Paylaş

Sinemaya gitmek bir çoğumuz için gerçek hayattan kaçmaktır. Bizim günlük yaşantımızdan oldukça farklı, günlük rutinimizde olmayan heyecan ya da sorumlulukların olduğu hayatları tecrübe etmek isteriz. Bu yüzden, süper kahramanlar, macera filmleri ve hatta melodramlar her biri yaşantımızda biz içindeyken sıkıntılı görünen, ancak yerimize dublör koyduğumuzda heyecan verici olan yönleri daha cazibeli ve çarpıcı hale getiriyorlar.

Bu nedenle, kendimi Richard Linklater’in Gün Batmadan (Before Sunset) filminden etkilenmiş bir halde bulunca şaşırdım. Film, bizim hayatlarımızından pek de farklı olmayan bir kesit sunuyor gibi. Hikaye açısından bu söylediğim çok doğru olmasa da bizim perdede şahit olduğumuz doku bakımından doğru sayılabilir. Film, dokuz sene sonra tekrar karşılaşan iki eski aşık, Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy), arasında geçen uzun bir sohbetten biraz daha fazlasını sunuyor. Mekan Paris olduğu halde, bu romantik şehir ikili arasında geçen sohbetin karmaşasında yan rolde bulunuyor.

Hikaye konusu itibariyle bir melodramı oluşturacak her şeye sahip. Jesse ve Celine, Linklater’in bir önceki filmi Gün Doğmadan’da (Before Sunrise) ilk kez tanışıyorlar. Trendeki şans eseri bir tanışma, bu ikiliyi Viyana’da tek gecelik bir aşk macerasına götürüyor. İkili, ilişkilerinin saflığını basmakalıp özlem dolu sözcüklerle dolu mektup ya da telefon konuşmalarıyla kirletmek istemediklerinden, bundan altı ay sonra tam da ayrıldıkları yerde tekrar buluşmaya karar verirler. Biz şimdi, dokuz sene sonra ikisinin buluşmasını talihsiz bir olayın engellediğini öğreniyoruz. Celine’in büyükannesinin cenazesi tam da ikisinin buluşacağı günmüş. Söylediğine göre, o gün döktüğü gözyaşları ölen büyükannesi için mi yoksa Jesse’yi bir daha hiç göremeyeceği için mi emin değildi. Her biri kendi yoluna gitse de, film kurgusuyla yavaş yavaş o tek gecenin hayatlarında nasıl da bir mihenktaşı olarak kaldığını ortaya çıkarıyor. Tekrar bir araya geldiklerinde, yolları birleşecek mi yoksa ayrılacak mı diye merak ediyoruz.  

Bu hikayenin unsurları temelde Leo McCarey’nin çapkını, Unutamadığım Aşk’dakilerle (An Affair to Remember, 1957) aynı. En önemli fark, Deborah Kerr’i Cary Grant’le Empire State Binası’nın tepesinde buluşmaktan alıkoyan sebep bir araba kazasıydı. İlginç olan ise; Gün Batmadan bu hikayenin melodramatik etkilerini geri planda tutup iki aşığın hayatlarının nasıl o bir geceye bağlı kaldığını vurguluyor.

Filmi gerçek zamanlı olarak çekme gibi muhteşem bir yöntemle kısmen bu etki sağlanıyor. Bizim perdede 80 dakika boyunca izlediğimiz şey, Jesse ve Celine arasındaki gerçekten de 80 dakika süren etkileşim. Linklater, Zaman Kodu (Time Code) ve Rus Hazine Sandığı (Russian Ark) gibi tek plan filmlerindeki tiyatral numaralardan sakınıp, hikayade geçen olayları film süresince gerçek zamanıyla sahneleme fikrini almıştır. Bu şekilde biz o diğer zamanı iç içe geçmiş kurgulardan daha gerçekçi bir film izlemiş oluyoruz. Birçok film yaklaşık iki saat uzunluğunda, ancak bize gerçekte çok daha uzun süren bir hikaye anlatıyorlar. Kurgu sayesinde film yapımcısının hikayede geçen zamanı iç içe geçirerek kısaltır ve böylece biz gerçekte hikayenin sürdüğü zamanı sinemada geçirmek zorunda kalmayız. Yalnızca Andy Warhol’un Uyku’su (Sleep) gibi ara sıra rastlanan deneysel film, filmin gösterimi için gerekli olan süreyle anlatılan olayların zamansal boyutu arasında bir benzerlik yarattı. Linklater’in filmi, bu teknik imkanı kullanıp anlatım olanaklarını zenginleştirmesi açısından oldukça dikkat çekicidir.

1950’lerde André Bazin, konuya dair oldukça problematik bir görüş sundu. Bir film tarzı olarak gerçekçilik ortamın kendinde var olan özelliğini, kendini kendi nesneleriyle sunma becerisini gerçekleştirir. Bunun gerçekleşebilmesi için, filmedeki olaylar dizisinin izleyiciye doğal görünebilmesine olanak sağlayan tek plan çekimlerini öne çıkaracak şekilde kurgunun geri planda kalması gerektiğini öne sürdü. Linklater’in filmi gerçekçiliğe giden bir başka yolun olduğunu gösteriyor; film zamanıyla gösterim zamanını aynı yapmak. Filmdeki olaylar arasındaki zamansal boşlukları kurguyla birbirine bağlamak yerine, Linklater hikayedeki olayların oluş süresiyle izleyenlerin izleme süresi arasındaki farkı ortadan kaldırıcak bir hikaye oluşturup sunuyor. Filmin başında Linklater, devam filmi niteliği taşıyan bu filmin içeriğini oluşturabilmek adına ilk filmden birkaç geriye dönüşe yer vermektedir. Ancak bu geri dönüşler ara sıra karşımıza çıkıyor ve çıktıklarında karekterlerden birinin anısını bizlere gösteriyor. Bunlar filmin süresinin akış devamlılığını bozmuyor. Daha önceden de söylediğim gibi, amaç en sonunda bizi orada ve iki kişi arasında geçen sohbete tanık olduğumuzu hissettirmek.

Bu teknik başarı, izlemesi oldukça keyifli bir film ortaya çıkarıyor. Büyülenmiş bir şekilde birbirleri arasındaki sohbeti izliyoruz. Benim özellikle hoşuma giden, filmde ikilinin tekrar bir araya gelmelerini  anlatış şekli, onların nasıl  yavaş yavaş katman katman  savunmalarını yapıp en sonunda birbirleri için hep var oldukları gerçeğine  ulaştıklarını göstermesi.  İlk başta, her ikisi de hayatlarından memnun olduklarını   gösteren ifadeleri takınıyorlar. Yavaş yavaş birbirlerinin yanında rahat etmeye başladıkça ve daha önceden  aralarında olan o bağı tekrar hissetmeye başlayınca, artık o sonsuz potansiyellere sahip olmadıkları otuzlarının başlarında hissettikleri acıları göstermeye hazır hale geldiler. Şimdi kendilerini yaptıkları seçimlerle sınırlandırılmış hissediyorlar, yaşlanmak artık kendi özgür seçimleriyle  potansiyellerini gerçekleştirme şansının olmaması demekmiş gibi. 

Dışarıdan bakıldığında oldukça başarılı– en çok satan yazar, evli, çocuklu –  görünmesine rağmen, Jesse   sanki  o orada değilken birçok  şeye bağlılık sözü vermiş ve hayatı da bir dizi soumluluktan oluşuyor gibi hissediyor.  Öte yandan Celine, bütün eski sevgililerinin onu sadece evlenmek ve onları böyle bir bağlılığa hazırladığından dolayı müteşekkir oldukları için terkettiklerinden dert yanıyor. Adanmış çevre aktivisti onun beklentilerini tamamen karşılayan bir duygusal hayattan mahrumdur. Hayatlarından dolayı duydukları hayal kırıklığı, aşklarının tekrar canlanabilmesi ihtimalini doğuruyor ve bizler bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini merak ediyoruz.  

Böylelikle, daha önce de söylediğim gibi bu film bir melodram olmasa da, Unutamadığım Aşk’ın romantizmi filmi hala etkiliyor. Anlaşıldı ki, ikisi de dışarıdan bakıldığında başka başka hayatlar yaşamalarına rağmen, o tek gecelik mutluluklarına hep sadık kalmışlar. İkisinin de kendi bağlılıkları, başarıları olmasına rağmen o özel gecenin ardından yaşayabilecekleri olası bir hayatı beceremediklerinden dolayı hayatlarını hep eksik hissediyorlar.

Şüphem yok ki, birçok insan kaybedilmiş bir an, hayatlarından çıkan bir insanı düşünüp onlar olsaydı hayatlarının ne kadar farklı olabileceğini hayal etti. Ancak filmin bu fikri olduğu gibi kabul edip, ikisinin yeniden canlanan ilişkilerinden aradıkları tatmini bulacaklarını önerdiğini görmek hayal kırıklığı yaratıyor. Böyle bir şeyin olamayacağından değil, ancak filmin daha ilginç bir şekilde duygusal zorluklarla dolu yaşlanma sürecini sunmasını boşa çıkarıyor. Bir zamanlar denemeye can attığımız diğer olasılıkları ortadan kaldıran başarıların sahibi hayatlarımızla nasıl başa çıkıyoruz ve hala orada bir yerlerdeymiş gibi olan hangi hatıralar bizi canlı tutuyor? Bunu asıl sorun olarak görmek yerine, film eğer bu ikili bir araya gelirse hayatı kabul etmenin zorluklarının üstesinden gelebilecekleri gibi bir duygusal fikre sığınıyor. Film, neden hayatlarındaki hayal kırıklıklarıyla baş etmek için o büyülü gecelerine dönüp bakma ihtiyacı duyduklarını incelemeye çalışsaydı, biçimsel olarak ulaştığı başarıya hikayeyle de ulaşırdı. 

Yine de, sürüden ayrılan bir film. Basit heyecanların yolundan kaçınarak, filmde gerçekçiliği başarmak adına yeni bir kapı açıyor. İzlemeye ve üzerinde düşünmeye değer bir film.

Yazar: Thomas E. Wartenberg 
Çevirmen: İrem Tanyeli
Kaynak: Philosophy Now

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com