Kişisel kimlik problemi çağdaş felsefeyi hayli meşgul eden başlıca sorunlardan biridir. Bir insanı o insan yapan şey nedir? (Olson, 2015) Mesela sizin kişisel kimliğinizi ele alalım. Boyunuz, kilonuz, renginiz, bulunduğunuz yer ve diğer birçok fiziksel özelliğiniz değişmesine karşın hala aynı kişi olduğunuzdan söz edebiliyoruz. Fiziksel özelliklerinizi değil de seçimlerinizi, zevklerinizi ele alsak, yine aynı sonuçla karşılaşırız: İnancınız, siyasi görüşünüz, dinlediğiniz müzik türü değiştiğinde siz hala kendinizsiniz. Peki, dünyanın farklı noktalarında, farklı zamanlarda, farklı inançlarla dolaşırken sizinle devamlı beraber olan, sizin hala sizin olmanızı sağlayan şey nedir? Bazılarına göre cevap merkezi sinir sistemimizin çok özel bir parçasında gizlidir. (Smart, 1959) Başkalarına göre ise bizler beynimizin işlediği bir çeşit algoritmadan başka bir şey değiliz. (Piccinini, 2009) Aslında düşünce tarihi içerisinde bizim maddeden ayrı olarak çok özel bir tözden yapıldığımız, ya da zaten hep var olduğumuz gibi görüşlere de sıkça rastlanmaktadır. Kişisel kimlik sorunu bu noktada zihinsel faaliyetlerimizi açıklamaya çalışan çok temel felsefi konularla yakından ilişkilidir.
Bugün dünyanın birçok kayda değer üniversitesinde zihin felsefesi üzerine yazılan doktora tez konularının sorguladığı kişisel kimliğe dair büyük felsefi soruyu cevaplamak yerine aynı konuda giriş niteliğinde olan bir sorunu ele alalım: Eğer beyniniz bir başka bedene başarılı bir şekilde nakledilseydi siz hala ayni kişi olur muydunuz? Birçok insanın bu soruya “böyle bir durumda kendimi çok farklı hissedecek olsam da, o bedende yine ben olarak yaşamaya devam ederdim” diye cevap vereceğini düşünüyorum. Öyle ki, Joel Pust bu cevabı insan sezgisine örnek olarak vermektedir. (Pust, 2012) Aslında modern nörobilimin gelişiminden çok önceleri de beyni merkeze alan bir düşünce sistemi bulunmaktaydı. Mesela MÖ 1700 yılında yazılmış ve MÖ 3000lerde yaşamış bir Mısır vezirine atfedilen, bugün Edwin Smith Papirüsü olarak bilinen belgede dille ilgili olan zihinsel durumlarımızın beyinle ilişkisi anlatılmaktadır. (Minagar et al. 2003) Tabii daha sonraları Mısırda bu deneysel bakışın yerini mistik, doğaüstücü ve sadece boş spekülasyona dayanan görüşler aldığında, beyin de insanların gözündeki yerini kalbe kaptırmıştır. Antik Yunanda ise Krotonlu Alkmaion, Hipokrat gibi düşünürler bütün düşüncelerimizin, bilişsel işlemlerimizin, uyurgezerlik, obsesif kompulsif bozukluk gibi psikiyatrik sorunlarımızın sadece beynimizle alakalı olduğunu iddia edip, kalbi merkeze alanları şarlatan olmakla suçlarlarken (Gross, 1987, 843-44); onlardan bir yüzyıl kadar sonra kadar yaşamış olan Aristo ise zihinsel işlemlerin kalpte yürütüldüğünü, beynin görevinin ise sadece vücuttaki kanı soğutmaktan ibaret olduğunu iddia etmiştir. (PA 653b-Pa 656a)
Düşünce tarihindeki kalp-beyin karşıtlığı her ne kadar kültür ve dini inanışlar üzerinden kendini hala var etse de, konu organ nakline geldiğinde kişisel kimliğimiz açısından genel tavrın beyinden yana olacağını düşünmekteyim. Fakat, Derek Parfit bize bu işin bu kadar kolay olmadığını gösteren şöyle bir düşünce deneyi sunmaktadır: Düşünün ki bir kaza sonucu bedeniniz (beyniniz dışındaki kısımlar) işlevsiz hale geldi. Beyninizin birbirine özdeş (aynı işlevlere sahip) iki yarısı, beyinleri çalışmaz hale gelmiş iki farklı vücuda nakledildi. Diyelim ki, ameliyat da başarılı geçti. Beyninizin iki eş yarısının nakledildiği bu iki insan (Donald Trump ve Kim Jong-Un olsunlar) uyandığında aynaya hiç bakmadan ve olan bitenden habersiz bir şekilde doğruca sizin arkadaşlarınızın, ailenizin yanına koştular. Tıpkı sizmişsiniz gibi onlarla konuşmaya başladılar. Bir görüşe göre sizin beyniniz o bedenlerde olacağı için aslında onlar zaten sizsiniz. Yani değişen beyniniz değil, bedeniniz! Farklı iki bedende farklı yüzlerle, vücut ölçüleriyle, farklı iki ses rengiyle ailenizi ve arkadaşlarınızı karşılarındaki insanın siz olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz. Ailenizin, arkadaşlarınızın olduğu yerden baktığımızda ise ortada siz olduğunu iddia eden sizin gibi konuşan fakat fiziksel görünüşleri size hiç benzemeyen iki farklı insan var. Hatta düşünün ki bu iki insan birbirlerini yalan söylemekle suçluyorlar.
Parfit bu durumu açıklamaya aday üç senaryodan bahsetmektedir. Birinci senaryoda bu iki insanın ikisi de sizden farklı; çünkü siz aslında beyin nakli ameliyatı sırasında öldünüz. Fakat iki farklı bedene başarılı bir şekilde beyninizin nakledildiği bu ameliyatları sizin öldüğünüz şeklindeki bir başarısızlıkla suçlamak pek mümkün görünmüyor. İkinci senaryoya göre ise bu iki insandan sadece biri olarak yaşamınıza devam ediyorsunuz. Yani ya Trump ya da Jong-Un bedeninde bulunan beyinlerden sadece birisi siz oluyorsunuz. Dolayısıyla, ailenize, arkadaşlarınıza siz olduğunu iddia eden sizin anılarınızı anlatan Trump ve Jong-Un’dan sadece birisi doğru söylüyor. Fakat bu iki insandan birisini seçmek için bir nedenimiz olmadığından bu senaryo da sorunlu. Üçüncü senaryoda ise iki farklı insan olarak görünen bu varlıklar aslında birbirinden habersiz tek bir insan. Yani ameliyat sonrasında siz hem Trump bedeninde, hem de Jong-Un bedeninde, bir anlamda öteki kendinizden haberdar olmadan, yaşamınıza devam ediyorsunuz. Bu üçüncü senaryo da kulağa çok anlamlı gelmiyor. Parfit, üç olası senaryoyu da olası görmediği için sorunun aslında kişisel kimlik anlayışımızda yattığını iddia ediyor. Burada sorunun özdeşlik (identity) kavramıyla ilgili olduğunu iddia ederek, bu kavramın kendisinin revize edilmesi gerektiğini savunuyor.
Tabii burada Parfit’in argümanındaki özdeşlik kavramıyla ilgili olan teknik kısımlar bu kısa yazının özetleyebileceği bir şey değil. Ancak, yukarıdaki senaryolara tepkimiz bizi bu konuda daha derinden bir felsefi tartışma yapmaya itmektedir. Mesela, yukarıdaki senaryoların dışında senaryolar da üretilebilir mi? Ya da bu senaryoların arasında savunulabilecek olanlar var mıdır? Biraz daha dışardan bakarsak, bu düşünce deneyinin kendisi sorunlu olabilir mi? Hatta belki de bütün düşünce deneylerinin sorunlu olduğunu iddia ederek sorundan uzaklaşmak makul müdür? Felsefede bu sorulara hangi cevabı verdiğimiz, hangi görüşe kendimizi yakın hissettiğimizden ziyade konuya nasıl yaklaştığımız önemlidir. Böyle bir uğraş, kavram ağımızın deneyimlerimizle ilişkisini kontrol altında tutmayı amaçlamaktadır. Sonuç olarak kişisel kimlik ile ilgili bu türden sorular ve bu soruların anlamlı olup olmadığına dair olan meta-felsefi sorular, ürettiği kavram ağı ve bu kavram ağının deneyimlerimizle ilişkisi üzerinden kişisel kimlik üzerine çalışan diğer disiplinleri de olumlu anlamda etkilemektedir.
Kaynakça:
Barnes, J. (1984) The Complete Works of Aristotle, Volumes I and II, (Ed.) Princeton: Princeton University Press.
Gross, C. G. (1995). Aristotle on the brain. The Neuroscientist, 1(4), 245-250.
Olson, E. T. (2015). Personal Identity. In Zalta, E. N., editor, The Stanford Encyclopedia of Philosophy. Metaphysics Research Lab, Stanford University, summer 2017 edition.
Minagar, A., Ragheb, J., & Kelley, R. E. (2003). The Edwin Smith surgical papyrus: description and analysis of the earliest case of aphasia. Journal of medical biography, 11(2), 114-117.
Parfit, D. (1987). Reasons and Persons, Oxford: Clarendon Press.
Parfit, D. (1971). “Personal Identity,” The Philosophical Review, 80: 3–27.
Piccinini, G. (2009) Computationalism in the Philosophy of Mind, Philosophy Compass, 4;3: 515–532.
Pust, J. (2012). “Intuition”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy. Metaphysics Research Lab, Stanford University, summer 2017 edition.
Smart, J.J.C. (1959). “Sensations and Brain Processes,” Philosophical Review, 68, 141-156.
Yazar: Tolgahan Toy
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.