Günümüzde sığınak, şiddetten ya da zulümden kaçılarak sığınılan yer anlamına gelirken, aynı zamanda hapsedilme yeri anlamına da gelmektedir. Bu kavram, solun kelimesinin mahkumiyet anlamında olduğu, böylece asolun kelimesinin mahkumiyetten kurtulma anlamına geldiği Antik Yunancadan gelmektedir. Orta Çağ kiliseleri ya da manastırları, zulümden kaçanların sığındığı yerlerdi; fakat modern dönemlere girilirken, hastaların, akıl hastalarının ve suçluların çoğu zaman kalıcı olarak tutulduğu başka sığınaklar türedi. Sığınmacıların ve mültecilerin bulunduğu günümüze ait kamplar, ıslah evleri ve diğer hapsetme biçimleri, bu trajik ironiyi açığa vurmaktadır.
Başka bir önemli kurum ise; medyayı, kültürü, teoriyi, son zamanlarda da işsizlik meselesini ve refah devletini kapsayan sosyoloji dersleri vermekte olduğum yer olan üniversitedir. Her yıl, aralarında birkaç olgun yaşta öğrencinin de bulunduğu, reşitliğe adım atan gençlerden oluşan yeni bir grup, derslerime giriyor. Onları, Foucault’nun kurumsal eğitim disiplini şeklinde tasvir ettiği türden çeşitli testlere sokuyorum. Bu testler, onların genellikle kuşkucu, yaratıcı ve kültürlü hale gelerek “reşit olabilmeleri” için öznelliklerini yeniden şekillendiriyor. Güç unsurları ve eleştiri de var; Bourdieu’nün kültürel sermaye oyunları oynanıyor. Freire stili ezilenlerin pedagojisi ise yakından seyrediyor. Onlara göre, bu kurum, tıpkı diğer eğitim sığınakları gibi onları dönüştürecek olan bir sınama ve deneyleme türüdür.
Öğrenciler gidiyor; ben ise, doktoraları, yayınları, araştırma projeleri ve iletişim ağları bulunan iş arkadaşlarımla burada kalmak durumundayım. Bizler, resmi olarak, akademik başarının doruğuyuz (ya da yerel platosuyuz). Alternatif olarak da, üniversitenin gerçek sakinleriyiz, onun içine hapsolmuş durumdayız.
Üniversite, bizim Entelektüel Sığınağımız. Eve dönebiliriz, fakat gerçek anlamda burayı bırakamayız, çünkü sosyal yardım, birden çok menfaat sahibi ve gerçek dünyadaki başvurular hakkındaki bütün jargona rağmen, bu kurumun dışarısında genellikle bir hayli kullanışsızız.
Dolaylı olarak, faydacılıktan, işlevsellikten, piyasa mantığından, gelenekten, kurallara uygun olmaktan, tüketimcilikten, kapitalizmden, ataerkillikten ya da ırkçı devletten kaçarak üniversiteye sığındık. Belki hayatlarımız tehdit altında değildi, fakat burdayken geliştirdiğimiz akıl yaşamı, üniversitenin kutsal duvarlarının dışarısında sürdürülemezdi.
Akademik mükemmelliyet, üniversiteye yönelik bir tür bağımlılığa yol açmıştır; neredeyse yalnızca akademide uzmanlaşmak, gelirimiz ve kimliğimiz açısından bu sığınağa güvenmemizi sağlamaktadır. Entelektüel oyunun kazananları, mali açıdan ödüllendirilmektedir, ancak gerçek anlamda oyunu terk edemez.
Gelirimizin de ötesinde, kimliğimiz bu kuruma bağımlıdır; neler yazdığınızı, yazdıklarınızı nerede yayınladığınızı ve ne sıklıkla alıntılandığınızı dijital çağda herkes görebilmektedir. Yayınlamak bir panoptikondur. Araştırma fonlaması adındaki altın kazanına ulaşmak için gökkuşağını kovalamanın yanı sıra, bu oyunda yer edinmek, hayatımızı akademiye adamamızı gerektirmektedir, aksi takdirde geride kalırız.
Özellikle akademik aşırı üretimin olduğu bu dönemde pek çoğumuz belirli türden akademik araştırma biçimlerini küçük görüyoruz; böylece birçok makale hiçbir zaman alıntılanmıyor ve ünlü teorisyenler bütün referansları adeta mıknatıs gibi kendine çekiyor. Ancak, akademide en nefret ettiğimiz şey ne olursa olsun, bir yerlerde bizi küçük gören birileri de neredeyse her zaman olacaktır. Bunun önemli kısmının, işin iç yüzünü bilenlerin oynadığı bir oyun olduğu, küçük riskler barındırarak anlaşılmaz jargonla ve bitmek bilemeyen bir yaygarayla yazıldığı yönündeki düşünce, entelektüellerin sığınmaya çalıştığı anti-entelektüel bir argümandır. Gelgelelim, etkileyebileceğimiz iş arkadaşlarımız ya da kafasını karıştıracağımız öğrencilerimiz olmasaydı, her ne şekilde iletişim kurulursa kurulsun, anti-entelektüellik olmaksızın fikirlerimizi anlamlı bulan birilerinin olup olmayacağı üzerinde hepimizin düşünmesi gerekiyor.
Bu akademik güvencesizlik çağında, diğer binlerce entelektüel, kadroluluk piyangosunu kazanmak için harıl harıl çalışıyor, bu Entelektüel Sığınak’ta hapsedilmek için yaygara koparıyor. Ancak kadro isteyen bu geniş prekaryanın varlığı, ödülün bir tuzak olmadığı anlamına gelmiyor.
Foucault’nun kurumlar çözümlemesine göre, belirli bir insan grubunun disiplinel bir aygıta mahkum edilmesinin, toplumun geri kalanı için birtakım sonuçları olacaktır. Hastalıklıların karantina altına alınması için, bütün insanların sağlık durumu kontrol edilmeli, idare edilmeli ve iyileştirilmelidir. Akıl hastaları, ölenler, suçlular ve benzerleri de öyle. Hapishaneler rehabilitasyon konusunda tabii ki başarısız olabilir, fakat onları yeniden tasarlama yönündeki ısrarcı teşebbüs ve nüfusun geri kalanının disiplin altına alınması, bu başarısızlıklara eşlik eder.
Entelektüelleri kurumsallaştırmanın sonuçları nelerdir?
Entelektüel tartışmaların “yalnızca” akademik olarak sınıflandırılması, toplumun geri kalanının bütün karmaşıklıkları göz ardı edebileceğini ima eder niteliktedir. Bu yüzden, siyasetçiler, politikaları belirleyenler, gazeteciler ve diğerleri, kafaları bulanmaksızın ve düşünmeksizin yoluna devam edebilir: “Akademik tartışmaları boş ver, araştırma ne söylüyor? Doğru mu, yanlış mı?”
Entelektüeller kendindeki garip belirtileri keşfedip akademide bir araya geldikten ve çenelerini kapattıktan sonra, işler basitleşir, belki de bayağılaşır, yoksa “pragmatikleşir” mi demeliyiz? Hayali “gerçek dünya”, boş ve çorak bir yerdir. Cüzzamlılardan arındırılmış bir toplum gibi, entelektüellerden ayrıştırılmış kamu alanı da “sırf akademik olanı” defeder.
Tartışma, birkaç ucuz modelle sınırlı kalır: Kuramsal varsayımlar derinlemesine düşünülmeksizin verilere vurgu yapılarak “kanıt”ın yarı-bilimsel biçimde tartışılması; temel mantığın ve olumsuz kuşkunun yalnızca araç haline geldiği eleştirel düşünme; ötekinin ideolojik veya hegemonik olduğuna dair taklitçi suçlamalar. Entelektüel geleneklerimiz, herhangi bir sosyal medya bağımlısının veya Donald Trump’ın kolaylıkla hükmedebileceği, çoğunlukla retorik nitelikte bir dizi ayak oyununa indirgenmektedir.
Entelektüel Sığınak içerisinde, modern kamu alanı için kendimizi dönüştürmemiz, uygun hale getirmemiz öğütlenir; aksi takdirde bu kamu alanından dışlanırız. Fildişi Kule’den bağırmamız gerekiyorsa, ardımızda bıraktığımız boşluğa bağırırız.
Tuhaf jargonumuzu konuşabilen, ezoterik düşüncelerimizi takdir edebilen ve onlara imrenebilen özel panteonlar arasında sığınak arayarak, birileri bize ihtiyaç duyana dek, (bireysel ve aşamalı olarak) entelektüel yaşamın depoya atılmasına, rafa kaldırılmasına katkı sağladık. Bu noktada, rekabete dayalı araştırma fonlaması duyurulmaktadır; böylece entelektüeller, çoğu zaman çizilen sınırları aşmasalar da, faydalı olabileceklerdir.
Çağdaş eğitim devleti, entelektüel sığınaklarını iyi değerlendirmektedir. Bilim popülerleştirilmekte, tarih uygun hale getirilmekte, felsefe ulaşılabilir kılınmaktadır. Yine de, bu kısa süreli kamusal yağmanın ardından, entelektüeller tekrardan sığınaklarına hapsolur, iletişim pandomiminin bitmiş olmasından memnundur.
Günümüzde, politikaları belirleyen kişilerin, siyasetçilerin ve toplumsal figürlerin doktorası bulunuyor. “Şey yapma”ya yoğunlaşan yüksek lisans dersleri bulunmaktadır. Nüfusun giderek artan bir kısmının artık en azından lisans diploması vardır. Ancak, bu “diploma hastalığı” entelektüel yaşamın tecrit edilmesine engel olmaktan çok onu güçlendirmeye yarar; bilgiyi teknik işlerin aracı haline getirir, belki de onu siyasi mücadelelere sürükler, ancak nihayetinde onu yaşamın kendisinden ayırır, ki bu her nasılsa basittir.
Aslına bakarsanız, entelektüel yaşamın tecrit edilmesi, pek çoğu akademik yaşamı absürt bir iş olarak gören ve ona karşı kayıtsızlığını ilan eden bilim insanlarını da fazlasıyla etkiler. Sıradan yaşam, gerçek yaşam bir şekilde aklın yaşamından ayrılmıştır ve ondan daha üstündür. Fakat, kendinden nefret eden entelektüeller bile, bir şey yayınlama fırsatını nadiren teper.
Bu, elbette meşgul bilim insanının, kamu sosyoloğunun, aktivist araştırmacının ve benzerlerinin de devridir. Hiçbir taraf, eleştiriyi tekelinde bulundurmamasına karşın, bu pelerinli veya cübbeli mücahitler, adaletsizliğe ve eşitsizliğe tepki göstermektedir; liberallerin, sosyalistlerin ve bütün siyasi kesimlerin kendi evcil entelektüelleri bulunur. Eleştiri ahenksizliğinin, yüzyıllar önce denize açılan bir gemi olarak nitelendirilebilecek tartışma ve aydınlanma yoluyla çözüleceğini farz edemeyiz. Daha ziyade, bu yağmaların genellikle itibarsızlaştırma teorisini, karmaşıklıktan kurtulmayı ve entelektüellikten uzaklaştırılmış siyaset açısından faydalı olan bilgiyi sağlamayı barındırdığının farkına varmamız gerekir.
Foucault’dan yola çıkacak olursak, mesele şu anı kötülemek değildir; ister Antik Yunanistan, ister Rönesans ya da ister Aydınlanma olsun, mesele, özlem dolu bir şekilde geçmişi anmakla da pek alakalı sayılmaz. Farklı bir gelecekten umudumuzu kesmemiz de gerekmiyor. Bunun yerine, amaç, güncel durumumuzu yeniden düşünmektir. Entelektüel bir sığınaktaki mülteciler olduğumuzu kabul etmek ve daha kapsamlı sonuçları göz önünde bulundurmak, sadece bir başlangıçtır, teşhistir.
Yazar: Tom Boland
Çevirmen: Rafet Koca
Kaynak: Philosophical Salon
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.