Kadın-erkek ilişkilerinin büyük bir çoğunluğu, taraflardan birinin “kaygılı” bir diğerinin ise “kaçınmacı” olduğu bir ortamda yaşanıyor. Yani bir taraf sorun tespit ettiğinde kaçma eğiliminde olurken diğer taraf saldırıya geçmeyi tercih ediyor. Taraflardan birinin kaçma davranışı diğerinin saldırı halini tetiklerken, benzer şekilde saldırı hali de karşı tarafın daha çok kaçması ile sonuçlanıyor. Birbirini ateşleyen bu davranış kalıpları, nihayetinde bir kısırdöngüyü beraberinde getiriyor. Sonuç ise genellikle aynı: “Sevseydin gitmezdin” ile “Sevseydin bu kadar üstüme gelmezdin”in kesişim kümesinde “Beni hiç anlamıyorsun” yer alıyor. Aslında bu durumu, yalnızca kadın-erkek ilişkileriyle sınırlandırmak hatalı olur. İnsan ilişkilerinde iletişim kazaları nedeniyle yaşanan pek çok problem, özünde benzer korkularımız ve bu korkularla başa çıkmak için verdiğimiz farklı tepkilerin anlaşılamıyor olmasından, hatta çoğu zaman kendi kendimizi anlamakta da yetersiz kalmamızdan kaynaklanıyor.
Psikoloji literatüründe bu konu, bağlanma stilleri çerçevesinde ele alınıyor. Ancak bağlanma stillerine geçmeden evvel, öncelikle nesne ilişkileri kuramından bahsetmekte fayda var. Nesne ilişkileri kuramcıları; çocukluk döneminde hayatımızda önemli yer kaplayan “nesnelerle” yani anne-baba gibi bakıcı rolündeki karakterler ve bu karakterlerin bizim bilinçaltımızdaki yansımalarıyla kurduğumuz ilişkilerle ilgilenir.
“Bu kurama göre, bebekler bakıcılarıyla gerçek kişiler olarak değil, nesne olarak ilişki kurarlar ve bu ilişkinin kalitesi (nazik, öfkeli, yumuşak, reddedici, uzak, sürekli ve değişken oluşu) çocuğun kendisi ve dünya hakkındaki fikirlerini biçimlendirir.” (Morris, 2002, s. 223)
“Çocuğun anne ve baba imgelerini içselleştirme tarzı, gelecekte bir ilişkiye girdiğinde, karşısındaki kişiyi ne gözle göreceğinin temelini oluşturur. Başka bir deyişle, çocukların anne babalarına duyduğu bağlılık, yetişkin olduklarında başkalarıyla anlamlı ilişkiler kurma becerilerini etkiler.” (Burger, 2006, s. 466)
Aralarında John Bowlby ve Mary Ainsworth’un bulunduğu kimi psikologlar bağlanma kuramı kapsamında, çocuklarla ebeveynlerinin ilişkilerini inceleyerek bu ilişki stillerini üç sınıfa ayırıyorlar: güvenli ilişki, kaygılı-kararsız ilişki ve kaçınmacı ilişki (Burger, 2006). Bu ilişki türlerinin temelinde annenin çocuğuna karşı duyarlı ya da duyarsız olması ve çocuğun da bu davranışa verdiği tepkinin doğası yatıyor. Annenin çocuğunun ihtiyaçlarına karşı duyarlı olduğu ve ona fiziksel olarak olmasa da her zaman yanında olduğunu hissettirdiği durumda, çocukla anne arasında “güvenli ilişki” kurulduğu görülüyor. Annenin çocuğunun ihtiyaçlarına karşı duyarsız olduğu durumda ise çocuk iki tür tepki geliştirebiliyor. Bu durumla başa çıkabilmek için ya fazlasıyla kaygılanıyor ve ağlıyor, anneden başkasının kendisini rahatlatmasına olanak tanımıyor ya da bu duruma anneden uzaklaşarak ve donuklaşarak tepki veriyor.
Çocuklukta anne ile kurulan ilişkiye değinerek bahsedilen bu durumların bize bugün de çok tanıdık geliyor olmasının nedeni, ilişki anlayışına dair öğrendiklerimizi ve olaylara tepki verme şeklimizi yetişkinliğimize de taşımış olmamızdır. Aramızda ilişki kurduğu bireye güvenli bağlananlar olduğu kadar, sorunlarla karşılaştığında kaygılanıp gözyaşlarına boğulanlar ve “yapışanlar” ya da bizi hayrete düşürecek kadar mesafeli, donuk tepkiler verenler var. Ancak bunun bizim kaderimiz değil yalnızca ilişkideki baskın stilimiz olduğunu, üzerine eğilip çalıştığımızda değiştirilebileceğini, aksi halde yanlış davranış kalıplarımızı yüklediğimiz ebeveynlerimizin çocukları olmaktan çıkıp bir yetişkine dönüşemeyeceğimizi kabul etmek gerekiyor. Yani “Ben kimseye bağlanamam” diyen bir kaçınmacı veya “İnsanlarla çok yakın olmak istiyorum ve bu isteğim karşımdaki kişilerin korkup kaçmasına neden oluyor” diyen bir kaygılıdan; bağlanmanın ya da terk edilmenin bizi çok da kaygılandırmadığı güvenli bir alana taşınmak uzman yardımıyla ve iç görü ile mümkündür.
Kimi zaman hayata karşı çok iyimser bir tutum içine giriyoruz ve yanımızdaki insanların da bizimle aynı duyguları paylaşmasını arzuluyoruz. Onlara içimizi tamamen açmak, onlarla gizli bir köşe kalmaksızın tüm duygularımızı paylaşmak istiyoruz. Kimi zamansa bu durum bizi dehşete düşürüyor ve kabuğumuza çekiliyoruz. İyimserliği paylaşma ve içini tamamen açma arzusu ile bundan duyulan korku arasındaki çelişkiyi biz kendi içimizde dahi yaşamaktayız. Durum böyleyken, bizim dışımızdaki bir varlıkla, bizden farklı bir geçmişi yaşamış ve kendi çelişkileriyle baş etmeye çalışan bir insanla hiç sorun yaşamama isteğimiz, kabul edelim ki çocukluğumuzun hoşlanmadığı şeyleri görmemek için gözlerini kapatan yanını anımsatıyor. Yani, korkunç olan içimizdeki bu insani dalgalanmalar değil ama “korkunç olan, kendi kendine bile hoşgörülü davranmakta güçlük çekerken, kalkıp bir başkasını olmadık ölçüde ülküselleştirebilmek…” (De Botton, 2010, s. 20)
Kaynaklar:
Burger, J.M. (2006). Kişilik. (İ.D. Erguvan Sarıoğlu, Çev.) Kaktüs Yayınları: 269
De Botton, Alain. (2010). Aşk Üzerine. (A. Antmen, Çev.) Sel Yayıncılık: 178
Morris, C.G. (2002). Psikolojiyi Anlamak. (H.B. Ayvaşık, M. Sayıl, Çev.) Türk Psikologlar Derneği Yayınları: 23
Yazar: Seval Dönmez
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.