(Bizden kastım, paganlıkla papazlığı birbirinden ayırt edemeyen insanlardır. Burada onların adına konuşuyorum. Ben bir paganın papaz duasını okumakla yükümlüyüm. Metaforlarımı dini bir düzleme oturtmadığımı ve inançsal bir alçaltma kurmadan ifade ettiğimi belirtmek isterim.)
Azalan şeylerin sürekli bir ivmeyle azalması, yani tükenmesi, tükenecek olması ruhsal bir dengenin sarsılması gibi bir şeydir. Ruhumuzun istismar altında olması insan olmamız ve çelişkilerimiz… Tüm bunlar hassasiyetle üzerinde durulacak şeylerdir. Rene Descartes ruh mefhumunu şu şekilde aktarır:
ARTICULUS XLI (MADDE 41)
Quae sit potentia animae respectu corporis (Ruhun beden üzerindeki kudreti)
“Ama irade doğası gereği öyle özgürdür ki, asla baskı altına alınamaz. Ben ruhun iki tür düşüncesi olduğunu özellikle belirtmiştim. Bunlardan biri ruhun etkin olduğu durumlar, yani onun iradi istekleri, diğeri de edilgin olduğu durumlar; tabii edilgin kelimesini en geniş manası içinde, yani bütün algı türlerini içerecek şekilde kullandığımızda. Birinciler mutlak olarak ruhun iktidarı dahilindedir ve beden bunları ancak dolaylı bir yolla değiştirebilir. İkincilerse tam tersi ne mutlak olarak kendilerini doğuran etkenlere bağlıdır ve ancak ruh bunların asıl nedeni değilse, bunları dolaylı bir yolla değiştirebilir. Ruhun bütün etkinliği şundan ibarettir: Herhangi bir şey istediği anda, sımsıkı kenetlenmiş olduğu guddenin uyarılmasına ve bu uyarım sonucunda bu isteğe cevap verecek nitelikte bir sonuç yaratılmasına neden olur.”(1)
Biz insanlar yaşadığımız dakikaların korkunçluğunda kendimizi sürekli boğazlayan sorunlu varlıklarız. Şu anki dünya perspektifinde bu durumu inkâr etmemiz mümkün görünmüyor. Gördüğümüz doğruların kör edici tatmininden dolayı hakikati zamanla bir miktar ucuzlaştırarak öldürmemiz oldukça ironik. Hayattan çıkarımlar yaptığımız zaman asıl olana bir miktar yaklaşıyoruz lakin asıl olanı çok çabuk bir zaman diliminde yine öldürebiliyoruz. Tüm vakitlerde maalesef ki asıl olan varsayımımıza liyakatimiz, süreklilik arz eden bir durum olamıyor. Bu sürekliliği kavrayamamış olmak ve devam ettirememek yaratıldığımız bedenlerin ve ruhların belki bir miktar ihtiyacıdır. Sevgilerimizin, aşklarımızın ve kederlerimizin de süreklilik arz edememesi gibidir. Lakin asıl olanı kavramak demek de bir miktar bütün bu yanlışları, bize kolay geleni terk etme düşüncesidir. Bu kavramanın felsefesidir. Zor olanı tercih etmemizin felsefesi nedir? Nasıl olur? Nasıl yapılır? Neden zoru seçmeliyiz? Niçin? Kim için? Algısal kıtlığımız nedir? Bir okyanus dolusu soruyu cevaplamaya, derisinin altında kan dolaşan hiç bir insanın ya da cismin gücü ve kudreti yok gibidir. Yahut ben korkağım. Bütün bu soruların tam manasıyla anlamlanması, kabullenilmesi hiç de kolay bir mevzu değil. Zaten belki de önemli olan sadece bu soruları sormak ve düşünmektir.
Konformizmi benimsemiş bir dünyada bu tür hadsiz bir yazıyı yazma cesaretini kendimde bulmak da konformizmi benimsemiş bir tutum. Aptalca olan şeylerin genellemelerden ve toplumsal değerlerden oluştuğunu elbette ki bazılarımız kavrayabiliriz. Kimse fikri ölçüde kelimeler duymak istemiyor. Herkesin kendi inandığı milyarlarca tanrısı var. Ve milyarlarca peygamber var dünyada. Ve hepimizin bir mağarası var, bu ilkel bir mağara. Oradan bakıyoruz gördüğümüz dünyaya. Neden böyle düşündüğüm konusunda ise kendi üzerimdeki yükümlülüklerden ve sorumluluklardan kurtulma çabası haricinde hiçbir kast yoktur. Kimin nasıl yaşadığı ise gayet umurumdadır. Her kimsenin nasıl yaşadığını yük edinmek beni bağlar. Konformizm insanlar için bir din ya da uygulama olabilir mi? Bu şartlarda mümkün müdür? Yazılarak okunan şeylerin işitilen fikirler olarak insanların zihninde bir kibrit çakması gerektiğini düşünüyorum. Fırsat kollayan insanların gölgesinde, kendi çorak çölünde inandığı şeyler için ölen ve kendini öldüren insanlarımızın haklarını hukuklarını anlamalıyım. Ağlayan bir annenin içindeki hüznün ve dramın bedelini kim ödeyebilir?
Üzülen varlıkların aynı zamanda üzebilir de olması muhtemeldir. Bizler bazı anlamlandırmaları yapmaya çalışırken bazı anlamları anlayamadan verilen yaşam kredimizi tüketen varlıklarız. İnanç bize armağan edilmiş en büyük armağanın ta kendisidir. Yahut tam zıddıdır. Daha sonraki cezamız ise yaşamdır. Sonraki armağanımız hiç şüphesiz ölümdür. Sonrası asıl ceza ve kutsal armağanların verildiği yer. Bu anlamda bizler yaşamsal olarak istenilmeden bize armağan edilen şeyi haddimize uygun bir şekilde kullanmalıyız. Alışılmışlıklarımızdan daha da uzakta mistik bir yaşam tercih etmemiz değildir bu anlatım. Alışageldiklerimize inat, onlarla birlikte sürdürülebilen bir gerçeklik ve hak… Tam manada bahsini ettiğim husus alışılmışlıklarımıza kapılmadan, onları alçaltarak, onlarla ve hak ile yaşamak. Ve yüce haklarımız ve adalet! Adalet! Pagan düğününde, tutuklu kalan taziye hüznü; yaşam kıvranışı, vesairelerimiz.
Dipnot:
Descartes, Rene (2015). Renatus, Duygular ya da Ruh Halleri, Çev.:/Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Alfa Yayınları, ss.84-85.
Yazar: Yunus Emre Koç
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.