Los Angeles Kitap Okumaları için Steve Paulson feminist, Marksist ve post-kolonyal çalışmalar alanında bilgin Gayatri Spivak ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Kendisi, Derrida’nın Gramatoloji Üzerine kitabını, 60’larda Hindistan’dan göç ettikten hemen sonra genç bir kadın olarak ilk defa çevirmenin nasıl bir his olduğunu ve aynı zamanda 40. Yıldönüm baskısı için yazdığı sonsözden sonra yaşananları ve bu arada olan her şey hakkında konuşuyor. Spivak’ın tüm söyleşi boyunca inanılmaz bir şekilde açık olması harika ama onun için akademinin içinde -çoğuna göre dışında- olmak büyük ölçüde derin. Aşağıda, bu söyleşinin bir kısmını yayınlıyoruz. Tamamı için; LARB
STEVE PAULSON: Derrida’nın Gramatoloji Üzerine kitabının 40. yıl baskısını çıkardınız. Neden bu kitabın yeniden düzenlenmiş çevirisine ihtiyacımız var?
GAYATRI CHAKRAVORTY SPIVAK: Onu çevirdiğimde, Derrida’nın kim olduğuna ya da düşüncesine dair herhangi bir şey bilmiyordum. O yüzden onu tanıtmak ve çevirmek için elimden gelenin en iyisini yaptım ve yaptığım tanıtım gerçekten sevildi, bu yüzden minnettarım. Ancak şimdi Derrida’yla ve Derrida vasıtasıyla çalıştığım bir hayattan sonra okuyucularıma bu olağanüstü düşünür hakkında biraz daha fazla şey söyleyebilirim, bu yüzden sonsöz ekledim. Bu harika bir metinle yenice karşılaşmaktan ziyade yaşanmış bir ömüre bir çeşit övgü.
Sizin Derrida’nın kitabını anlayışınız onu ilk çevirdiğinizden beri geçen kırk senede değişti mi?
Ben öyle düşünüyorum. Başladığımda kitabın ‘‘Avrupa-merkezcilik” açısından ne kadar kritik olduğunu fark etmemiştim, çünkü bu kelime 1967’de o kadar da yaygın değildi. Derrida, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce doğan ve Batı felsefesiyle bizzat tanışan Cezayirli bir Yahudiydi. Onun Avrupa-merkezciliğe bu yönden bakması çok akıllıcaydı. Bu yönüne şimdi takıldığım kadar takıldığımı zannetmiyorum. Ayrıca onun aklından geçen, benim için o zamanlar açık olmayan, yalnızca nasıl okumamızla ilgili değil aynı zamanda nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili olan şeyleri de anlıyorum. Aynı zamanda Hegel hakkında o zaman bildiğimden daha fazlasını biliyorum, böylelikle arada bağlantılar kurabildim.
Yani siz bu kitabı Batı felsefesinin temel bir eleştirisi olarak mı görüyorsunuz?
Yapısöküm bundan ibarettir, değil mi? Yalnızca söküm değil. Aynı zamanda yapım. Eleştirel bir yakınlık, eleştirel bir mesafe değil. Yani siz aslında içerden konuşuyorsunuz. Yapısöküm budur. Öğretmenim Paul de Man bir zamanlar, yine büyük bir eleştirmen olan Fredric Jameson’a ‘‘Fred, yalnızca sevdiğin şeyi yapısöküme uğratabilirsin,” demiş. Çünkü onu içten yapıyorsunuz, gerçek bir yakınlıkla. Bir şekilde onu didik didik ediyorsunuz. Yapısöküm, bu türde bir eleştiri.
Derrida’nın yapısöküme uğratmak istediği şey neydi? Batı felsefesini yeni bir bakış açısıyla nasıl yorumlamaya çalışıyordu?
Batı felsefesi, yüzyıllar boyunca değişmeksizin baskın olmaya odaklanmıştı. Belirli bir baskın söylem kurulduğu için tüm gruplar dışlandı. O aynı zamanda Afrika sözlü anlatımıyla ilgili çok güçlü bir şey söyledi: Onlar yedi nesil öncesini hatırlayabiliyorlar, biz bu kapasiteyi kaybettik. Orada, ”yazı” psişik madde olan ”hafızanın” yerini alıyor. Derrida bunu Freud’a bağlıyor. Bu yüzden de gerçekliğe dikkatli bak, diyordu. Bu, -mevcut olmasalar bile- diğer insanların söylediğimiz şeyleri anlayabilmesi için kodlanmış. Derrida, bunun felsefi geleneklerde nasıl baskılandığını göz önüne almıştı.
Siz ilk defa Gramatoloji Üzerine’nin çevirisi üzerine çalışmaya 60’ların sonlarında başladınız. O zamanlar tanınmayan bir akademisyendiniz ve Derrida da Birleşik Devletler’de büyük ölçüde tanınmıyordu. Bu, ziyadesiyle teorik ve halen okuması iddialı olan zorlayıcı bir kitap. Neden bu kadar zorlayıcı bir projeyi üstlendiniz?
Açıkcası, Derrida’nın kim olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. 1967’de 25 yaşındaydım ve Iowa Üniversitesi’nde profesör asistanıydım ve kendimi entelektüel açıdan bilgilendirmek istiyordum. Böylelikle okumamı gerektirecek kadar sıradışı olan kitapları katalogdan sipariş ediyordum, kitabı böylelikle sipariş ettim.
Yani kitabı orijinal Fransızcasından okudunuz ve belki de İngilizce çevirisi olmalı diye düşündünüz?
Hayır, hayır. Onu okumayı başardım ve sıradışı bir kitap olduğunu düşündüm. Bu internetten önceydi, yani kimse bana Derrida hakkında bir şey söylemiyordu. Öğretmenim, ben Cornell’den ayrılırken Derrida ile tanışmamıştı, yani ben de onun kim olduğunu tam olarak bilmiyordum. Sonra düşündüm ”Sonuçta ben zeki, genç, yabancı bir kadınım ve o da tanınmayan bir yazar. Hiç kimse onun üzerine bir kitap için benimle sözleşme yapmayacak, o zaman neden onu çevirmeyi denemiyorum?” Ve bir kokteyl partisinde Massachusetts Üniversitesi Yayınları’nın çeviri yaptığı haberini aldım; bunun üzerine onlara 1967’nin sonlarında ya da 1968’in başlarında masum bir soru mektubu yazdım. Onlar bana sonradan soru mektubumun çok cesur ve tatlı olduğunu, bu yüzden bana bir şans vermeleri gerektiğini düşündüklerini söylediler [Gülüyor]. Oldukça gülünç, ama olan bu.
Klasik olan bir kitaba göre oldukça mütevazı bir başlangıç noktası.
Anlarsınız ya, şaşırmıştım. Kendinizi benim yerime koyun. Ne İngilizce ne de Fransızca benim anadilim ve Hindistan’dan 1961’de ayrıldım. Önsözüm mütevaziydı çünkü felsefe hakkında bir ders bile almamıştım.
Ve oldukça uzun bir önsöz. Derrida’nın kitabına yazdığınız önsözün kendisi neredeyse bir kitap.
Bu, sözleşmeme yazdığım şeydi çünkü onun üzerine bir kitap yazmak istedim. Bu yüzden sözleşmeme eğer monografi uzunluğunda bir önsöz yazamazsam çeviriyi yapmayacağımı yazdım. Bu mektubu yazdığımda 20’lerimin ortalarındaydım. Bu şimdi bana utanç ve mahcubiyet veriyor.
Çevirisi üzerine çalışırken Derrida’nın kendisiyle çok fazla iletişiminiz oldu mu?
Hayır. Onu hiç ama hiç tanımıyordum. Onunla ancak 1971’de tanıştım ve onu bana doğru gelip Frasızca ”Je m’appelle Jacques Derrida” diyene kadar tanıyamadım ve az kalsın ölüyordum.
Ama zannedersem onu bu olaydan sonra oldukça iyi tanıdınız.
Evet, arkadaş olduk. Dosttuk. Anlayacağınız, onun anladığı şeylerden biri -belki de benim o noktada anladığımdan daha fazla- çok da fazla Fransızcası olmayan bu Asyalı kızın -o zamana dek Avrupa yüksek felsefe zümresinin dışından birinin- bu kitabı kendi yöntemiyle dünyaya tanıtmasının ne ifade ettiğiydi. O ve ben yemek yemeye çıkardık -o esmer bi adamdı, Cezayirli Seferad bir Yahudi- ve insanlar onu Hint zannederdi. Ama ben Hintim ve benim kültürel imajım güçlüdür ki bazen sari giyerdim; bu yüzden onun ”Evet, ben Hintim” diye yanıt verdiği bir şakamız vardı. O, ne Fransız doktorası olan ne de en nihayetinde Fransız yerlisi olan bu genç insanın durumunun güzelliğini anlıyordu -ve o kız onun metnini sunuyordu- ona karşı bir hayranlıktan değil, çünkü onu tanımıyordu bile. Onun metnini dünyaya sunuyordu ve dünya da onu algılıyordu. Bu durumla ilgili oldukça çekici bulduğu bir şey vardı.
Hindistan’ın Bölünmesi’nden bir kaç sene önce Calcutta’da doğdunuz. Aydınlarla dolu bir ailede mi büyüdünüz?
Evet. Annem 14 yaşında evlenmiş ve ağabeyim annem 15 yaşındayken doğmuş. Babam, şu anda Bangladeş topraklarında olan Himalayaların eteklerinde bir köyde, altı ya da yedi yaşına kadar kıyafet bile giymeyen bir toplulukta doğmuş. Sadece gövdelerinin çevrelerine metal bir halka takıyorlarmış. Kışın, omuzlarında atkılarla ateşin kenarında otururlarmış. Evet bu iki insan da gerçekten entelektüeldiler ve çocuklarını akıl ilkelerine göre yetiştirdiler. Feminizm yanlısı bir baba ve feminist bir anne. Olağandışı bir çocuk yetiştirme tarzıydı. Neredeyse her şeyi aileme borçluyum.
Ülkeyi Pakistan ve Hindistan olarak ayıran Bölünme’nin sizin aileniz üzerinde çok etkisi oldu mu?
Bilirsiniz, biz onu Bağımsızlık olarak da düşündük. Bağımsızlık, Bölünmenin dehşetiyle lekelenmişti. Bu yüzden, Bölünme, ödemek zorunda olduğumuz bedeldi. Açıkçası akrabalarımı çekirdek ailemden daha fazla etkiledi çünkü babam aslında şimdi Bangladeş olarak bilinen Doğu Bengal’den kaçtı. Lise mezuniyet sınavı iyi geçince babası ona ”Ah, artık ilçe merkezinde posta müdürü olabilirsin,” deyince babam 1917’de daha da hırslı ve bileti bile yokken, Calcutta’ya kaçtı. Ben Calcutta’da doğdum. Ancak Bölünmenin bizim hayatlarımızı etkilemesi tabii ki 1946’daki Calcutta Katliamları’ndan ve 1942’de yapay olarak yaratılan kıtlık ve sonrasından ötürüdür. O şeyler bizi gerçekten etkiledi. Ve mülteciler gelmeye başladığında o zamanlar saygın bir sosyal hizmet görevlisi olan annem sabahın beşinde çıkar ve mülteci rehabilitasyonuna yardım etmek için tren istasyonuna giderdi. Bunlar benim çocukluğuma damga vuran bazı şeylerdi.
Siz ayrıca Müslümanların nasıl ötekileştirilmeye başladığını da gördünüz.
Tabii ki bu şimdi Hindistan’da yükseliyor. 1947’de ekümenik bir evde yaşadığım için Hindular ve Müslümanlar arasındaki farkı hissetmek için çok küçüktüm -beş yaşındaydım. Ama bu ayrım her yerdeydi. Hindu-Müslüman ayaklanmalarında oradaydı, bu oldukça olağandışıydı çünkü o zamana kadar yüzyıllardır devam eden bir çeşit ihtilaflı varolma hali vardı. Ancak bunlar bizim mahallemizde başladığında Allahu Ekber ve sonrasında Hara hara Mahadeo haykırışları duyardınız ve birinin öldürülmekte olduğunu bilirdiniz. Ve dökülen kanları görürdünüz. Ancak ben çok küçüktüm ve evde kast ya da din ya da herhangi bir şey arasında çok az bir ayrım vardı. Ve babamın Müslüman öğrencileri çok destekleyiciydi, Hindu gibi giyinip ona gelecek ve akşamları telefonlara cevap vermemesini söyleyecek kadar. Babamın kendisi de şiddet yanlısı olmayan bir adamdı. Küçük evi açar, Müslüman erkek, kadın ve çocuklarla terasta dikilir ”Ben hayatta olduğum sürece kimse size dokunmayacak,” derdi. Biz ayrımın üzerine çok fazla düşünmedik. Çocuk olarak, aynı insanlar olduğumuzu düşünürdük.
Lisans derecenizi Hindistan’da aldınız. Sonunda nasıl Birleşik Devletler’e geldiniz?
Derecemi Calcutta Üniversitesi’nde aldım ve yüksek lisansım üzerine çalışıyordum. Yalnızca 18 yaşındaydım ve babam yoktu –ben 13 yaşındayken öldü- ve fark ettim ki ilk dersi alamayacaktım çünkü bir gazetede editördüm ve üniversite hakkında çok eleştireldim. Böylelikle para ödünç aldım ve tek yön biletiyle ve cebimde 18 dolarla geldim. Britanya’ya gitmek istemedim çünkü ikinci bir lisans derecesi almalıydım ve aniden, bağımsızlık-sonrası dönemimdeydim. İşte bu yüzden Birleşik Devletler’e geldim. Cornell’e gittim çünkü yalnızca Harvard, Yale ve Cornell adlarını biliyordum ve Harvard ve Yale’in benim için çok iyi olacağını düşündüm.
Bugün siz en çok post-kolonyal çalışmaların kurucusu olarak tanınıyorsunuz. Bu çalışmanın daha önceki yapısöküm üzerine çalışmalarınız ve Derrida tercümenizle ilgisi var mı?
Bilirsiniz, ben Fransız teori zümresinin hiç bir şekilde parçası değildim. Bu yüzden dışardan katılan biri olarak yapısökümde akım belirleyen çok ufak bir figürdüm. Bu, o kadar içsel bir hal almıştı ki insanlarla bağlantı kurmuyordum. Ancak post-kolonyal işi en çok orta sınıf şehir göçmenleriyle ilgili olan otobiyografik bir hal aldı; Edward Said’in düşündüğü gibi ”Doğulaştırıldım.” 1981’de, Yale Fransız Çalışmaları tarafından Fransız feminizmi ve Critical Inquiry tarafından yapısöküm üzerine yazmam istendiğinde kendi kendime sorum, “ben nasıl Fransız ekolünde uzman oldum?” oldu. Sonra farklı düşünmeye başladım. Haliyle, sistemleri kurarken neyin hariç tutulduğuna bakılan yapısökümün bu bölümüyle olan bir uğraştı benimki. İlerlemek için en iyi yol olduğu söylenen yapısökümün bu tarafı, oldukça güçlü bir öz-eleştiri. Ve yapısöküme uğrattığınız şeyi suçlamamanızı söyleyen taraftı, yapısökümün bu tarafı. Ona dahil oluyorsunuz. O eleştirel yakınlığı hatırlıyor musunuz? Metnin size onu altüst etmeyi ve kullanmayı öğrettiği anı tespit ediyorsunuz. İşte bu benim hareket yönümün bir kısmı oldu. Çok açık bir şekilde, bir bağlantı vardı. Ancak hiç yapmadığım şey, kuram uygulamak oldu. Kuramlaştırmak bir yöntemdir. İçselleşmiş hale gelir. Düşünme şekliniz değişir ve bu çalışmalarınıza yansır. İşte, olan biten bu.
Yazar: Steve Paulson
Çeviri: Arya Karadaş
Kaynak: e-flux conversations