünya hareketleri olduğunu görürsünüz. Bunlar benzer olmasa da dünya çapında olan hareketlerdir ve birleşip birlikte hareket etmelidirler. Dünya çapında çalışmak zorundayız. Sonuçta, günümüzde kapitalizm küreselleşmiştir.

Bunun yanında bütün ilerici örgütler ulusal çerçeve içinde sınırlandırıldığında kapitalizmle yüz yüze geleceksiniz. Karl Marx’ın “işçilerin vatanı yoktur” sözünü her zaman hatırlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bugün uluslararası proletarya içinde olduğumuzdan dolayı bu, bütün her şeyden daha doğrudur. Ülkem Fransa’da Malili ve Faslı işçiler fazladır. Uluslararası olan, ülkemizin her bir yerinde mevcuttur. Benzer bir şekilde, belirli sayıda mülteci alırsanız eğer, bunların bir kısmı sizin ülkenizde kalacak ve dünya görüşünüzün bir parçası olacak. İşte bu yüzden, önceki döneme kıyasla çok daha güçlü enternasyonalist vizyona ihtiyacımız var. Fikrimce, Avrupa öcü falan da değildir. Avrupa, sadece bürokratların Avrupa’sı olmadığı müddetçe iyi bir şeyler olabilir de.

Şahit olduğumuz bir diğer olay da en masse (kitlesel) mülteci akımıdır. Bu duruma karşı Yunanistan’ın tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tehlike altında olanların, yine kendisi gibi olanları egoizme tutsak olmuş insanlardan daha iyi anladıklarını düşünüyorum. Bu mültecilere ne yapılması gerektiğini görmek için Yunanistan kararlı bir davranış göstermiş gibi görünüyor. Yunanlılar için kolay bir durum değildir bu. Öyle ki bugün tekrardan protesto etmekteler bu durumu. Sizin dünyanızdan olmayan biriyle bir şeyler yapmak için iletişime geçmenin ileride tuhaf kaçacağı kanısındayım. Buna karşın, geçmiş enternasyonalizmin daha ulusal ve bir federasyon meselesi olduğunu düşünüyorum. Her ülkenin uluslararası temsilcileri vardı. Ancak ideal olan, gerçek bir uluslararası millet inşa etmek olmalıdır.

Siyasetin yanında hakikat süreci anlayışı olarak aşktan da söz ediyorsunuz. Sizce sosyal kısıtlamalar ve geçen zamana karşı aşkın büyüsünü sürekli kılmak nasıl mümkün olabilir?

İşin ilginç yanı, aşkla devrimci siyaset arasında benzerlik vardır. Temelde her şey olayla başlar. Aşk, aslında bir tür şansla başlar. Gerçekte bu aşk yazılara konu olmuştur. Dünya edebiyatının büyük bir kısmı, aileler tarafından gerçekleştirilmiş evlilikle bu şans işi arasındaki çelişkiyi konu alır. Birbirini seven genç sevgililerle ailelerinin beklentilerinin zıtlaşmasını konu alan eserler ve oyunlar, aşkın yaratıcı bir içerik olduğunu herkesin çoktan fark etmiş olduğunu vurgular. Bu, var olan sosyal düzeni bitiren üzücü bir durumdur. Ardından hep aynı sorunla karşılaşıyor ve bir şeyler inşa etmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Aşk, ilk karşılaşmaya indirgenemez; çünkü o bir yapıdır. Ve inşa edilen ‘iki’nin deneyimidir. Görmek, hissetmek gibi kişisel deneyimlerle dünyayı yaşadığımız için bu durum oldukça olağandışı gelir bize. Ancak aşkla birlikte ‘iki’si meydana gelir. Bu, iki kişinin yolculuğa çıktığında aslında ikili olarak yolculuk yapmaları gibi bir şeydir. Aynı şeyi farklı açıdan görürsünüz. Bu farklılığı tartışıp farklı tarafta olursunuz. Bu, birlikte hareket etme ya da çocuk sahibi olmaya karar verme de olabilir. Bu gibi her karar, bir kişinin bertaraf edilmediği, iki kişinin birlikte karar verdiği gerçek üzerine kurulur.

İşte bu sebeple aşk, başka biriyle bir şeyler inşa etmenin sürekli deneyimidir. Bu, aşkın, zamanın yarattığı engelleri alt etmesi durumudur. Bazen, öyle bir an gelir ki ikisinden biri veya ikisi de bu ikiliği artık kaldıramadığı için, sosyalist devletlerin başarısızlığa uğraması gibi, aşk da yenik düşer. İşin içinden çıkamayacağımız anlaşmazlıklar ortaya çıkar. Aşkın gücünün, krizleri atlatmada başarılı olduğunda belli olduğu düşüncesindeyim. Aşta hiçbir şey kriz sonrası uzlaşmadan daha önemli değildir. Bunun sonucunda, hiç ummadığımız bir şeyi inşa etmenin hissiyatıyla dolarız. Kaçınılmaz krizlerden korkmamamız gerektiğinin, siyaset gibi aşk sorununun da çözümü olmasının sebebi budur. Neticede, bunun tıkır tıkır yürüyeceğini ve sorun olmayacağını kendimize söyleyerek âşık olursak eğer, yanlış yoldan sıyrılabiliriz.

Costas Mavroidis’in röportajından.

Çeviri: Özlem Yavuz
Kaynak: Verso Books 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir