We do not “have” meaning anymore, because we ourselves are meaning. -Nancy
Anlam dilsel mi, düşünsel ya da ontolojik midir? “Bunun anlamı ne?” diye sorduğumuzda, “bu” diye işaret ettiğimiz her neresi ise anlamın karşılık bulacağı alan da ona göre belirlenmiş olacaktır. Basit olarak “hayatın anlamı nedir?” diye sorduğumuzu düşünelim. Bunlara cevap olarak ilkinde; “Hayat: Arapça canlı (1) anlamına gelen –hayy kelimesinden türemiş ve yaşam anlamına gelmektedir” gibi anlamsal bir karşılık verilebilir ya da aynı güzergahta “anlam dediğimiz şeyden ne anladığınıza göre değişir” gibi dilin sınırları içerisinde bir anlam aranır. İkincisinde ise, kelimenin etimolojisine pek de dahil olmadan, hayatı sadece yaşanılmakta olanı anlamak olarak da ele almak mümkündür. Buradan da anlaşılmaktadır ki “anlam”ın kelime, terim, kavram olmak bakımından tanımsal karşılığını bulmak gibi dilsel bir iş yapılabileceği gibi, hayata bir anlam katmanın yolu olarak pratik bir etkinlik olarak da iş görmek mümkündür. İlki üzerinde çokça bahis geçti; en azından bir sistematiği ve sınıra oturtulabilen tartışmalarla (2) bezendi. Diğeri ise, daha uzun soluklu, anlama kavuşulmamış olsa da hayatı anlamlandırma çabasının bir ürünü olarak “Felsefe” gibi bir etkinliğin doğmasına neden olmuştur.
Pre-Sokratik’leri doğaya salan “arkhe” sadece maddesel bir töz bulmak değil; yaşamın sığlığından başını kaldırabilip gökyüzünü/Bir’i temaşaya (theroin) koyulanların peşine düştüğü biraz da “mana”ydı. Sokrates’in “Kendini Bil!”e sığınmasına sebep biraz da evrenle ilgili bilgiye erişmekteki zorlukların yol açtığı “bu hayatta bir tek kendimi bilebilirim” yönlü kendine dönüş sekansı olarak Etik’in yol olarak seçilmesi biraz da buna bağlanabilir. Sokrates evreni anlamaya (burada bilmekle eş kullanılmaktadır) çalışmaktansa hayatı anlamayı seçmiştir. Ona; “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” (3) dedirten itki de bundan mütevellittir. Günümüze geldikçe hayatı ve dolayısıyla dünyayı anlamak ve yaşamak farklı boyutlara ulaştı. Bütün problemleri sınıf savaşlarına indirgeyen Marx’ın anlama ve yorumla ilgili yargısı şu yönde karşılık bulacaktı: “Filozoflar, dünyayı çeşitli biçimlerde sadece yorumladılar; oysa sorun, onu değiştirmektir.” (4) Burjuva aydınlığına duyduğu öfkenin de bir ürünü olan bu koyut, Marx’ın pratikte bir mücadele ekseni kurmayan beyanların, toplumsal yapıda değişimin önünü tıkamaktan öte bir işleve sahip olamayacağına işaret etmektedir. Kapitalizme duyulan bu öfkenin entelektüel yansıması bu şekilde oluşmuştur. Diğer yandan kapitalizmin ürünlerinden biri olan ulus-devlet’in Almanya’da inşa olunurken Yahudiler’e yönelik aklın ve tasarımın sınırlarını zorlayacak bir karşılık bulduğu dönemlerin (5) düşünürü olan Adorno’ya “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” (6) dedirten de benzer bir kaygının ürünüdür. Aslında bu üç alıntı çalışmamızın amacını ortaya koymaya yeterlidir; bizim bundan sonra yapacağımız bunların bizde ve bize gelinceye kadar Eagleton gibi bir düşünürün nezdinde bıraktığı izleri dile getirmekten ibarettir.
Anlam(a)-Farkındalık İlişkisi
Anlam ile farkındalık arasında bir ilişki varsa bunlar mutlulukla nasıl ilintilendirilir? Kimine göre şeylerin daha az farkında olan daha mutludur, kimine göre ise farkındalığın olmadığı yerde mutluluktan bahsedilemez. Anlamla mutluluk arasında bir ilişki bulunsun ya da bulunmasın anlamın peşine düşmüş insanla kendini bu dertten henüz ya da artık “muaf” gören insan arasında bir farkın olduğu açıktır. Bir de insanla hayvan olmak arasındaki fark var. Heidegger, filozofların besmele niyetine çekmekten hoşlandıkları bir nutuk olan insanla hayvan arasına bir fark koyma meselesine şöyle dâhil olmaktadır: “Heidegger, Sein und Zeit isimli çalışmasında insanın diğer varlıklardan kendi varoluşunu sorgulama yetisiyle farklılaştığını söyler. İnsan öyle bir yaratıktır ki varoluşun yalnızca belirli nitelikleri değil, başlı başına kendisi onun için bir sorunsaldır” (Eagleton, Hayatın Anlamı, s.25). Terry Eagleton’ın konuyla ilgili Heidegger’in Varlık ve Zaman’ından yapmış olduğu bu alıntıdan sonra biraz daha ileride şöyle bir beyanda bulunmaktadır: “Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa özfarkındalık bakımından eksiktir” (Eagleton, Hayatın Anlamı, s.32). Anlamın peşine düşmek hâlihazırda bir çeşit farkındalığa ya da farkındalığa ulaşma çabasına bir göstergedir. Anlam ve farkındalığın at başı gittiklerini buradan çıkarabiliyoruz. Fakat farkındalık her zaman arzulanan anlama bir gönderide bulunmaz. Farkındalık, ne yazık ki, sadece birinin orkestrayı dinlerken kompozisyonun özgünlüğünün, enstrümanların birbirleriyle ilişkilerindeki ahengin ve şefin geçişlerdeki başarısının tadına varacak kadar müzikal farkındalığa sahip olmasının, bundan mahrum olana nazaran daha büyük bir haz almasına yarayan bir unsur gibi türeyen bir algı-durumu değildir. Farkındalık aynı zamanda dünyada olup biten bir yığın kötülüğün de farkında olunması ve kişinin kendini bundan münezzeh düşünememesi anlamına da gelmektedir. Eriyen kutuplarda bir ayı, Auswitch’te bir Yahudi, Filistin’de bir Yahudi’nin maktülü, Türkiye’de bir Kürt, Kurmanclar arasında Zaza, Zaza-Sunni Kürtler arasında Alevi, Aleviler arasında kadın, kadınlar ve diğer bütün doğuştan kimlikler arasında edinilmiş eşcinsel (LGBTİ) ve bütün bunların toplamının katlettiği ağaçlar arasında bir fidanın farkındalığında olmak… Hiç de cazip değil, değil mi?
Söz gelimi Sartre’ın şu sözleri bizi farkında olmaya çağırmaya yeterli midir? “[…] ‘Yaratılmamış, var olma gerekçesi olmayan, başka bir varlıkla herhangi bir bağlantısı olmayan, kendinde-varlık sonsuza kadar gereksizdir’ (Jean-Paul Sartre, Being and Nothingness, Londra, 1958, s. xlii)” (zikr. Eagleton Hayatın Anlamı, s.87). Burada “kendinde-varlık”tan bizim anladığımız suya sabuna dokunmayan, normatif yasaların dışına çıkmamış, haddini aşmama konusunda ciddi biçimde tembihlenmiş ve buna uymuş kısacası ona verili olan hayatın dışına çıkmak suretiyle faklı varoluş tarzlarını deneyimlememiş “kişi” ya da artık “şey”dir. “İşçisin sen işçi kal!” diyene “Emrin olur patron!” yanıtını vererek işini, aşını, çevresini tehlikeye atmadan yaşam sürmüş birini anlıyoruz. Yoksa hiç görmediğimiz sahilin kumsalında kumlar arasında kalmış bir midye kabuğunu değil. Evet buradan bir direniş doğabilir. Yukarıda sıraladıklarımızdan ne kadar dertliyse o kadar direngen olur insan. “Kendi kafamızın dışına hiç çıkmaz mıyız? Sahici bir anlam, ansızın karşı karşıya kaldığımızı hissettiğimiz, bize karşı direnebilen ya da bizi şiddetle geri püskürtebilen, bizi belli bir kaçınılmazlık etrafında tutan bir anlam değil midir?” (Eagleton, Hayatın Anlamı, s.90).
Ve mutluluk bunun sonucunda edinilen değil, bu mücadeleyle geçmiş bir ömrün satır aralarında yer bulacaktır. Farkındalığın oluşturduğu kedere karşı Spinozacı bir neşenin doğması da mümkün. Fakat bunu becerebilmek için meselenin adını değiştirmek gerekmektedir. Çünkü günümüze gelinceye değin, meselenin adı geçmişten günümüze epey değişti. Bugünlerde hayatın anlamı mutlulukla başka türden bir ilişkiyle bağlandı. Bize artık nostaljik gelen kahramanların ve onların yaşam öyküleri böyle bir çabanın ürünü olarak doğmadı mı? Bugün kendimizi daha mutsuz hissetmemiz (onların yaşadığı ızdıraplardan daha azına sahip olsak da) tam olarak onların yaşamlarını etrafına ördükleri “anlam”dan yoksun olmamızla ilgili değil mi? Ya da artık birer “nostalji” oldukları için bize naif geliyor. Evet; bir anlama mutluluktan daha fazla ihtiyacımız var. Üstelik böylesi daha da üreticidir. Wilhelm Schmid’de ise şöyle karşılık buluyor bu durum: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Hayatta tek meselenin mutluluk olduğu, modern hayattaki anlam kaybını mutlulukla ikame etmek isteyenlerin bir masalıdır; ama mutluluğun sırtına kesinlikle taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olurlar böylece. Mutluluk hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan” (Schmid, Mutsuz Olmak, s.11). Farkında olan anlamın peşine düşer mutluluğun değil; ya da anlamı edinmişse bunun farkındalığının huzuruna erer. Bu durumda da mutluluğun peşine düşme, yaşamını dünyevi olan dışına taşımış kişi için dert olmaktan çıkacaktır. O artık kendi nirvasına varmış, cennetine yükselmiş ya da fıçısının içinde sarhoşluğunun keyfine varmıştır. Fakat yok artık öyle bir dünya! Günümüz ekonomi ve bununla bağlantılı iktidar yapılarının öngördüğü mutluluk rehberi şöyle sunulmaktadır: insanların kendini eksik hissetmeleri sağlamak, ardından bu eksiği bir metaya bağlamak suretiyle metayı edineni mutlu ilan etmek. Keder’den neşeye doğal bir geçişe engel olmaya çalışan iktidarlar neden mutsuz ya da kederli bireyler inşa etmek ister diye soran Deleuze, Spinoza’nın buna yerinde bir cevabıyla karşılık bulur: “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar? Neden kederli tutkuları gereksiniyorlar? Evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur. Ve Tanrıbilimsel-Siyasal Çalışma’sında Spinoza bunun despot ile rahim arasındaki derin bağ olduğunu söylüyor –tebaaların kederlerine ihtiyaçları var onların” (7). Bu ihtiyaç hem kederli olduğu için kudrete daha az sahip bireyleri kontrol altında tutmak daha kolay olduğu için, hem de mutluluğu kudreti artırmasa da küçük (iktidarın aynı zamanda bu vesileyle kendini yeniden üretebileceği) şeylerle tatmin sağlayabilmek için üretilir. “Anlam”ı kurulan değil sunulan bir şey olarak tasarlayan bir zihnin ürünüdür: tüketim.
…
Dipnotlar:
(1)http://www.nisanyansozluk.com/?k=hayy&x=16&y=12.
(2)Buna örnek olarak bir çırpıda Mantıkçı Pozitivzm, Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık gibi “anlam”ın sınır ve kapsamı üzerinde durmuş yaklaşımlar gösterilebilir.
(3)Çeviride her ne kadar “[…] sınavsız bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceği[…]” şeklinde bir karşılık kullanılmış olsa da biz ifadeyi mottolaşmış hâliyle bırakmayı uygun gördük. Bkz. Platon, Sokrates’in Savunması, Diyaloglar içinde, (çev: Teoman Aktürel), Remzi Kitabevi, İstanbul:2013, 38a, s.34.
(4)Marx. K., Feuerbach Üzerine Tezler, Felsefe Yazıları içinde, çev: Ahmet Fethi, Hil yay., İstanbul:2004, s. 106.
(5)Zira Auschwitz sosyalbilimlerde ikinci bir Sokrates’in İdam’ı travması yaratmıştır. Buradan sonra da zihin ya da tin kendine aidiyet bulacak bir yer bulamamıştır. Bilimlerdeki savrukluk biraz da bundan doalyıdır. Eagleton ise bunu şu sözlerle ifade eder: “Auschwitz sonrası dünyada her şey kuşkulu ve belirsizdir. Her önerme deneysel ve geçici hipotezdir. Herhangi bir şeyin meydana gelip gelmediğinden emin olmak zordur.” Eagleton, HA, s.83
(6)Adorno, T. Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis yay., İstanbul:2009. s.43.
(7)Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, çev: ulus_baker@körotonomedya, Öteki-Körotonomedya Ankara:2000. s.17
Kaynaklar:
ADORNO, T. Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis yay., İstanbul:2009.
ARISTOTELES, Nikhomakhos’a Etik, çev: Saffet Babür, Kebikeç: Ankara, 2005.
DELEUZE, Spinoza Üzerine On Bir Ders, çev: ulus_baker@körotonomedya, Öteki-Körotonomedya Ankara:2000. s.17.
EAGLETON, T., Hayatın Anlamı, çev: Kutlu Tunca, Ayrıntı yay., İstanbul: 2012.
MARX. K., Feuerbach Üzerine Tezler, Felsefe Yazıları içinde, çev: Ahmet Fethi, Hil yay., İstanbul:2004.
NANCY, J., Of Being Singular Plural, İng çev: Robert D. Richardson and Anne E. O’Byrene, Stanford University Press, Stanford: 2000.
PLATON, Sokrates’in Savunması, Diyaloglar içinde, (çev: Teoman Aktürel), Remzi Kitabevi, İstanbul:2013.
SCHMID, W., (2014). Mutsuz Olmak- Bir Yüreklendirme. Çev: Tanıl Bora, İstanbul: İletişim. (2012).
WITTGENSTEIN, L., Tractatus Logico-Philosophicus, çev: Oruç Aruoba, Metis, İstanbul:2011.
Yazar: Ramazan Kurt
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.