İngiltere Ulusal Şiir Günü’nü kutlamak için (6 Ekim, evet biz biraz geç kaldık), Alain Badiou’nun edebiyatın bilim ve ideoloji arasındaki eşsiz pozisyonunu araştıran, felsefe ile edebiyat arasındaki çağlar boyu süregelen problemi tekrar irdeleyen aydınlatıcı çalışması The Age of the Poets (Şairler Çağı)’ndan bir özet sunuyoruz. Badiou, yirminci yüzyılda şiir ve Komünizm arasındaki temel bağı dilin yarattığı ortak değerler üzerinden betimler ve devrim çağında hem şiir okuma hem de şiir yazma gerekliliğine işaret eder.
Şiir ve Komünizm
Geçen yüzyıla baktığımızda, yeryüzündeki hemen tüm dillerdeki bazı büyük şairlerin komünist olduğunu görürüz. Açık şekilde, Nazım Hikmet, Şilili Pablo Neruda, İspanyol Rafael Alberti, İtalyan Edoardo Sanguineti, Yunan Yannis Ritsos, Çinli Ai Qing, Filistinli Mahmoud Darwish, Perulu Cesar Vallejo ve büyüklüğü tartışılmaz Alman şairi Bertolt Brecht komünisttir. İstersek bu örnekleri oldukça çoğaltmak da mümkün.
Komünist söylem ile şiirsel söylem arasında aslında böyle bir bağ olmadığı düşünülebilir mi? Yanlış anlıyor ya da belki yanlış yönden bakıyor olabilir miyiz? Bu ilintilemenin komünist partilerin yönetimindeki devletlerin acımasızlığından kaynaklandığını göremiyoruzdur belki? Hiç sanmam. Aksine, komünizmin ilk anlamı “herkes için ortak mülkiyet”i önemsemekse, komünizm ve şiir arasında temel bir bağ olduğunu iddia etmek isterim. Nasıl ki, sermayeye hizmet edenlerce kurgulanmış bir düzen yerine, herkese ait olan ve herkesçe erişilebilen ortak bir düzen kurmak komünizmin şiddetli arzusuysa, hayatın, gökyüzünün, yeryüzünün, okyanuslardaki suyun, yaz gecesindeki fırtınanın da dünyadaki herkese ait olması şiirin arzusudur.
Şairlerin komünistliğine işaret eden birincil (ve temel) argüman; şairlerin çalışma alanının dil olmasıdır, özellikle de ana dilleri. Açık ki, dil hepimize doğuştan itibaren verilen bir ortak fayda aracıdır. Şairler, o dilin söylemeye yetmediği şeyleri söyleyebilmek için dili geliştirenlerdir. Şairler, dilde bulunmayan betimlemeleri yaratan, yeni ifadeler bulanlardır. Ve şiir için, bu buluşların, bu dile özgü yaratımların ana dil ile aynı yolu izleyip herkese istisnasız olarak ulaşması vazgeçilmezdir. Şiir, şairin dile armağanıdır. Ancak, bu armağan, dilin kendisi gibi, tek bir kişiye özel değil, herkesedir.
Böylelikle, yirminci yüzyılın büyük şairleri şiirsel buluşlarını ve yaratımlarını dile, dil aracılığıyla da herkese veriyorken, komünizm düşüncesinin görkemli devriminde, kendilerine oldukça tanıdık gelen bir ideali fark ettiler: Materyal dünya, aynı düşünsel dünya gibi, birbirinin tamamlayıcısı olarak, bundan sonra sadece birkaç kişinin mülkiyetine değil, insanlığın ortak faydasına ait olmalıydı.
İşte bu nedenle, şairler komünizmde halkın kaderinin yeni bir tezahürünü gördüler. Ve burada ‘halk’, öncelikle fakir insanları, işçileri, dışlanmış kadınları, toprağı olmayan köylüleri ifade eder. Neden? Çünkü onlar aslında doğal olarak sahip olmaları gereken hiçbir şeye sahip olmayanlardır. Çünkü onlar dilsizlerdir, kekemelerdir, dili bilmeyen yabancılardır, şiirin sunulması gerekenlerdir. Gevezeler, gramerciler veya ulusalcılar değil. Onlar, Marx’ın tanımladığı şekilde; emeğini ürettiği vücudundan başka mülkü olmayan proleterlerdir, ki onlara yeryüzü tümden verilmelidir ve tüm kitaplar ve tüm müzikler ve tüm ressamların tüm resimleri ve de tüm bilim. Dahası; komünist şiir onlara, her formdaki işçi sınıfına aittir.
Çarpıcı şekilde, bu durum belki de tüm şairleri çok eski bir şiirsel biçimi yeniden keşfetmeye sürüklemelidir: Epik. Komünistlerin şiiri işçi sınıfının kahramanlık destanıdır. Bu nedenle Nazım Hikmet, aşka adanan lirik şiiri, kitleleri harekete geçiren epik şiirden ayrıştırır. Cesar Vallejo kadar bilge ve hermetik olan bir şair bile “Cumhuriyet Gönüllülerine İlahi” isimli bir şiir yazmaktan çekinmez. Açıktır ki, böyle bir isim vermek savaşın ortak hatıratına epik bir taahhüttür.
Komünist şairler Fransız Victor Hugo’nun zaten keşfettiği bir şeyi yeniden keşfediyorlar: Şairin görevi, artık şövalye aristokrasisine değil, başka bir dünya yaratma sürecindeki halkın destanına yeni motivasyonlar üretmek için dile bakmaktır. Şair tarafından şarkıya dizgilenen temel fikir; “geçim sıkıntısı, sefalet, ezilmenin dehşeti ve merhamet duygumuzu alevlendirecek diğer hey şey” ile “mücadele, vatan borcu, ortak akıl ve yeni dünyayı kurmak gibi heyecan duygumuzu uyandıracak her şey” arasında kurgulanabilecek yeni yöntemler ve politikalardır. Hayranlık ve şefkat diyalektiğini, çöküş ve yükseliş arasındaki şiddetli şiirsel karşıtlığı, kahramanlıktan kopuşu tersine döndürmeyi amaçlayan komünist şairler canlı metaforun, romantik tasvirin ve sembolik gücün peşindedirler. Ezilenlerinin sonsuz sabrının, tek vücut ve tek fikirde birleşmesiyle, kolektif kuvvete dönüşeceği o anı resmetmek için en doğru sözleri, en uygun betimlemeleri bulmaya çalışır şairler.
İşte bu nedenle zamanı geldiğinde, o muazzam tarihi an geldiğinde, tüm komünist şairler 1920 ile 1940 arasında yazdıkları şiirlerin şarkılarını hep bir ağızdan söylediler; 1936’dan 1939’a kadar süren İspanyol iç savaşı sırasında…
Şunu göz önünde tutalım ki, İspanyol iç savaşı, kesinlikle, tüm sanatçıları ve entelektüelleri en yoğun biçimde harekete geçiren tarihi olaydır. Bir taraftan, burada ister örgütlü komünistleri, ister sosyal demokratları, liberalleri ve hatta istersek Fransız yazar Georges Bernanos gibi tutkulu katolikleri düşünüyor olalım (ki bu liste eğer cesurca sesini yükseltenleri, savaşın ortasında İspanya’ya gidenleri, cumhuriyetçilerle birlikte aktif olarak savaşanları da katarsak fevkalade genişler), yazarların, cumhuriyetçilerin ve dolayısıyla komünistlerin ideolojik eğilimlerinden geliştirdikleri kişisel söylemleri dikkate değerdir. Bu vesileyle üretilen başyapıtların sayısı parmak ısırtacak kadar çoktur. Pablo Picasso’nun muhteşem tablosu Guernica’yı düşünün… Her ikisi de türlerinin başyapıtı olan, Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’unu ve Andre Malraux’un Umut’unu düşünün… Evet, İspanya’daki korkunç ve kanlı iç savaş dünya sanatını uzun yıllar besledi.
İspanya’daki savaş vesilesiyle entelektüellerin bu etkili ve enternasyonal söylemlerinin gelişiminde en azından şu dört etkiyi görüyorum:
İlki, 1930’larda dünya büyük bir ideolojik ve politik krizin içine düşmüş olması. Genel kanı bu krizin barışçıl veya uzlaşmacı bir yolla çözülemeyeceği yönündeydi. Ufukta hem iç hem de dış çatışmaların korkutucu senaryoları beliriyordu. Entelektüeller arasında, her ne kadar birbirinin tam anlamıyla zıttı da olsa, faşist ile komünist arasında bir seçim yapma eğilimi yayılıyordu. İspanya’daki savaş sırasında bu çatışma, basit ve yalın şekilde iç savaşa dönüştü. İspanya, zamanın ideolojik çatışmasının şiddet simgesi haline gelmişti. Zaten bu yüzden İspanya savaşını böylesine sembolik ve evrensel addediyoruz.
İkincisi, İspanyol savaşı sırasında, tüm dünyadaki sanatçılar ve entelektüellerin karşısına çıkan fırsat yalnızca yeni ortak ideolojiye desteklerini göstermek değil, dahası mücadeleye direkt olarak katılabilmekti. Böylece, fikirler aksiyona, dayanışma uhuvvete, kardeşliğe dönüştü.
Üçüncüsü, İspanya’daki savaşın insanların başlarının üstünde patlattığı dehşetli şiddettir. Sefalet ve yıkım her yere yayılmıştı. Tutuklulara uygulanan sistematik katliam, köylerin gelişigüzel bombalanması, savaşın her iki tarafının da acımasızlığı insanlara, İspanya’daki savaşla başlayan dünya çapındaki çatışmanın ne noktaya geldiğini ve dahası neye dönüşebileceğini gösterdi.
Dördücüsü, İspanyol savaşı, gerçekten enternasyonal bir devrimci politika olan yüce Marksist düşüncenin gerçekleşmesi için dünyadaki en etkili olay, belki de tarihte benzersiz bir andı. Unutmayalım ki, enternasyonal güçlerin müdahilliği, zihinlerin evrensel anlamda geniş seferberliğinin aynı zamanda insanların evrensel seferberliği demek olduğunu gösterdi. Fransa örneğini düşünüyorum; çoğu komünist binlerce işçi gönüllü olarak İspanya’daki savaşa gitmişti. Gidenler arasında Amerikalılar, Almanlar, İtalyanlar, Ruslar ve birçok başka memleketten insanlar da vardı. Bu enternasyonal özveri, bu hayati enternasyonalist öznellik belki de Marx’ın, “proleterlerin anavatanı yoktur, onların siyasi yurtları yeryüzünde kadınla erkeğin yaşıyor olduğu her yerdir” ve “enternasyonal örgüt; herkesin ortak düşmanı olan ve en uç noktada kendini faşizm olarak gösteren kapitalist birliğe karşı savaşmayı sağlayan ve sonunda gerçek bir zafere ulaştırandır” şeklinde iki net ifade ile özetlenebilecek düşüncesinin en etkileyici vücut buluşudur.
Nihayetinde, komünist şair, epik şiire ortak ülküye uygun şekli vermek için İspanyol savaşında halkların çilesini, halkların örgütlü ve mücadeleci enternasyonal kahramanlıklarını başlıca öznel sebep olarak gördü.
Yazar: Alain Badiou
Çevirmen: Kaan Erdemir
Kaynak: Verso Books
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.