• 19 Haziran 2018
  • Merve Karacan
  • 0
Paylaş

Felsefe tarihinin belirleyici konularından olan metafizik, her dönemde hâkimiyetini sürdürmekle birlikte özellikle Ortaçağ felsefesinde kendini gösterir. Hemen her filozof, felsefesini, çoğu kısmını metafiziğe ayıracak şekilde inşa etmiştir. Felsefenin mistik tavrını geliştiren ve 18. yüzyıla kadar göze batmayan bu tavır, 18. yüzyılda Aydınlanma Felsefesi ile eleştirilmeye başlanmıştır.

Aydınlanma Felsefesi deyince akla gelen ilk filozof Immanuel Kant’tır. Başlarda dogmatik karakterli Leibniz-Wolf felsefesi etkisi altında olan Immanuel Kant, 1766’da Bir Bilicinin Düşleri adlı kitabı yazmış, Kant’ın bu kitapta izlediği yol herkesi şaşırtmıştır. Çünkü dogmatik felsefe etkisi altında olan Kant’ta, bu etkinin aksine büyük bir değişim söz konusudur. Dogmatik tavrından vazgeçer gibi görünen Kant, metafiziği eleştirir. Filozofun metafiziği eleştirirken gösterdiği sebepler, kendinden sonraki dönemde benzer bir şekilde Wittgenstein’da da görülür. Wittgenstein’ın ilk dönem eseri olan Tractatus’ta kimi zaman şiddetli kimi zaman üzeri örtük bir biçimde Kant’ın felsefesinden etkilere rastlanır. Gerek metafiziğe olan tutumu, gerek felsefeye çizilen sınırın benzerliği bakımından bu konu araştırılmaya değerdir.

Bu makalede, öncelikle Kant’ın metafiziğe olan eleştirisinden ve onun bilgi felsefesinden kısaca bahsedilecek, daha sonra Wittgenstein’ın Tractatus adlı eseri üzerinde durulup felsefesinin ana hatları hakkında bilgi verilecek ve sonuç olarak iki filozofun benzerlikleri ve farklılıkları açıklanmaya çalışılacaktır.

i. Dönemin Tarihsel Arka Planı ve Kant’ın Dogmatik Uykusundan Uyanması

Tarihsel kesit itibariyle dikkate alındığında, Kant’ın eleştiri öncesi döneminin felsefî atmosferini, 17. yüzyıla kadar Alman entelektüel hayatını belirleyen Aristoteles metafiziğinin, yeni doğa biliminin yükselişiyle birlikte yıkıma uğradığı söylenebilir. Descartes fiziğinin geometrik ve Newton fiziğinin endüktif matematik yöntemi, Aristoteles felsefesinin savlarının ve temel kavramlarının reddi ile sonuçlanmıştır. Yeni doğa bilimi ve metafizik arasında geçen bu tartışmalar, bir yandan Kant’ın erken dönem felsefe uğraşının çerçevesini çizerken, diğer yandan da süreç içerisinde, başta uzay ve zamanın doğası olmak üzere aklın metafizik faaliyetinde düştüğü çıkmazlar hususunda, eleştirel felsefenin temel argümanlarının biçimlenmesine hizmet edecektir (Öztürk, 2014, s.88). Metafizik, bilimin gelişmesi ile eski şansını koruyamamaktadır, üstelik herkesin kabul ettiği Aristoteles metafiziği de yıkıma uğramıştır. Bu yüzden, sarsılmaz temellere sahip bir metafizik sistemi gereklidir. Bu sistemin kurucusu olarak, o dönemde yaptığı çalışmalardan ve adını duyurmasından dolayı, Immanuel Kant belirlenmiştir.

1766’da Königsberg’te yaşayan Immanuel Kant’tan, yeni ve sağlam dayanaklara sahip bir metafizik sistemi kurması bekleniyordu fakat Kant, dönemin tartışmalarında metafiziğin yanında olmayacaktı. Kant, 1766’da Bir Bilicinin Düşleri’ni yayınladı. Bu yazı, ondan beklenenin tam aksini barındırıyordu; yeni bir metafizik sistemi geliştirmesi beklenen Kant, metafizikle adeta alay ediyordu. Bunun sebebi de Kant’ın, kendisini eleştirmek için kitabını okuduğu Swedenborg’tan başka bir şey değildi. O dönemde, büyücü olan Swedenborg, mucizelerle dolu öyküleri, kehanetleri ile adından oldukça bahsettiriyordu. Kant, Swedenborg’un Arcana Coelestia adlı kitabını okudu ve bu kitapta çok önemli bir şey fark etti. Swedenborg’un yapıtı ile Kant’ın bu zamana kadar üstünde çalıştığı metafizikte önemli bir benzerlik vardı. Sanki Swedenborg’un yapıtı, Kant için, duyular üstü dünyaya yönelen metafiziğin bir karikatürüydü ve yapıttaki yanlışlar ve ölçüsüzlükler aslında metafizik için bir ayna görevini görüyordu.

Kant’a göre, felsefesini kısmen deneyden elde edilen verilerle ama daha çok salt kavram verileriyle yapılan felsefe, havaya çeşitli düşünce evrenleri inşa etmiş mimarlar olan filozoflar (Cassirer, 1996, s.55) ile hayaller aleminde yaşayan bir büyücü arasında pek bir ayrım bırakmaz. Her iki sistem de form olarak birbirine benzer. Filozoflar, salt aklı kullanarak somut bir veri olmaksızın düşünce sistemleri geliştirebiliyordu, bunun Swedenborg’un yaptığından farkı neydi? Akılsal hayaller, fantastik hayallerden hiç de iyi durumda gözükmüyordu. Kant’a göre metafiziğin ayakları yere basmalı, sınırları çizilmeliydi. O yüzden, öncelikle bu konuda aslında bir şey bilmediğimizi itiraf etmeli, zihnimizde metafiziğin konusu olamayacak olan öteki dünya gibi konulardan kurtulmalı, aslında onlara ihtiyacımız olmadığını bilerek ve daha sağlam adım atarak metafiziğin sınırını belirlemeliydik. Yani, Kant’a göre metafizik hakkında konuşan bir filozofun söylediklerini, bir büyücünün söylediklerinden ayırabilecek bir sınır belirlenmesi gerekiyordu. Kant’ın bundan sonraki amacı, felsefesine yön veren ve Hume felsefesinde karşılaştığında, onu dogmatik uykusundan uyandıran kavram olan nedensellik ilkesi bağlamında, bu ilkenin bağlarından kopuk bir dünya yaratmamak olacaktı.

ii. Numen/Fenomen Ayrımı, Sentetik A Priori ve Transandantal Kavramları

Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabında, amacını, aklı kendi konusu olamayacak olan konulardan kurtarmak ve bu bakımdan onun neleri bilip neleri bilemeyeceği konusunda ayrım yapmak olarak belirledi.

Kant’a göre şeylerin nasıl olduğuna yönelik tam bir resme ulaşamayız. Bir yanda ulaşacağımız/bilgisine sahip olacağımız tek şey, uzay ve zaman içinde bize verilmiş olan fenomenler dünyasıdır. Bir yanda da akılla erişebildiğimiz −kendinde şeyler− yani numenon dünyası vardır ama onun hakkında hiç bir şey bilemeyiz, orası deneyimimize kapalı olduğundan, orayı sadece düşünebiliriz. Numenal dünya, deneyimlerimizin arkasında gizlenir gibi durur. O halde, var olanın bazı yönleri daima kavrayışımızın ötesinde olacaktır.

İnsan aklına verilen bilgi fenomenler dünyası ile sınırlı ise, böyle bir durumda bilginin ne kadar ileri gidebileceği sorusunun cevabını Kant, sentetik a priori önermelerde bulur. Bu önermeler, Kant için bilim kimliği kazanmanın yeter sebebidir. Hem deneyim, hem anlama yetisinin işlevlerinin operasyonları sonucu oluşan bu bilgi türü, Kant’a göre kendini doğa bilimlerinde gösterir. Burada, sentetik a priori önermelerin ne olduğunu tam olarak anlamak bakımından kısaca bu önermelerin üzerinde durmak faydalı olacaktır. Kant, öncelikle bilgide analitik ve sentetik ayrımı yapar. Daha sonra bu ayrıma deney öncesi (a priori) ve deney sonrası (a posteriori) ayrımını da ekler. Analitik bilgi, bize yeni bir şey öğretmez, sadece kavramlarımızı açıklar, aydınlatır. Ve analitik bilgiler deneye dayanmazlar, onlar şüphe götürmeksizin doğrudurlar. Sentetik bilgiler ise analitiğin tam tersine bize yeni şeyler öğretirler. Kant şuna dikkat çeker: Bilim, birtakım yeni bilgilere varmak ister, analitik bilgiler bu durumda işlevsizdir çünkü onlar konuya bir şey katmazlar. Ayrıca analitik yargılar, a prioridirler deneye dayanmazlar. Deney yargılarının tümü sentetiktir. Öyleyse bilimin işi sentetik yargılarla olacaktır. Öte yandan bilim, kullandığı önermelerin zorunlu olmasını ve tümel olarak geçerli olmasını ister. Kant’ta matematik bunun bir örneğidir; matematik hem a priori olan hem de kavramın dışına çıkan bir takım bilgilere varabilmelidir. O halde sentetik a priori yargılara ihtiyaç vardır, bilim bunu talep eder. Kant, bu bilgiler ışığında makalenin gidişatı açısından oldukça önemli olan şu sonuca varır: Metafiziğin gerçek bir bilim olabilmesi için sentetik a apriori önermelere ihtiyacı vardır. Bu sonuç, hem felsefeye, hem metafiziğe hem de insan aklına çizilmiş sınırın bir cümlelik özetidir.

Kant’ın insan aklının sınırlarını belirlediği ve bu sınırdan yola çıkarak neyi bilip neyi bilemeyeceğimizi ifade ettiği, en önemlisi, artık nesnelerin bizatihi kendisinin bilgisini değil, nesneleri biliş tarzımızın bilgisini açıklama çabasını, genel itibariyle  transandantal felsefe olarak adlandırmak mümkündür.

Burada, ileride Wittgenstein’ın felsefesinde benzerlik yakalayacağımız noktalardan biri olan trancendent ve transandantal kavramları arasında ayrım yapmak oldukça önemlidir. Kant’ta trancandent kavramı, aşkınlığa ve bilinemezliğe tekabül eder. Trancendent olan, olanaklı deneyimin bütünüyle ötesinde dururken, transandantal olan, deneyimi mümkün kılmanın a priori öğelerine karşılık gelir. Bu durumda transandantal, bir sınır ötesini ifade etmediği gibi, sınırın bizatihi kendisine gönderme yapmaktadır. Kant için trancendent, insan deneyimine kapalı olan numenon dünyasını temsil etmektedir.

Kant’ın öğretisine verdiği genel bir isim olan transandantal idealizmde Kant, a priori bilginin nesnelerinin ne tür şeyler olduğunu ve bu nesneleri nasıl düşünmemiz gerektiğini araştırır. “Biz şeylerin kendilerine değil sadece belirtilerinin bilgisine sahibiz. Tecrübe nesneleri ampirik olarak reel, transandantal olarak idealdir (Wood, 2009: 53).  Kopernik’ten önce sadece gök cisimlerinin hareket ettiğini bizim durağan olduğumuzu düşünürdük. Artık bizim de hareket ettiğimizi kabul ettik.  Aynı şekilde Kant’tan önce, bilgimizin nesnesine tabi olduğunu düşünürdük, şimdi görmeliyiz ki bildiğimiz nesneler bu nesneleri bilme tarzımıza bağlıdır. İki konuda da devrim şudur: aklı doğanın akışına bırakmak yerine onu zorlamak yani kendi oynadığımız rolü hesaba katmak” (Wood, 2009: 53). Kant, transandantal idealizmde deneye objeleri gözlemlemekle değil, tersine bilgi olanaklarımızın analizi ile başlamak gerektiğini söyler.

iii. Metafiziğin Yadsınması ve Wittgenstein

Viyana Çevresi filozofları, 1929 yılında, Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana Çevresi adıyla yayınladıkları bildiride amaçlarını açıkça dile getirdiler (Çelebi, 2016, s.78). Bildiride şu ifadelere yer verilmektedir: “Amacımız, tek bir bilimin, yani insanlığın edinebileceği tüm bilgileri; fizik ya da psikoloji, doğa bilimleri ve edebiyat, felsefe ve özel bilimler gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlere ayırmaksızın içinde toplayan bir bilimin yaratılmasıdır. Bu amaca ulaşmanın yolu Frege ve Russell’ın geliştirmiş oldukları mantıksal çözümleme yönteminin kullanılmasıdır. Bu yöntem, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsız önermelerden arındırmak ve bilimin anlamını, kavramlarını ve önermelerini açıklığa kavuşturmaktır” (alıntılayan, Çelebi, 2016, s.79, aktaran Joergensen, 1951, s.4). Metafizik, felsefe tarihinin neredeyse tamamını oluşturan köklü bir konudur. Filozofların metafizik problemlere değinmediği  pek azdır. Evrenin başlangıcı, Tanrı’nın varlığı, töz, hiçlik gibi problemler felsefenin adeta iskeletini oluşturur. Metafiziğin felsefeyi bu denli belirlemesi, mantıksal pozitivistler için büyük bir problemdir çünkü bu durum, felsefenin işlevini kaybetmesine sebep olmaktadır. Metafizik, vaat ettiği aşkın bir gerçekliği verememiş ve bilimsel gelişmelerin gerisinde kalmıştır. Bu bakımdan, metafiziğin önermelerinin anlamsız olduğunu kabul etmek gerekir.

20. yüzyılda mantıksal pozitivistler metafiziğe yapılan eleştirilerin şiddetini arttırdı. Mantıksal pozitivistlerin etkilendiği, 19. yüzyılın önemli pozitivistlerinden olan Ernst Mach’a göre, nesne diye bir şey yoktur, sadece duyumlar vardır. Gördüğümüz rüya ile uyanık hâlimiz aslında duyum bakımından ortaktır. Ayrılan nokta, süreklilik ve düzenliliktir. Bu yaklaşım bağlamında mantıksal önermeler ve metafiziksel önermeler arasında ayrım yapan Viyana Çevresi filozofları, metafizik önermelerin doğruluğunun bir duyum ile belirlenememesinden dolayı onları anlamsız olarak nitelendirir. Mantıksal önermelerin doğruluğu bir duyum ile belirlenebilir, onlar doğrulanabilir önermelerdir. Bu önermeler, sadece dışa vurma özelliğine sahiptir, temsil işlevleri yoktur. Carnap bunu şöyle dile getiriyor: “Metafizik, yaşama yönelik bir tutumun ifadesi olarak açığa çıkar. Diğer bir deyişle, metafizikçi içinde yaşadığı hayatın acı, sevinç ve kederlerini teorik bir çerçevede sunmaya çalışır. Fakat bu tutumu, metafizikçilerden ziyade şairler ve sanatçılar daha iyi ifade eder” (Carnap, 2017, s.67).

İki metafizik önermeyi savunan iki filozof arasındaki tartışmanın birinin diğerini yanlışlayacak hiçbir empirik verisi yoktur. Empirik kanıtlanabilirlik açısından “Varlık hiçliktir” ve “Varlık hiçlik değildir” önermelerinin biri diğerinden daha iyi bir durumda değildir. İkisi de “Aranızdaki sorunu hangi mümkün deneyim çözebilir?” sorusuna cevapsız kalacaktır. Savunulan önermeler farz edelim ki realizme ve solipsizme ait olsun, bu önermelerin empirik açıdan deneyimlenebildiği nokta tartışmanın son noktasıdır. O noktadan sonrası, metafizik bir tartışmaya girer ve bu tartışmayı yapmak anlamsızdır. Olgu bağlamına sahip bir önermenin, referans ettiği olguya bakılarak doğrulanabilir veya yanlışlanabilir olduğu söylenebiliyorsa o önerme anlamlıdır. Metafizik önermeler olgu bağlamından yoksundurlar ve onların doğrulanmaları veya yanlışlanmaları mümkün olmadığından bu önermeler anlamsızdır, saçmadır.

Bu bilgiler doğrultusunda Wittgenstein, gerek metafizik hakkında gerekse felsefenin işlevi hakkında sınır çizme işini Tractatus’ta oldukça açık bir şekilde dile getirmiştir. Filozof Tractatus’un önsözünde şöyle diyor: “Kitap böylece düşünmeye bir sınır çizmek istiyor ya da daha çok düşünmeye değil, düşüncelerin dile getirilişine” (Wittgenstein, 2016, s.11). Wittgenstein’ın felsefesinde birinci dönem oldukça kesin çizgiler içerir. Bunlardan bahsederek, bir sonraki bölümde bu özelliklerin Kant ile birleştiği ve ayrıldığı noktalar makalenin bundan sonraki gidişatını belirleyecektir.

Viyana Çevresi filozoflarından biri olarak anılan hatta bu filozofları oldukça etkileyen Wittgenstein, topluluğun amacına uygun bir şekilde metafiziği eleştirmiştir. Bu eleştiriden çıkarılan sonuç, felsefenin cümlelerinin metafizik içerdiği ölçüde saçma olduğudur. Bununla baş etmenin yolu ise dilde meydana gelen yanlış anlaşılmalara son vermek olacağından, Wittgenstein, felsefeyi dile yönelik bir eleştiri olarak tekrar tanımlar. Felsefe, bundan sonra töz, varlık, tanrı gibi konulardan ziyade, düşünülebilir olan ve düşünülemez olan arasında ayrım yapmaya yarayan, cümlelerin mantıksal yapısını inceleyen, eleştirel bir etkinlik olmalıdır. Böylece Wittgenstein hem felsefeye hem düşünceye bir sınır çizmiş olur. Ona göre, “Söylenebilir olan ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayan hakkında susulmalıdır” (Wittgenstein, 2016, s.173).

Wittgenstein, resim kuramı ile dil ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi Tractatus’ta açıkça belirtir. Ona göre dünya mantıksal bir yapıdadır. Bu mantıksal yapı, dil için de geçerli olduğundan, dil dünyayı anlamamızı sağlar. Dil ile dünyayı resmeder, onu anlamlandırırız. Dil, realitenin bir resmidir ve bu bağlamda dil, gerçekliğin temsilidir. Bu kuramda konumuz bakımdan önemli olan nokta ise şudur: Dil dünyanın doğrudan yansıması değildir, dünya dilin doğrudan yansımasıdır. Dünya bize dilin içinden verilir, dilin sınırları dünyanın sınırlarını belirler (Özkan, 2016, s.134). Dilin yapısı mantıksal bir yapıdadır, dünyanın yapısı da mantıksal bir yapıdadır o halde mantıksız olan söylenemez. Bu, düşünmeye ve dile sınır çizmektir.

Wittgenstein’ın felsefesinde üzerinde duracağımız önemli bir nokta da olgu bağlamıdır. “Dünya, olguların toplamıdır, şeylerin değil” (Wittgenstein, 2016, s.15). Olgu bağlamı demek mantık çerçevesinde kurulu bir düzen demektir. Bu düzende rastlantıya veya mucizeye yer yoktur. Olgu bağlamından, hâliyle mantıktan yoksun bir dünya düşünülemez.

Wittgenstein Tractatus’ta şu önermelere ver veriyor: “Dünyanın içinde nerede rastlanabilir ki, doğa ötesi bir özneye?  Diyorsun ki, burada durum tam göz ile görüş alanı arasındaki gibi. Ama, gözü gerçekte göremezsin. Ve görüş alanındaki hiçbir şey de, bir gözce görüldüğü sonucunun çıkartılabilmesine izin vermez. Öyleyse, felsefede, Ben’den, psikoloji-dışı bir şekilde söz etmenin bir anlamı vardır gerçekten. Ben, felsefeye, ‘dünyanın benim dünyam olmasıyla’ girer. Felsefi ben insan değildir, insanın bedeni, ya da psikolojinin uğraştığı ruhu da değildir. O, doğa ötesi öznedir- dünyanın sınırı, bir parçası değil” (Wittgenstein, 2016, s. 135). Buradaki doğa ötesi özne önemli bir detaydır. Wittgenstein, bu özneyi, çizdiği sınırda apaçık duran ve bizatihi sınırı belirleyen olarak tanımlar. Asıl önemli nokta, Wittgenstein’ın, burada transandantal bir tavır sergiliyor gibi gözükmesidir.

Ayrıca başka bir transandantal tavır şöyledir: “Wittgenstein’a göre, dilin dünya üzerine konuşmamızı olanaklı kılan mantıksal yapısı üzerine, yine dilin kendisi aracılığıyla konuşmak olanaksızdır. Transandantal bir bakış tam olarak budur, yani dünya üzerine konuşmayı olanaklı kılan zeminin ne olduğunu söyleyen bir felsefe, transandantal bir felsefe olacaktır” (Özkan, 2016, s.136). Bütün bu söylenenlerden sonra Wittgenstein ve Kant’ın birleştiği ve ayrıldığı noktaların incelenmesi araştırmamız açısından faydalı olacaktır.

iv. Wittgenstein ve Kant’ın Ayrıldığı Noktalar

Wittgenstein felsefesinin ana karakterine bakıldığında, onun istikrarlı bir biçimde argümanlarının altını doldurduğu görülür ve her argüman bir diğer argümanı önceler gibidir, felsefesi tam olarak ondan beklenildiği gibi ilerler.

Wittgenstein’ın Kant’ınki gibi belirgin bir transandantal karaktere sahip olması, onun en başta metafiziği tamamen yadsıması bakımından, pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yanı sıra felsefesinde bazı noktalar, onu transandantal bir tavra sürüklemiş gibi gözükür. Baştan belirtmek gerekir ki bu tavrın olduğunu kabul ettiğimizde bile, iki filozof arasında önemli bir fark vardır: Wittgenstein’ın, Tractatus’u transandantal bir metafizik olarak yazdığını kabul etsek bile, onun Kant’tan en büyük farkı, Tractatus’un sonunda, Tractatus’u da yadsımasıdır. Tractatus’un cümleleri, gerçeği görmek için üzerine çıkılan ve işi bittikten sonra kenara atılan bir merdiven gibidir. Wittgenstein, Tractatus’un cümlelerinin böyle kullanılmasını ister.

Kant, metafiziğe olan eleştirisinin sonucunda, metafiziğin bir bilim olabilmesi için yeter sebep olarak sentetik a priori önermeleri görmüştür. Metafiziğin sentetik a priori önermelere ihtiyacı vardır. Burada Kant ile Wittgenstein keskin bir biçimde ayrılır. Wittgenstein’a göre sentetik a priori önermeler olanaklı değildir. Wittgenstein için anlamlı önermeler doğrulanabilir önermeler olduğundan, bu önermeler olsa olsa sentetik önermeler olacaktır, çünkü onları bir gerçeklik karşılar. Sentetik önermeler olguları resmeden önermelerdir. Resim ilişkisinin olabilmesi için, bir karşılaştırma nesnesine ihtiyaç vardır. Wittgenstein, buradan şeylerin a priori bir düzeninin olmadığını, dolayısıyla da dünyaya ilişkin a priori önermelerin olmadığı sonucuna varır (Özkan, 2016, s.137). Ayrıca, Kant’ın sentetik a priori önermeleri içermeleri bakımından gerçek bir bilim saydığı matematik, fizik gibi doğa bilimleri, Wittgenstein’a göre sentetik a priori önermeleri içermez, bu bilimlerin önermeleri analitik a prioridir. Bu önermeler Wittgenstein’a göre anlam içermezler. Çünkü, zaten doğruluklarını kendileri oluşturduklarından, doğruluk değerinden bağımsızdırlar, yani totolojilerdir. Bütün totolojiler, sentetik a priori değil, analitik a prioridir (Özkan, 2016, s.128). Sentetik a priori yargılar hakkında düşüncenin farklılaşmasının nedeni kuşkusuz onların mantık anlayışının farklılığından kaynaklanmaktadır. Görülür ki, Kant’ın “Nesneleri nasıl temsil edebiliyoruz?” sorusu, Wittgenstein’da “Gerçekliği nasıl temsil ediyoruz?” sorusuna dönüşmüştür (Özkan, 2016, s.138). Ve en önemlisi, buradaki temsil Wittgenstein’da Kant’ta olduğu gibi zihinsel değildir, bir mantık-dil ilişkisi içindedir (Özkan, 2016, s.138).

İki filozofun ayrıldığı bir diğer nokta, nedensellik ilkesi ile ilgilidir. Kant, nedensellik ilkesini anlama yetisinin a priori kategorilerinden görürken Wittgenstein için “Nedensellik ilkesi batıl bir inançtır” (Wittgenstein, 2016, s.93) ve “Nedensellik yasası bir yasa değil, bir yasanın biçimidir” (Wittgenstein, 2016, s.157).

Wittgenstein’a göre, formel olanlar özne konumunda kullanılamaz. Bir kavramın kendi altına düşen nesnelerle karıştırılması formel olanın şeyleştirilmesine, formel olana ya da kavrama gerçek mevcudiyet yüklenmesine yol açar. Bu bağlamda formel olanların (töz örneği verilebilir; töze özne olmak yüklenemez, o sadece yüklem olabilir) özne konumunda olamayacağını belirtirken bir yandan Saf Aklın Eleştirisi’nde, bu formel kavramları özne olarak kullanır. Bu transandantal önermeleri kullanarak Kant, kendi transandantal felsefesini inşa etmiştir. Burada iki filozofun ayrıldığı açıkça görülür. Wittgenstein’ın yapıtı, saf bir mantıksal formelliğin, yani önermeler hesabına dayanan bir mantığın felsefî ifadesidir (alıntılayan, Özkan, 2016, s.139, alıntılanan Rossi, 2008, s.34-35). Kant’ın yapıtı ise, transandantal mantığın felsefî ifadesidir (Özkan, 2016, s.139).

v. Wittgenstein ve Kant’ın Birleştiği Noktalar ve Sonuç

Yukarıda açıklanan bilgiler referans gösterildiğinde, Wittgenstein ve Kant’ın aynı yoldan ilerledikleri fakat vardıkları sonucun, belli sebeplerden dolayı ayrıldığı gözlemlenmektedir. Öncelikle her iki filozofun da ortak sayılabilecek en önemli noktası metafiziğe karşı tutumları olmuştur. Kant, ilk bölümde bahsedildiği üzere metafiziği nedensellik ilkesinden kopuk olması ve bu zamana kadar metafizik hakkında söylenenlerin bir büyücünün anlattıklarından farksız olması, en önemlisi de metafiziğin bir sınırının olmaması ve haliyle ayaklarının yere basmaması gerekçesiyle eleştirmişti. Ve Kant, tıpkı Wittgenstein’ın dile çizdiği sınır gibi, insan aklına bir sınır çizdi. Wittgenstein Kant’a benzer bir şekilde düşünülebilir olan ve düşünülemeyen arasında ayrım yaparken görülüyor ki Kant’ın numen ve fenomen ayrımı üzerinden bir benzerlik kurulabiliyor. Gerçi Kant’ta numenon dünyası sadece düşünülebilirdir, Wittgenstein burada Kant’tan ayrılır. Fakat, nasıl ki numenon dünyası deneyime kapalıdır ve onu gözlemleyemeyiz, tıpkı Wittgenstein’ın düşünülemez, hâliyle üzerine konuşulamaz dediği önermeler bakımından, iki filozofta bir benzerlik söz konusudur. Başka bir deyişle, yukarıda yaptığımız trancendent ve transandantal ayrımı Wittgenstein’ın düşünülebilir olan ve düşünülemez olan ayrımına denk gelir diyebiliriz. Nasıl ki Kant trancandent terimini aşkınlık olarak algılıyorsa, buna benzer bir tutum Wittgenstein’da metafizik önermeler üzerine açıkça gözlemlenmektedir.

İki filozof arasındaki ikinci benzer bir nokta ise, Glock’un kullandığı reflective turn kavramıdır. Glock, her iki filozofta da düşünme üzerine düşünme, bilme üzerine bilme yapılan bir eleştiri olduğunu belirtmektedir (Glock, 1997, s.288). Burada belki de iki filozof arasında karşımıza çıkan en önemli benzerlik, her ikisinin de belirttiği gibi felsefe, dış dünya ve onun nesneleriyle ilgili değil, daha çok deneyimleme biçimimizle ilgilidir. Kant, bu cümleyi sentetik a priori bilginin imkânı için verdiği yanıtlardan biri olan transandantal idealizmde kullanmıştır. Wittgenstein ise dilin sınırlarını belirlemek amacıyla, bu sınırları araştırırken, Tractatus’ta, Kant’ın çatısı altında, üzeri örtük bir biçimde de olsa transandantal bir tavır geliştirmiştir. Zaten, iki filozofun felsefesinde karşımıza alenen çıkan sınır çizme girişimi, transandantal bir tavrı, transandantal bir bakış açısını gerektirmektedir. Transandantal bakış açısında ortak olan filozoflar, felsefenin işlevi bakımından da ortaktırlar. İkisi de, felsefeyi eleştirel yani öznenin kendi bilme etkinliği, ya da kendi düşünme etkinliği (reflective turn) olarak görmektedir. Wittgenstein’ın Tractatus’u, kitapta belirttiği amaçlarından yola çıkarak Kant’ın kritiğini barındırır gibi gözükmektedir. Hatta, Hao Tang’a göre,  Tractatus transandantal idealizmin zayıf bir formunu içermektedir. Bu zayıflık, ileride bahsedeceğimiz gibi iki filozofun sentetik a priori önermelerin imkânı bakımından ayrılmasından kaynaklıdır. Fakat, buna rağmen Tractatus, Kantçı öğeler içermektedir. Çünkü Wittgenstein, düşünce ile gerçeklik arasındaki ve zihin ile dünya arasındaki ayrılmaz ilişkiyi göstermeye çalışmaktadır (alıntılayan Özkan, 2016. s.19, alıntılanan Tang, 2011, s.598-599). Wittgenstein’da transandantal kavramını reflektif anlamda ele almak gerekir.

Metafizik Kant’a göre, nesnelerle ilgili olmaktan ziyade nesneleri biliş tarzımızla ilgilidir demiştik. Buradan hareketle artık metafizik, nesnelerin özünü araştıran dogmatik bir soruşturma değil, nesnelere ilişkin olanaklı bilgimizin sınırlarıyla ilgili bir araştırma olacaktır. Nitekim Kant’a göre tüm bilgisizliğimiz, ya şeylere ilişkindir ya da bilgimizin belirlenim ve sınırlarına ilişkindir (Özkan, 2016, s.132). Bu tıpkı Wittgenstein’ın yanlış söylemleri dilin yanlış kullanımından, dilin mantığının göz ardı edilmesinden kaynaklanmasını savunmasına benzer. Önemli olan, dildeki metafizik önermeleri açıklamaktır, düşünülemeyen hakkında konuşulanları elemektir. Bu ayıklama işlemi sonucunda elde kalan anlamlı önermeler olacaktır. Anlamlı önermeler, doğrulanabilir önermelerdir. Burada fark edilmesi gereken husus, hem Wittgenstein’ın hem Kant’ın felsefelerinde izledikleri yolun bir bilgi genişletilmesi değil de, bilginin düzeltilmesi olduğudur (Özkan, 2016, s.132). İkisinin de amacı, yanlışları ayıklamaktır. Sadece farklı olarak Kant akıldan, Wittgenstein dilden yola çıkmıştır.

Yukarıda, Wittgenstein’a göre mantıksız bir dünyanın düşünülemez olduğunun üzerinde durulmuştu. “Her bir şey sanki olanaklı olgu bağlamları uzayında bulunur. Bu uzayı boş olarak düşünebilirim, ama şeyi uzamsız olarak düşünemem” (Wittgenstein, 2016, s.17). “Bu argüman Kant’ta da vardır. Kant’a göre de nesne uzaysız düşünülemez, ama nesnesiz, boş bir uzay düşünülebilir. Fakat aynı gibi görünen iki argümanda fark şudur: Wittgenstein’ın sözünü ettiği uzay mantıksal uzayken, Kant’ın sözünü ettiği uzay a priori duyusallık (saf görü) formu olarak geometrik uzaydır. Bununla birlikte her iki uzay da olguların temsil edilmesini olanaklı kılan koşullardır” (Özkan, 2016. s.134).

İki filozof arasında en önemli ve en göze çarpan benzerliklerden biri, doğaüstü özne kavramında gizlidir. Yukarıda Tractatus’tan yaptığımız alıntı: “Dünyanın içinde nerede rastlanabilir ki, doğa ötesi bir özneye?  Diyorsun ki, burada durum tam göz ile görüş alanı arasındaki gibi. Ama, gözü gerçekte göremezsin. Ve görüş alanındaki hiçbir şey de, bir gözce görüldüğü sonucunun çıkartılabilmesine izin vermez. Öyleyse, felsefede, Ben‘den, psikoloji-dışı bir şekilde söz etmenin bir anlamı vardır gerçekten. Ben, felsefeye, ‘dünyanın benim dünyam olmasıyla’ girer. Felsefi ben insan değildir, insanın bedeni, ya da psikolojinin uğraştığı ruhu da değildir. O, doğa ötesi öznedir- dünyanın sınırı, bir parçası değil” (Wittgenstein, 2016, s.135) şeklindeydi. Yukarıda da belirtildiği gibi buradaki doğa ötesi özne, Wittgenstein’da transandantal bir tavrı gösterir. Ben, burada aşkındır ve sınıra işaret edip, sınırda durur. O, bu dünyadan değildir, gerçekliğin sınırına dahil değildir ama dünyanın sınırlarını belirlemektedir (Wittgenstein, 2016, s.135).

Değineceğimiz başka bir benzerlik mantıksal form üzerinedir. Wittgenstein’a göre temsil formu, ancak mantıksal bir form ise mantıksal resim olarak adlandırılır. Bu bakımdan Tractatus’un merkezini oluşturan mantık, temsil formunu da kapsar. Çünkü her resim aynı zamanda mantıksal bir resimdir. Bir resmin resim olabilmesi onun mantıksal formuna bağlıdır. Resimle resmedilen şey arasında ortak olması gereken şey mantıksal formdur. Mantıksal form dünya üzerine konuşmayı olanaklı kılan zemindir. Her resmin formu ne olursa olsun ortaklaşa sahip olması gereken şey mantıksal formdur. “Mantıksal form bu dünya üzerine konuşmamızı sağlayan a priori ilkedir” desek yanlış olmayacaktır. Rossi’nin ifadeleriyle, “mantıksal form daha ziyade, reel olanı ‘diyen’ bir dilin imkânının koşullarını düzenleyen hakiki bir transandantal gibi gözükmektedir (alıntılayan Özkan, s.137, alıntılanan, Rossi, 2008, s.33-34). Burada mantıksal form, tamamen transandantal bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu tavır Kant’ın eleştirel felsefesiyle benzerlik gösterir.

Kant, Wittgenstein gibi mantığı genel bir başlık olarak kabul etmez. O, genel veya formel mantığı transandantal mantıktan ayırır (Özkan, 2016, s.139). Fakat görülür ki, Wittgenstein’ın felsefesinde, “formel mantık Kant’taki anlamda transandantal gibi görünür. O, sembolik temsilin olanağı için en genel önkoşulları içeren bir temsil mantığıdır” (Glock, 1997, s.292).

İki filozofun felsefeleri hakkında sonuç olarak: “Tractatus mantıksal sentaksın ihlal edildiği türden bir metafizik değildir, dünya hakkında konuşmanın olanağının koşulu olan ve yalnızca gösterilebilir olan hakkında konuşmaya çalışan bir metafiziktir. Bu anlamda o, transandantal bir metafizik olarak kabul edilmelidir. Bu anlamda, her iki felsefe de temsilin olanağı üzerine konuşan felsefelerdir. Her iki felsefede de dünya benim dünyam olduğu ölçüde anlamlıdır ve bilinebilirdir” (Özkan, 2016, s.140). Bu bakımdan Wittgenstein’ın Kant’tan etkilenmediğini söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Bu etkilenme, Wittgenstein’ı farklı bir şekilde etkilemiş olsa da, Wittgenstein’ın yaptığı felsefe ve bu felsefenin amacı onu Kant’ın yolundan gitmeye yöneltmiştir. Varılan sonuç ne kadar farklı olsa da, felsefeye çizilen iki keskin sınır arasındaki benzerlikleri görmezden gelmek pek mümkün gözükmemektedir.

Kaynakça:
AKARSU, B. (2014). Çağdaş Felsefe, İnkılap Yayınları: İstanbul
CASSIRER, E. (2007).  Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, (Çev. Özlem, D.)  İnkılap Yayınları: İstanbul
HANÇERLİOĞLU, O.  (2012). Felsefe Ansiklopedisi: Düşünürler Bölümü, Remzi Kitabevi: İstanbul
HEINZ, H. (2007). Kant’ın Felsefesi,  (Çev. Mengüşoğlu, T.) Doğu Batı Yayınları: Ankara
KANT, I. (2016).  Bir Bilicinin Düşleri, (Çev. Aydoğan A. ve Nalbant A.) Say Yayınları: İstanbul
KANT, I. (2000). Gelecekte Bir Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena , (Çev. Kuçuradi, İ. ve Örnek, Y.), Türkiye Felsefe Kurumu: Ankara
KANT, I. (2015). Arı Usun Eleştirisi, (Çev.Yıldırımlı, A.), İdea Yayınları: İstanbul
MONK, R. (2005).  Ludwig Wittgenstein: Dahinin Görevi, (Çev. Kılınçer, B., Er, T.), Kabalcı Yayınevi: İstanbul
ÖRS, Y. (1993).  ”Felsefe Tartışmaları 13. Kitap: Metafizik’ten Felsefe’ye”, Nisan Yayınları: İstanbul
ÖZKAN, C.İ. (2016). ”Transandantal Metafiziğin Olanağı: Kant ve Wittgenstein”,  Ethos: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
PEARS, D. (1985).  Wittgenstein. (Çev. Denkel, A.), Afa Yayıncılık: İstanbul
SOYKAN, Ö.N. (1994). ”Felsefe Tartışmaları 16. Kitap: Wittgenstein’ın Felsefe ve Metafizik Karşısındaki Tutumu”,  Nisan Yayınları: İstanbul
WITTGENSTEIN, L.(2016).  Tractatus Logico- Philosophicus, ( Çev. Aruoba, O.) Metis Yayınları: İstanbul
WOOD, W.A. (2009). Kant, (Çev. Kovanlıkaya, A.), Dost Kitabevi Yayınları: Ankara.

Yazar: Merve Karacan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Merve Karacan

1992 Kütahya doğumluyum. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Felsefe Bölümü'nde okurken aynı zamanda formasyon eğitimimi tamamladım ve Felsefe Grubu öğretmeni olarak 2016 yılında mezun oldum.