Albert Camus, 7 Kasım 1913’te, Cezayir’in Mondovi kentinde sefalet içinde dünyaya geldi. Okuma yazma bilmeyen, gündelikçi annesi tarafından kenar mahalle çocuğu olarak büyütüldü. Aile, oldukça sıkışık, üç odalı bir dairede kıt kanaat geçiniyordu. Camus’nün şarap sevk memuru olan babasının, I. Dünya Savaşı’nda ihtiyat askeriyken savaş sırasında aldığı yaralar yüzünden ölmesi, ailenin ekonomik durumunu daha da kötüleştirdi.
Böylesine ümitsiz bir başlangıç, iradesi daha zayıf olan bir insanın hırslarını baltalayabilirdi; ancak Albert Camus yılmadan, bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesiyle, yaşadığı sosyal ve ekonomik zorlukların üstesinden geldi. Oldukça ağır bir sefaletten çıkmasının etkisiyle, bir keresinde, Marx’ın o büyük Kapital’indense fiziksel açlığın, Marksizm konusunda kendisini daha iyi eğittiğini yazmıştı. Camus, fiziksel hastalığa da yabancı değildi, 1930 yılında tüberküloza yakalandı –bu, neredeyse onun ölümüne sebep olabilecek, devamlı nükseden bir hastalıktı. Yine de 1936 yılına kadar, felsefe bölümünden lisans ve yüksek lisans diplomalarını almıştı.
Camus, birçok güzel kadınla romantik ilişkilere giren, yakışıklı bir adamdı. Ayrıca, iki kere evlenmiş ve boşanmıştı. İkinci eşi olan Francine, 5 Eylül 1945’te, Catherine ve Jean isimli ikizleri dünyaya getirdi. Ancak, evliliği kısıtlayıcı ve modası geçmiş bir kurum olarak düşünen Camus için, evlilik hayatı nefret edilesi bir şeydi. Fikir hayatında ilişkilerinde olduğundan daha başarılı olan Camus, yaşamı boyunca dünyaca ünlü bir edebi başarı haline gelip sanatında serpildi –1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Aydınlatıcı olabilecek bir hikâye, Camus’nün tez danışmanlarından birinin, onun tezinin kenarına “Camus, filozoftan çok yazardır.” diye karalamasıdır. Hikâyenin kendisi uydurma olsun veya olmasın; Camus, Jean-Paul Sartre (1905-1980) ya da Martin Heidegger (1889-1976) gibi diğer varoluşçu filozofların aksine sistematik bir felsefeden yoksun olduğu için, bu yorum yeterince doğrudur. Gerçi o, kolayca varoluşçu (ki kendisi ve Heidegger tarafından reddedilen bir tanımlama) olarak da sınıflandırılamaz. Aksine, Camus’nün yaklaşımı, kendisini doğayla ve Antik Yunanlılar ile özdeşleştirmek olmuştur. Yazımına gelince, Camus en çok romanlarıyla tanınır. Onun en meşhur eserleri arasında Sisifos Söyleni (1942), Yabancı (1942) ve Veba (1947) bulunmaktadır.
Camus, İspanyol ve Fransız kökenli bir Cezayirliydi. Her ne kadar yazınsal başarıları ona, Paris’in elit kesiminde kendisine yer bulma olanağı tanısa da o hem Cezayir’de hem de Fransa’da bir yabancıydı. Yine de o eski kenar mahalle çocuğunu yüceltenler, zaman zaman onu hor görerek dışladılar ve Camus’nün gerçek hayat tasavvuru, onu Paris’in sınırlarının çok ötesine taşıdı. O, bu girişimler sırasında, başka sesler ve farklı dünya görüşleri aradı ve bu açık fikirli yaklaşımı, romanları ve oyunlarına da yansıdı. Onun zamansız ölümü, oldukça gelecek vadeden bir yaşamı da sona erdirdi. Camus, 4 Ocak 1960’ta, Burgonya’da bir trafik kazası sonucu hayata gözlerini yumdu. Arkadaşı ve yayıncısı olan Michel Gallimard ise o anda spor aracın direksiyonundaydı ve kazada aldığı yaralar nedeniyle, birkaç gün sonra yaşamını yitirdi.
Siyasi Katılım
İlerici ve kamu yararını düşünen bir entelektüel olan Camus; idam cezasından, militarizmden, devlet destekli şiddetten ve insan zihni üzerindeki manipülatif kontrolden tiksinip kendisini sık sık baskı unsurlarının karşısında konumlandırdı. 1935 yılında, insanları olumlu yönde bir değişim ve adaleti kovalamak için birleşmeye teşvik etmeyi umarak, Fransız Komünist Parti’sine katıldı.
Ancak herkes Camus’nün dönek Marksist tarzını sevecen bulmuyordu. O, 1937 yılında, kurama sıkı sıkıya bağlı komünistler tarafından Troçkist bir hain olmakla suçlandı –bu durum, o zamanlar Sovyetler Birliği’nde hüküm süren dehşete kayıtsız kalanlar için, üstünü kapatma stratejisinden başka bir şey değildi. Camus ise onlara kendi suçlamalarıyla yanıt verdi, böylece hem onu suçlayan kişilerin öfkesinin kızışmasına hem de arkadaşlarının ondan uzaklaşmasına sebep oldu.
Camus, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline karşı savaşmak için Fransız Direnişi’ne katıldı. Jean-Paul Sartre ile bu dönemde tanışıp arkadaş oldular. Camus, Paris’te bir yeraltı direniş gazetesi olan Combat’nın genel yayın yönetmeni oldu; Sartre ise bir yeraltı grubu olan Socialisme et Liberté’nin [Sosyalizm ve Özgürlük] kurulmasına yardım etti –her ne kadar bu grup kısa sürede dağılsa da, Sartre’ı entelektüel uğraşların görece rahat hayatına bırakmış oldu.
Birçok meslektaşının aksine, Camus’nün düşüncesi politik olarak nispeten farklılık göstermekteydi. Bu durum, onun tartışmalı meselelerde pek rağbet görmeyen pozisyonlar almasıyla gözler önüne serildi. Ağustos 1945’te, Hiroşima’ya atom bombası atılmasını açıkça eleştiren bir avuç gazeteci arasındaydı. Camus, 1948 yılında Fransız anarşist öğrenci hareketine katılmasıyla, komünizmin kırmızı bayrağını anarşizmin siyah bayrağıyla değiştirmiş oldu. Ayrıca, ideoloji ve şiddet yerine doğaya ve ölçülülüğe öncelik tanıyan Akdeniz hümanizmini destekleyen makaleler yazdı.
1952 yılında Sartre ve Camus arasında sert bir kopuş meydana geldi. Bu kopuşun parlama noktası, Sovyetler Birliği’yle ilgili fikir ayrılığına düşmeleriyle ortaya çıktı. Görünen oydu ki Sartre, Stalin’in terörünün büyüklüğünü inkâr ediyor ve Camus, Sartre’ın Ultra-Bolşevizm’inde[1] kasten ikiyüzlü bir tutum görüyordu. Rivayete göre, Sartre ve Camus bir daha asla birbirleriyle konuşmadılar. Yine de Camus öldüğü zaman Sartre, France-Observateur adlı gazetede, Camus’nün yaşamını ve eserlerini öven içten bir methiye yazdı.
Camus’nün Absürt Başa Çıkma Stratejileri
Absürdizm, Camus’nün varoluşçuluk biçimidir. Peki, absürt nedir? Camus’ye göre “absürtlük”, “büyük bir boşluk, arzulananlar ve gerçeklik arasında var olan neredeyse tuhaf bir uçurum” anlamına gelmektedir. Hayatlarımıza yatırım yaptığımız anlam ve planlama arasındaki uçurum ile akıldışı evrenin alaycı kayıtsızlığı nedeniyle; Camus, hayatın bizzat kendisinin absürt olduğunu ileri sürmüş ve bu fikri eserlerinde keşfetmişti.
Absürtlük fikri, yazar Franz Kafka (1883-1924) tarafından da iyi bir şekilde sergilenmişti. Kafka’nın insanı rahatsız eden romanı Dava’da, ana karakter Joseph K kendisini gerçek bir kâbusun içinde bulur. Birbirine kenetlenmiş tehditler, suçlamalar ve imalardan oluşan karmakarışık bir mahkeme sistemine karşı mücadele eder fakat hiçbir şey olması gerektiği gibi çalışmaz ve gördüğü, duyduğu her şey Joseph K’nın yoluna taş koyar; neticede o, iki bürokratik soytarı tarafından idam edilir. Tıpkı Joseph K gibi, biz de ne etrafımızı saran absürtlüğe ait olabiliriz ne de ondan kaçabiliriz.
Camus, absürt durumumuzun bizi sık sık yapay baş etme stratejileri seçmeye nasıl zorladığını açıklar. İlk olarak, bu tarz bir baş etme stratejisi gerçek anlamda intihardır; çünkü hayatın absürtlüğü şu soruyu sordurur: Eğer evren bize karşı bu kadar kayıtsızsa, neden sadece kendimizi öldürüp hayatın üstesinden gelmiyoruz? Sisifos Söyleni bu soruyu açımlayarak başlar. Ama Camus, benliği yok etmenin korkaklık sınırında bir boyun eğme hareketi olduğunu öne sürer –kişi başkaldırma özgürlüğüne sahipken, bu yersiz bir vazgeçmedir.
Hayatın absürtlüğüyle yüzleşmek için kurulabilecek ikinci strateji, felsefi açıdan intihar etmektir –eleştirel düşüncemizin ölümüdür. Camus, felsefi intiharı, “korkunç bir dünyada rahatsız edici düşüncelerden kaçınmak için düşünmeyi durdurmak” olarak tanımlar. Böylece, umursamaz bir evrenle doğrudan yüzleşmek yerine; gerçeği örten, makul bir hikâyeyi kabul ederiz. Bu yüzden çeşitli dini ve seküler öğretiler, evrenin bir şekilde şahsi yazgımızı önemsediği umudunun beslenmesine hizmet eder. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinden her biri, itaatkâr bir inanan üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilir ya da aynı baş etme stratejisi seküler inanç yapısına dayanabilir. Mesela Karl Marx; bir komünistin sabah ava çıktığı, öğleden sonra balık tuttuğu, akşam sığır yetiştirdiği ve akşam yemeğinden sonra düşünsel bir tartışmada bulunduğu ütopik bir görüşü destekliyordu. Ayrıca G.W.F. Hegel de, aklın kurnazlığı aracılığıyla Geist‘in (tarihin ruhu), ideal bir toplum için bize rehberlik ettiğini düşündü. Yine de Camus, Hegel’in çalışmasını, iktidarı ve devleti göklere çıkarmaktan biraz daha fazlası olarak gördü. Dinî ya da seküler olan bu tür tüm düşünceler, daha yüksek bir varlığın veya gücün (diyalektik gibi) başta olduğu inancıyla desteklenir. Camus bu tarz fikirleri, “kendini kandırma egzersizi” olarak yorumlamıştır.
Absürtten kaçışımız bizi bazı garip yollara sürükler. Motosiklet çetelerinden tüketim kültürüne kadar, kaçış stratejisiyle doluyuzdur –fakat böyle bir avuntu, evrenin donuk kayıtsız bakışlarından sadece geçici bir süreliğine uzaklaşmayı sağlar.
Dinî tarzda felsefi intihar olgusu, Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın (1813-1855) yazılarında da bulunur. Kierkegaard ve Camus, hayatın absürtlüğüne tanıklık ederler ama önemli bir konuda birbirlerinden ayrılırlar. Kierkegaard için rasyonelliğin tam olarak geçerli olmadığı, dünyevi varoluştan çok daha büyük bir şey vardır –Tanrı inancı –; hâlbuki Camus için anlamsız olan, başkaldırı yoluyla anlamlanır.
“Camusvari” bir başkaldırının iyi bir örneği, Herman Melville’in epik romanı Moby Dick’te (1851) kendini gösterir. Geminin yetkilileri Starbuck, Flask ve Stubbs; balina avcılığı için kullanılan Pequod isimli geminin komutasını, saplantı derecesinde intikam peşinde olan Kaptan Ahab’ın elinden almayı düşünür. Stubbs, hayattaki her tuhaf şeye, “bir gülüş verilebilecek en zekice ve en kolay cevaptır” diyerek aralarındaki uğursuz tartışmayı noktalar. Bu tutum, hayatın absürtlüğüne karşı bir başkaldırıdır.
Camus’nün başkaldırısı bize, coşkun bir özgürlük duygusuna giden asil bir yol sağlayabilir. Artık düşünce durduran felsefi intihar olasılığına bağlanmış değiliz, absürtten kaçınmak için değil, onu kucaklamak için başkaldırıyoruz.
Not:
Camus’yü öldüren kazanın yaşandığı yerde, olay örgüsü yazarın gençlik dönemlerine benzeyen İlk Adam başlıklı romanın bir kısmı bulunmuştur. Camus’nün dul eşi Francine, otuz dört yıl boyunca bu eserin yayımlanmasını engeller. Ancak eser, 90’lı yılların ortalarında meselenin tekrar düşünülmesinin ardından büyük bir şöhretle yayımlatılır.[2] Ve böylece, onun mirası, yüzleştiği sorunlara dair bize kolay cevaplar bırakmasa da, kısa soluklu yaşamının sınırlarını aşar. Camus’nün kısa ama öz bir şekilde ortaya koyduğu gibi “dünyayla uyum içinde, arkadaşlarımızla mutlu olmalı ama yine de bizi ölüme sürükleyen bir yolu takip ederek mutluluğumuzu kazanmalıyız.”
Dipnotlar:
- Ultra-Bolşevizm terimi, ilk defa Lenin tarafından Bolşevik Parti içinde radikal stratejileri savunan ve partinin attığı adımları eleştiren komünist, sosyalist ve anarşist muhaliflere karşı kullanılmıştır. (e.n)
- İlk Adam, Albert Camus’nün kızı Catherine Camus tarafından yayımlatılmıştır. (ç.n.)
©® Düşünbil (2021)
Yazar: Stephen C. Small
Çeviren: Selin Melikler
Çeviri Editörü: Yağmur Alev
Kaynak: philosophynow.org