• 17 Kasım 2017
  • Nedrip Karakaya
  • 0
Paylaş

 

Solipsizm ya da tekbencilik kavramı “var olan ve var olmakta olan her şey, benim bir tasarımımdır” ya da “var oluş yalnızca ‘ben’im var oluşumdur” şeklinde kabaca özetlenebilecek bir argümanı ifade eder. Solipsizme göre, “Varlık” yalnızca ben’in varlığıdır ve geriye kalan her şey, ben’in bir kurgusu, tahayyülü ya da tasarımından ibarettir. Yani varlık alanında deneyimlediğimiz ya da deneyimlediğimizi düşündüğümüz her şey, tek bir varlığın, yani “ben”in açılımı/kurgusu/tasarımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bahsi geçen “ben” ise şüphesiz; zihinsel bir fenomen (görüngü) olarak ele alınmak durumundadır. “Ben” derken, bedensel/maddi bir şeyden bahsedilmediği ise kendinden açıktır. Söz konusu “ben” apaçık zihinsel bir duruma atıf yapar. “Ben” bir zihin ya da bir zihinsel örgüdür.

Felsefe tarihine bakıldığı zaman bütünüyle solipsist diyebileceğimiz bir felsefe karşımıza çıkmaz ama solipsizme yakınlaşan, göz kırpan felsefeler bilhassa modern felsefenin başlangıcından itibaren çokça karşımıza çıkmaktadır. Solipsizm denilince hemen akla gelen iki modern filozof, René Descartes ve George Berkeley’dir. Bu iki filozofun “ben” etrafında dönen ve temelinde “düşünen ya da algılayan ben”i barındıran felsefeleri çoğunlukla solipsizme kaymakla suçlanmış, “ben”in dışına çıkamamakla ağır şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin insafsız eleştiriler olduğunu düşünsek bile, aslına bakacak olursak haklılık payları da yok değildir. Descartes’ın metodik şüpheci felsefesine bakacak olursak, Descartes öncelikle temel, sarsılmaz, kuşku duyulamaz bir gerçekliğin/temel önermenin peşindedir. Meditasyonlar’da bu şüphe duyulamayacak kadar kesin gerçekliği/temel önermeyi arayan Descartes’ın adım adım ulaştığı şeyin “kuşku duyan bir ‘ben’in varlığı” olduğunu izleriz. Descartes, düşünen ben’in varlığının kanıtı olduğu yargısına birkaç meditasyon ile varır: “…fiilen düşünme süreci içinde buluduğum sürece, varolmam gerekir. Ayrıca, tam da kendi varoluşumdan kendimin kuşku duyması, tam da yanılabilme olanağına benim dikkat çekmem, bu düşünümleri (reflections) gerçekleştirdiğim sürece varolmam gerektiğini doğruluyor” (Cottingham, 2002, sf. 55). Buraya kadarki Descartes felsefesi tipik bir solipsizm olarak görülebilir fakat Descartes da bu yönlü bir felsefenin solipsizm içerdiğinin oldukça farkında görünür. Solipsizmden kurtulması için “ben”i kanıtladığı gibi “nesne”leri de, yani “ben olmayan”ı da ispatlamak durumundadır. İzleyen meditasyonlar ise bunun içindir; Descartes öncelikle Tanrı’yı (ontolojik argüman ile) daha sonra Tanrı’nın ben’i yanıltmayacağı fikrinden hareketle “ben olmayan”ın da varlığını ispatlar. Fakat buradaki gerçek şudur ki, Descartes, içine düştüğü solipsizmden ancak Tanrı’nın yardımıyla kurtulabilmiştir: “Descartesçı anlamda bilginin geçerli kılınması için, düşünen öznenin, kendi varoluşunun yalıtılmış ve öznel bir şekilde varolmasından, diğer şeylerin bilgisine geçebilmesi için, mükemmel bir yaratıcının varlığının tesis edilmesi gerekmektedir” (Cottingham, 2002, sf. 201).

Diğer taraftan Berkeley’in durumu Descartes’a oranla daha zordur. “Esse est percipi” (var olmak algılanmış olmaktır) diyerek ontolojisini “algılayan bir ben” üzerine kuran Berkeley’in felsefesi çok tipik bir solipsizm örneği olarak görülür. Diğer şeyler, bütün varlıklarını “algılayan ben”e borçludurlar. “Algılayan ben” olmaksızın, hiçbir nesne kendi başına var değildir. Descartes, felsefesinin temeline “ben”i yerleştirirken, Berkeley kadar sıkı kapatmamıştır kapıyı nesnelere. Berkeley, nesnelerin varlığını “algılayan ben”e bağladıktan sonra, kurduğu solipsistik çemberden kurtulması neredeyse imkânsız bir hâl almıştır. Daha sonra Berkeley de, tıpkı Descartes gibi Tanrı’ya başvurarak bu sorunu halletmeye çalışacak, var olan her şeyin, daima Tanrı tarafından algılandığı için var olmaya devam edeceklerini ileri sürecektir. Ama bu manevra dahi, Berkeley’i felsefe tarihinin ünlü solipsisti olmaktan kurtarmaya yetmeyecektir.

Bütün bunlar bir yana, yine de Descartes ve Berkeley felsefelerini salt solipsizmle suçlamak yerinde olmayabilir. Çünkü salt solipsizm “ben” dışında bir varlığı epifenomen (ikincil gerçeklik) olarak bile kabul etmez. Bilhassa Descartes’ın dualizmi (zihin ve beden olarak iki töz kurgulayışı) solipsizmden net bir şekilde ayrıldığının göstergesidir. Berkeley’in felsefesi ise oldukça özgün ve anlaşılması zor bir felsefe olarak solipsizm iddiasıyla bir köşeye atılacak bir felsefe değildir.

Kaynaklar:
COTTINGHAM, John, Descartes Sözlüğü, Doruk Yayımcılık, 2002:Ankara.

Yazar: Nedrip Karakaya

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Nedrip Karakaya

Kısa özgeçmiş: 1990'da, Ankara'da doğdum. İlk ve ortaöğrenimimi Konya'da tamamladıktan sonra 2010 yılında Viyana Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi okumaya başladım. 2014'te Türkiye'ye dönüp Karabük Üniversitesi Çevirmenlik bölümünde eğitimine devam ettim. Hâlen Almanca ve İngilizce çeviriler yapmaktayım.