Bulaşıcı ve öldürücü hastalık edebiyatı açısından en büyük tehdit, insan yaşamının kaybı değil, bizi insan yapan şeyin kaybıdır.
Salgın hikayeleri, dili kifayetsiz, insanı da zalim kılan hikayelerdir.
Veba 1665’te Londra’yı etkisi altına aldığında Londralılar akıllarını yitirmiş, astrologlara, şifacı şarlatanlara ve İncil’e başvurmuşlardı. Hastalığın belirtileri deri üzerinde yumru şeklinde kitleler, şişlikler, kara leke benzeri izlerdi. Kehanetler için yalvardılar; bir umut için çok para ödediler; dua ettiler; inlediler. Gözlerini bağladılar; kulaklarını tıkadılar. Sokaklarda ağıtlar yaktılar. Tehlike alameti almanakları okudular: “Kitaplar onları fazlasıyla korkutmuştu.” İnsanların ticari gemilerde Orta Doğu’dan Marsilya’ya seyahat edip ve kuzeye yönelmesinden sonra, hastalığın tekrar Manş Denizine sıçrayabileceğinden korktukları bir yıl olan 1722’te, paniği kontrol altına almak isteyen hükümet, Daniel Defoe’un “A Journal of the Plague Year” (Veba Yılı Dergisi)’ indeki hikayesiyle bağlantılı yazdığı “Due Preparations for the Plague,” (Veba İçin Gereken Hazırlıklar) adlı bir tavsiye kılavuzundan sonra, “insanları dehşete düşüren” tip kitaplar diye basımını engellemeye çalıştı. Defoe, kitaplarının, bu felaketin adı geçen kısmından canımızı kurtarmış olsak bile “hem bize hem de gelecek nesillere faydalı olacağını umuyordu.” Felaket kendi sırrını ortaya çıkarmıştı.
1665’te korkaklar şehir dışına kaçtılar ve benzer durumdaki alimlerin ve beklemede kalanların pişman olmaları için sebebi vardı: ayrılmaya karar verseler de “şehirde satın alınacak ya da kiralanacak hiçbir at yoktu.” Defoe, kapılar kapanınca heprkesin kapana kısıldığını anlatmıştı. Herkes kötü bir davranış sergilemiş, ancak en kötüsünü zenginler göstermişti: Erzak tedarikine yönelik uyarıları dikkate alma da başarılı olamamışlardı, zavallı yoksul hizmetkarlarını erzak temini için dışarı göndermişlerdi. Defoe, “Erzak satın almak için zorunlu olarak Evlerimizden Çıkmanın Tüm Şehrin Yıkılmasının en büyük Ölçütüydü,” diye yazmıştı. Tüccarlar tarafından alınan önlemlerine rağmen her beş Londralıdan biri ölmüştü. Kasap, aşçıya elle et vermezdi, aşçı, eti zorla kancadan kendi çıkarmak zorunda kalırdı. Kasap aşçının parasına dokunmaz, sikkeleri bir sirke kovasına attırırdı. Purell’inizi (el temizleme jeli) kullanmadığınız zamanlarda bu aklınızda olsun.
Defoe, “Her yüze hüzün ve keder çöktü” diye yazmıştı. Sokaklarda okunacak bir dolu dehşet saçan şey varken, hükümetin korku verici kitapları yayınlatmaması dar kafalılıklarının kanıtıydı. Haftalık ölüm ilanlarını zaten okuyabiliyor ve sokak aralarındaki ceset yığınlarını sayabiliyordunuz. Belediye başkanı tarafından yayınlanan emirleri de okuyabiliyordunuz: “Birisi, vebadan enfekte olduğu bilinen birini ziyaret etmişse veya enfekte olmuş ve izin verilmeyen bir eve isteyerek girmişse, o kişi girdiği evde hapsolacak, o ev kapatılacaktır.” Bu evlerin her birinde yaklaşık 30 cm uzunluğunda kızıl haçlar üzerine uzaktan okunacak kadar büyük harflerle yazılmış, “Tanrım, Merhametin Üzerimizde Olsun.” Tabelaları görüyordunuz. Bekçiler tarafından korunan enfekte olmuş evleri, kapılarının üzerindeki bu işaretlere bakıp anlayabiliyordunuz.
Okuma, beynin içine doğru oyuk açarak ilerleyen bir enfeksiyondur: kitaplar metaforik ve hatta mikrobiyolojik olarak enfeksiyonu bulaştırır. On sekizinci yüzyılda, limana gelen gemilerin kaptanları deniz suyuna batırılmış İncil üzerine yemin ederek gemilerini dezenfekte ettiklerini söylüyorlardı. Tüberküloz korkusu zamanında, halk kütüphanelerindeki kitaplar formaldehit gazıyla dolu çelik fıçılara doldurularak dezenfekte edilirdi. Bugünlerde Reddit’teki kütüphanecilerin raflardaki kitapları nasıl dezenfekte ettiklerini bulabilirsiniz. En iyi iddianız ya denatüre-alkollü mendillerle silerek ya da bir mutfak dezenfektanı olan püskürtmeli spreyler gibi görünüyor, bununla birlikte eğer kitapları küçük bir fırına koyup, yüz veya altmış derecede ısıtırsanız da bir faydası var: Sadece tahtakurularını öldürürsünüz. (“Kitaplara zarar vermezler!”) Veyahut koronavirüs tedbirlerinde olduğu gibi, kütüphaneler kapılarını kapatabilir, ve tabi kitapçılar da.
Ancak, bir yandan da kitaplar iyileştirici ve teselli edicidir. Vebanın Avrupa’yı kırıp geçirdiği uzun yüzyıllar boyunca, karantina altında, insanlar eğer kitap sahibi olacak kadar şanslılarsa, bu kitapları okudular Değilseler, ve sağlıkları yeterince iyiyse hikayeler anlattılar. Giovanni Boccaccio’nun on dördüncü yüzyıldan kalan Decameron adlı kitabında, yedi kadın ve üç erkek, Kara Ölüm’den saklanırken on gün boyunca sırayla hikayeler anlattılar; ve “Son Pestilansiyal’a (veba getiren) bağlı ölüm oranı, evrensel olarak herkes için acı vericidiydi.” Veba o denli kötü şöhretliydi ki Boccaccio okuyucularına kitabın dayanılmaz korkunçluğunu tenkit etmemelerini rica etmişti: “Okumaya devam etmesini engelleyecek kadar dehşetli olmamasını diliyorum.”
Bulaşıcı hastalık edebiyatı berbattır. Bir veba salgını lobotomi (bazı beyin hastalıklarını tedavi için beynin iki yarısının ortadan kesilerek ayrılması ameliyatı) gibidir. İnsanlığın yüce yetki alanını, en azametli kudretlerini ortadan kaldırır ve ortada sadece hayvanı bırakır. Mary Shelley 1826’da “The Last Man” (Son İnsan)” adlı eserinde, hastalığın dünyayı kırıp geçirmesinin ardından, “İnsanlığın dev güçlerine elveda,” diye yazmıştı: “Güzel sanatlara elveda, ve güzel söz söyleme sanatına elveda.” Her epidemi öyküsü cehaletin öyküsüdür, dilin güçsüz hale, insanın acımasız hale getirilmesinin öyküsüdür.
Ancak öte yandan kitapların varlığı, öykü ne denli korkunç olursa olsun okumanın yayılması, insanlığın bu acıya katlandığını belirten işaretin ta kendisidir, Okumanın kendisi ancak bir enfeksiyon olabilir, yazarın fikrinin, okuyucunun zihnine sızması önlenemez. Hal böyleyken, veba dönemlerinde başka tüm biçimlerde yasaklanan samimiyet, okuyarak kazanılmaya çalışılır; bu doğruluğu kanıtlanmış, güvenilir bir panzehirdir.
Salgın hastalıklara dair hikayeler “Oedipus Rex” (Kral Oedipus)’ den “Angels in America” (Amerika’da Melekler) a kadar hepsini kapsar. “Sen vebasın,” der kör bir adam Oedipus’a. “Yıl 1986 ve bir salgın var, benden daha genç arkadaşlarım öldü, ve ben daha otuzumdayım,” der bir Tony Kushner karakteri. Thebes’ten New York’a kadar burada salgınlar var, orada salgınlar var, korkunç ve tüyler ürpertici, ama Mary Shelley “Frankenstein”’ın devamı yazmaya karar verene kadar hiçbir yerde bir salgın yoktu.
Yirmi birinci yüzyılda geçen “The Last Man” (Son İnsan), insan ırkının küresel bir salgınla yok oluşunun hayal edildiği ilk büyük romandır. Shelley bunu 29 yaşında, neredeyse sevdiği herkes onu terk edip, ölmelerinden sonra yayınladı; kitabında dediği gibi, “aziz ırkın son kalıntısı, yoldaşlarımın, benden önce soyları tükenmiş.” Kitabın anlatıcısı yoksul ve eğitimsiz İngiliz bir çobandır: ilkel, şiddete eğilimli ve kanun tanımayan hatta bir canavar gibidir. Bir asilzade tarafından yetiştirilir ve öğrenerek aydınlanır. “İçten gelen bilgi sevgisi. . . okuma ve ders çalışmalarla günler ve geceler geçirmeme neden oldu,” der. Bu aydınlanmayla yücelir ve bir bilim insanı, özgürlük savunucusu, bir cumhuriyetçi ve bir dünya vatandaşı olur.
Çok geçmeden, 2092 yılında, ilk olarak Konstantinopolis’i kasıp kavuran veba gelir. Yıldan yıla, öldürücü salgın hastalık her kış gittikçe ölür (“bir general ve hiç-başarısız olmayan bir tıp doktoru”) ve her ilkbaharda daha öldürücü, daha yaygın olarak geri döner. Dağların ötesine uzanır, okyanuslara yayılır. Güneş siyah doğar: kıyamet işareti. Shelley, “Asya üzerinden, Nil kıyılarından Hazar kıyılarına, Hellespont’tan hatta Umman denizine kadar ani bir panik başlar” diye yazar kitabında. “İnsanlar camileri doldurmuştu; kadınlar örtünmüştü, aceleyle mezarlar yapılıyor ve kendi hayatlarını korumak için ölülere adaklar adanıyordu.” Salgının doğası gizemini koruyor. “Buna epidemi adı verilmişti. Ancak en önemli sorun, bu salgının nasıl ortaya çıktığı ve artmasına rağmen hala çözüme kavuşmamasıydı.” Salgının işleyişini anlamayan ve sahte bir özgüven içindeki yasa koyucuları harekete geçmekte tereddüt ettiler. “İngiltere hala güvendeydi. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya, biz ve salgın arasındaki duvarlar henüz çatlamadan müdahale ettiler ” Sonra tüm ulusların ölüm ve nüfus azalma raporları geldi. “Amerika’nın muazzam şehirleri, Hindostan’ın (Hindistan’daki Hindu bölgesi) bereketli ovaları, Çinlilerin kalabalık ikamet yerleri tamamen harap olma tehdidi altındaydı. Korkunun tarihe hatta tarihin sayfalarının içine dönmesi için çok geç, hatta Decameron’un sayfaları içinde bulmaya çalışmak yanlış ders bir çıkarmak olurdu. “İnsanlığın üçte birinin yok olduğu hesaplandığında 1348 vebasını aklımıza getirdik. Batı Avrupa henüz enfekte olmadı diye hep böyle mi olacaktı?” Hep böyle olmayacaktı. Kaçınılmaz olarak, veba en sonunda İngiltere’ye gelir, ancak o zamana kadar sağlıklı olanların gidecek yerleri kalmamıştır, çünkü pandeminin son dehşeti içinde, “dünyada sığınacak yer yoktur”: “Veba, tüm dünyadır!”
Eğer, “Frankenstein” da Shelley, vücut bölümlerini birleştirerek bir insanın yaratılmasını hayal etseydi, “Son İnsan” da medeniyetin parçalanmasını hayal ederdi. Ölümlerden ölümlere, ülkelerden ülkelere, insan ırkı azalır, bir zamanlar inşa edilmiş olan yaşam döngüsünden aşağıya inilir. Shelley’in, eskiden çoban olan anlatıcısı, kendi çıplak benliğini süsleyen: hukuk, din, sanat, bilim, liberal hükümet (“Uluslar artık yok!” ), özgürlük, ticaret, edebiyat, müzik, tiyatro, sanayi, ulaşım, iletişim, tarım gibi tüm “insanlığın ziynetlerinin” yıkılmasına ve terk edilmesine tanıklık eder: “Zihinlerimiz, düşüncenin sayısız katmanı ve sonsuz kombinasyonları aracılığıyla sadece kendi refahını korumak için kulaktan kulağa yayıldı, şimdi gönüllü bir etten duvarının arkasına yerleşti.” Salgın gezegeni harap ettikçe, hayatta kalanların birkaçı savaşan kabilelere, sadece bir insana, kendi anlatıcımıza, yeniden bir çobana indirgenir Roma’nın kalıntıları arasında amaçsızca dolaşıp bir yazarın evine girer ve yazı masasında bir el yazması bulur: “İtalyan dili hakkında öğrenilmiş bir keşif içermektedir.” Son kitap insanlığın ilk süslemesi olan bir dil çalışmasıdır. Derken anlatıcımız dünyada tek başına ne yapıyor? “Ben de bir kitap yazacağım, ağlamaya başladım, kimin okuması için?” Ona “Son İnsanın Tarihi” adını verir ve onu ölüme ithaf eder. Hiç okuyucusu olmayacak. Elbette, Shelley’in kitabının okuyucuları hariç.
Aydınlanmanın en büyük umudu gelişmekti, salgınların en korkuncuysa gerilemekti. Amerikan edebiyatında böylesine bir yıkım çoğunlukla ancak demokratik bir bükülmeyle mümkün olur: Bulaşıcı hastalıklar ise son kaldıraçtır. Edgar Allan Poe’nun 1842 tarihli “The Masque of the Red Death” (Kızıl Ölümün Maskesi) adlı öyküsü neredeyse anında öldüren bulaşıcı bir hastalıktan mustarip ortaçağda geçer. Poe: “Keskin ağrılar ve ani baş dönmeleri vardı, deride kaparmış iltihaplı gözeneklerde çok fazla kanamalar oluyordu. Vücutta ve özellikle kurbanın yüzündeki bu çirkin kızıl lekeler, dostlarının yardım ve sempatisini lanetleyen haşerelerdi.” Özellikle zenginler yoksulların halinden anlamaz. (Bununla ilgili olarak, Poe’nun zengin üvey babası onunla tüm irtibatını kesmişti, karısı para içinde ölürken, Poe parasızlıktan ölüyordu.) Kendini beğenmiş bir prens, asilzadeleri ve kadınları bir gece ahlaksız bir lüks içinde yaşadıkları köşkte bir balo tanzim ederler; ta ki içeriye bedeninin hiçbir yeri görünmeyen maskeli bir adam girene kadar her şey çok güzeldir. Poe: “Kendilerine ait kale gibi manastırlarından birinde esrarlı bir tecride çekilmişlerdi.” “Gelen maskeliyi yakından incelemenin bile mümkün olmadığı bir hileye sahipti, dış giysisi neredeyse bir cesedin sertleşmiş çehresine benziyordu.” Ziyaretçi, Kızıl Ölüm’ün ta kendisiydi. Manastırda bulunan herkes o gece ölür. Asalet, yoksulların katlanması gereken şeyden asla kaçamaz.
Poe’nin kızıl ölümü de Jack London’un 1912’de serileştirdiği “The Scarlet Plague” (Kızıl Veba) adlı romanındaki gibi bir pandemi halini almıştır. (Hastalık hep aynıdır: “Yüzün ve vücudun tamamı bir saat içinde kızıla döner.”) Kızıl Veba, 2013 yılında gelmişti ve dünyanın her bir köşesinde neredeyse herkesi, yüksek ve düşük, güçlü ulusları ve güçsüzleri silip süpürüyordu ve hayatta kalanların yaşadığı sefalar tüm vatandaşlar arasında aynıydı. Hayatta kalan bir avuç insandan birisi, İngiliz Edebiyatı profesörü Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi’nde bir akademisyendi. Hastalık geldiğinde, üniversitenin kimya binasında saklanmış ve öldürücülüğe karşı bir bağışık geliştirilebildiği ortaya çıkmıştır. Yıllar boyunca Yosemite’deki eski bir otelde tek başına yaşamış, konserve ürünlerle hayatta kalmıştı, hayatta kalan küçük bir grubu keşfetmiş ve onlara katılmıştı; bir zamanların limuzin şoförleri (chauffeur) olan bu grubun için de bir de hanım vardı. Romanın 2073 yılında geçer; profesör çok yaşlı bir adamdır, hayvan derisi giymiş bir çoban; “göğsü ve omuzları üzerinde sadece uyuz bir keçinin derisi asılı, bir hayvan gibi yaşıyor.” Adam torunlarına Kızıl vebanın hikayesini anlatırken, “tek heceli ve bir dilden daha çok saçma bir mırıldanmaya benzeyen anlamsız cümlelerde” konuşuyordu ama ok ve yay kullanımında hünerliydi. Bir zamanlar San Francisco’da modern bir hayat süren profesörü torunlarının ilkelliği rahatsız ediyor: “Dört milyon insanın kendilerini terk ettiği yerde şimdi vahşi kurtlar dolaşıyordu ve bu dişli çaresizliğe karşı kendilerini tarih öncesi silahlarla savunuyorlardı. Düşüncenize bunlara tek sebep, Kızıl Veba’ydı.” (Scarlet Death/Plague)
J. London E.Poe’dan kızıl ölüm fikrini çalmış, “Kızıl Veba” da , “Son İnsan” dan etkilenmişti. Şu var ki Jack London’nın insanlığın düşüşü ve yükselişi hakkındaki savı, Shelley’den çok daha az zekicedir: “İnsan ırkı, bir kere daha kana bulanmış medeniyete doğru tırmanmaya başlamadan önce olabildiğince geride kalmış ilkel karanlığa gömülmeye mahkumdur,” London’a göre, yabanilikten uygarlığa, sonrasında kıtlıktan bolluğa sürükleyen Aydınlanma, bir ahlaki ilerleme motoru değil, bir endüstriyel kapitalizm ve emperyalizmdir. London için insanlığın çöküşü, daha bireysel bir imparatorluğun karanlık çağının kalbine iniştir: Profesörün torunları da “esmer tenli” dir. Veba gelmeden önce kapitalistler ve emperyalistler inanılmaz servetler topladılar. 2012 yılında çocuklar dedelerine “Para nedir?” diye sorduklarında bozuk para yeni basılmıştı. (“Yaşlı adam parayı tutarken, gözleri parlıyordu.”) Bütün bunlar – beyaz ten, servet – kayboldu! Profesörün en büyük sıkıntısı, o zaman zorla şoförün eski kodaman karısı ile evlendirmesidir: “İşte o kadın, John Van Warden’in genç karısı Vesta Van Warden’di , eski püskü giysiler giymişti, bozulmuş, berelenmiş ve çok çalışmaktan nasırlaşmış elleriyle kamp ateşi üzerinde eğilip yemek pişiriyordu. O, dünyada şimdiye kadar bilinen en büyük kraliyet soyuna bağlı bir servet baronluğunda doğmuş Vesta’ydı.” Üzücü olan kıtayı fetheden beyaz adamın en sonunda Batı’yı da Doğu’yu da kaybetmiş olmasıydı. Profesör, ilkel torunlarına, ülkenin diğer bölgelerinden Kaliforniya’ya haberlerin hala telgraf operatörleriyle ulaşabildiği sırada pandeminin ilk günleriydi, akıbetini öğrendiğinde Amerikan şehirlerinin düşüşünü şöyle anlatır:
New York ve Chicago kaos içindeydi… New York polisinin üçte biri ölmüştü. Emniyet amiri de ölmüştü ve dahi belediye başkanı da. Tüm yasalar ve düzen son bulmuştu. Cesetler gömülememiş, sokaklarda yatıyordu. Büyük şehirlere yiyecek ve benzeri şeyler taşıyan tüm demiryolu ve gemi seferleri durmuştu, aç fakirlerden oluşan güruh, mağazaları ve depoları yağmalıyordu. Cinayet, soygun ve ayyaşlık kol geziyordu. Kalan insanların milyonlarcası şehirden kaçtı -ilk olarak zenginler, kendilerine ait özel motorlu arabaları ve zeplinlerinde- ve çok geçmeden nüfusun büyük kısmı yaya olarak, salgını da yanlarında taşırken açlıktan öldürüyordu ve çiftçileri yol üstündeki tüm kasaba ve köylerin çiftçilerini talan ederek kaçtılar.
Bütün şehirler yandı. Hindenburg bölgesinde zenginlerin zeplinleri bile alevler içinde patladı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce yayınlanan “Kızıl Veba” da dünya savaşının bedelleri hatta dünya yaşamanın son bedelleri hakkında bir sürü uyarı içeriyordu. Profesör, “Senelerce, senelerce evvel, dünyada sadece birkaç kişi varken hastalıklar çok azdı.” diye anlatır. “Fakat büyük şehirlerde ve medeni bölgelerde insanlar çoğaldıkça ve bir arada yaşamaya başladıkça yeni hastalıklar ortaya çıktı, bedenlerine yeni tip mikroplar girdi, milyonlarca ve milyarlarca insanı öldürdü. İnsanların yoğun olduğu yerlerde daha fazla ortaya çıkan yeni hastalıklar o kadar korkunçtu ki.” Torunları bunları algılayamaz. Onlara “2010 yılı son nüfus sayımına göre, dünyada sekiz milyar insan yaşıyordu,” diyor. Çocuklar inanmakta güçlük çektiler, bir milyarı bir kenara bırakın, bir nüfus sayımının ya da dünyanın ne olabileceği hakkında hiç bir fikirleri yoktu.
Profesör, “Göz açıp kapayıncaya kadar on bin yıllık kültür ve medeniyetler geçip gitti,” der. Bir kütüphaneci olmak, bu on bin yılı arşivlemek tüm hayatını aldı. Telegraph Hill’deki bir mağarada, okumayı bilen tek kişi olmasına rağmen bulabildiği tüm kitapları sakladı… Romanın son bölümünde torunlarına “büyük bir bilgelik bırakır;” alfabenin anahtarını. “Bir gün insanlar tekrar okumaya başlayacaklar,” diye onlara söz verir. Onun Neden bahsettiği hakkında torunlarının yine hiçbir fikirleri yoktur. Neyse ki okuyucunun var.
Modern salgın roman yapısında ve hatta onun da ötesindeki eserler, Stephen King’in “The Stand” (“Mahşer”) ve sonrasında yayınladığı modern salgın romanı “A Journal of the Plague Year” (“Veba Yılı Dergisi”) serisine (karantina duvarları içinde geçen bir hikâye) ve “The Last Man” “Son İnsan” a (hayatta kalan bitap düşmüş bir güruh arasında geçen bir hikâye) kadar uzanan bir çeşitliliktir. Gerçi, bu iki yapı bünyesinde öykü anlatımından daha geniştir; ahlakçılık, tarihsel iddialar ve felsefi yansımaları içerir. Her salgın romanı ibret alınacak birer öyküdür.
Albert Camus romanı, insanın diğer insanlar için terk edildiği bir yer olarak tanımlamıştır. Onun “Veba” romanı, tüm insanların diğer tüm insanları terk ettiği yerdir. Düşmanın kimyasallar, volkanlar, depremler ya da uzaylı istilacılar olabileceği diğer kıyamet ile ilgili kurgu türlerinden farklı olarak buradaki düşman: diğer insanların teması, diğer insanların nefesi ve çoğu zaman azalan kaynaklar, diğer insanların rekabet ettiği sadece bir varlıktır.
Camus’un 1947 tarihli bu romanı İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Fransız-Cezayir kasabasının surları içinde karantina altında geçen bir öykü kurar (yıl 194-olarak verilir). Tüm alametler, kehanetler ve günah keçileriyle 1665’deki Londra da olabilirdi. Dr. Bernard Rieux, diğer herkes gibi önce işaretleri okuyamaz. (Romanın, Rieux’un veba günlükleri defterinden alındığı iddia ediliyor.) Kapısının eşiğinde bir farenin sendelemesini izler:
Belirsiz bir hareket yaptı ve kürkü ıslandı. Hayvan durdu ve dengesini toplamaya çalışır gibi görünüyordu, tekrar ileriye, doktora doğru hareket etti, tekrar durdu, sonra küçük bir çığlıkla kendi etrafında döndü ve yana düştü. Ağzı yarım açıktı ve kan fışkırıyordu. Doktor bir an ona baktı ve sonra hemen yukarı çıktı.
Sıçanlar mahzenlerden çıkıp sokaklarda yığınlar halinde ölürler. Bu durumda ilk ölen otel kapı görevlisinden sonra ne doktor ne de bir başkası hiçbir şey yapamaz. Çok geçmeden vicdan azabı başlar: “Sonradan ortaya çıkan ve takibinde ilk aşamaları gözden geçiren kasaba halkı, güpegündüz farelerin birden bire çıkıp sonra toptan ölümlerinin gizemli bir hastalığa işaret ettiğini ve otel kapı görevlisinin bu yüzden öldüğü gibi çok garip olaylar sahnesi içinde hiç hayal bile etmedikleri şeylerin olacağının farkına varırlar.
Kısa süre sonra öğrenirler ki “tüm kasaba halkı ateşleniyor.” Vaka sayıları artar ve akabinde hızlı ölümler başlar. Kırk sekiz saat içinde 11 kişi ölür, sonra sayı artar. Hükümet’in sağlık komitesi “veba” kelimesini kullanmaktan kaçınır ama kullanılmazsa acil durum tedbirleri alınamayacaktır. Sonunda umutsuzluğun yol açtığı dengesizlik yüzünden hükümet, “farelerden arındırma (deratizasyon)” politikasına başlar ve bir günde otuz kişi ölünce kasabayı kapatırlar.
Veba, kuşkusuz ki, Faşizmin virüsüdür. Veba, “gelecek zamanı ortadan kaldır, yolculukları iptal eder, fikir alışverişini susturur” ve çok geçmeden herkes farelerden arınma işinden vazgeçer. Bu aptalcadır; “ve salgın, kendilerini o ana kadar özgür hissedenlerin hiç biri artık özgür olamayacaktır.”
“Veba” kitabı, salgının kasabadan çıkmadığı için pandeminin tarihsel kaydı yoktur, hal böyleyken Camus’un vebası sonu olmayan bir vebadır. Ama Rieux, tarih okuyarak, tüm insanlık tarihinde, bir yerden bir yere seyahat ederek, “Çin kasabaları acı içinde sessiz kurbanlarla dolup taşıyor” oluşundan “nemin paletleri çürütüp çamur zemine sıkıştırdığı Kanstantinopolis fakir ve hasta evinde hastaların kancalarla yataklarından çıkarıldıklarına” şahit olup “Londra’nın lanetli, perili karanlığında gümbürdeyen ceset arabaları, geceler- günler boyunca her yerde, insan acısının sonsuz çığlığıyla dolu,” olduğunu başından sonuna kadar gördüğü için aslında bunun sadece bir veba olduğunu öğrenir. Listede sırada ne var? Auschwitz, Dachau, Buchenwald. Veba insandır.
Aklı bu bilgiye takılan Rieux, istenmeyen bir sığınma durumuna düşer, tek başınalığın büyük üzüntüsünden ve yabancılaşma ve modernizmin vahşetinden sıkıntı çekerek:
Kimi zaman gece yarısı, uyku düşkünü kasabanın büyük sessizliğinde, doktor kendisine verdiği izinle birkaç saat yatmadan önce radyosunu açardı. Ve dünyanın öbür ucundan, binlerce kilometre kara ve deniz boyunca, iyi niyetli konuşmacılar nazikçe, arkadaşlık duygularını dile getirmeye çalışırlar, ama aynı zamanda her insanın göremediği acıları samimiyetle paylaşabildiklerini hissettirirler.
Karantina altındakiler için toplum yoktur: “veba her şeyi ve herkesi içine çekmişti.” Son anda biri serumla kurtarılır ve kasaba halkı neşeyle onu kutlamayla gelirdi. Romanın kapanış konuşmasın, doktorun kendi yorumudur: “O, bu neşeli kalabalıkların bilmediğini, sadece kitaplardan öğrenmiş olabileceklerinin ötesini biliyordu: veba mikrobu hiçbir surette ölmez ya da tümüyle yok olmaz ve belki de insanların felaketi ve refahı için veba farelerini tekrar canlanacağı ve onları mutlu bir şehirde ölmeye göndereceği o gün yine gelecekti.” İnsanlar olduğu sürece, ve tabi , sıçanlar da.
Camus’ un “insanlığın dile getirmekte yetersiz kaldığı acıyı samimiyetle paylaşamaması” hakkındaki gözlemi, José Saramago’nun 1995’te Defoe-benzeri doktorun bir göz doktoru olduğu ve insanları hayvanlara indirgeyen hastalığı fark edemeyişi ve veba masalının “Körlük” romanında zekice ve yıkıcı biçimde yeniden canlandırmasıdır. İbret alınacak tarihsel bir roman olan “Körlük”, yirminci yüzyıl otoriter devletinin: Saldırıya veya istismar edilmeye karşı korumasız kişilerin akıl hastanesine, ıslah evine vb yerleştirilmesi , askeri yöneticilerin acımasızlığı konularında suçlu olduğuna vurgu yapar. Hastalık ortaya çıktığında, hükümet tüm körleri bir araya toplar ve birbirleriyle körü körüne savaşa girdikleri bir akıl hastanesinde kilit altında tutulur. Çalarlar, tecavüz ederler. Saramago, romanındaki en karanlık gözlemi olan “Körler her zaman savaştadır, her zaman savaşta olmuşlardır,” yazar.
“Körlük” herhangi bir tarihsel hastalık dersinden çok daha karanlıktır. Saramago için körlük bir hastalık değildir; körlük insani bir durumdur. Romanda görebilen tek bir kişi kalmıştır. O kişi körleri izler, bu onun için hem sonsuz bir mutluluk hem de bir öfkedir: “Benim için iyi olan, insanoğlunun önündeki insanlık hikayesini okuyan birini dinlemekti.” Ve bu, modern veba romanında, sonu veba ile gelen dünyanın son felaketi, tek çaresi bizzat okumak olan insanın derin bilgi yitimidir. Saramago, Daniel Defoe gibi, göz doktorunu hastalık bilinmeden önce görme yetisini kaybettiği anda kavradığı bir farkındalıktır, bu bilginin değerliliğini, güzelliğini ve kırılganlığını anlaması idrakidir. Aniden hastalığa yakalandıktan ve açıklanamayacak şekilde bir göremezliğin içine düşmen, karanlığa değil, sadece süt beyaz bir sonsuz görüntüden başka bir şey göremeyecek hale gelen bir hastası yüzünden kafası karıştırılmış göz doktoru eve gider ve akşam yemeğinden sonra, kütüphanesindeki kitaplara başvurur: “O gece geç saatlerde, üzerinde çalıştığı kitapları bir kenara koydu, yorgun gözlerini ovuşturdu ve sandalyesine yaslandı.” Yatağa giderken, “kitapları kitaplığa götürmek için toplarken oldu. Önce ellerini göremediğini fark etti, sonra beyazlıklara gömülü kör olduğunu anlamıştı.”
“Her şey bembeyaz oldu. Boş bir sayfa kadar beyaz…” (Saramago, Körlük)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Jill Lepore
Çeviren: Julide Yapıcı
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: newyorker.com