Woody Allen’in Paris’te Bir Gece (Midnight in Paris) filmi, beklentilerini karşılayamamış bir sanatçının, kendi geçmişine sığınmaya çalışmasını anlatıyor.
Rüyalar, gerçekliklere yol gösterir ve yeni rüyalara yolculuğun kapısını açarlar. Büyüler yapılır ve kaldırılır, inançlar parçalara ayrılır ve beklentiler hizaya sokulur. 60 yıllık bir süreçte, 40’ın üzerinde filme imza atan Woody Allen, içgüdülerini, öngörülerini, arzularını ve esin kaynaklarını takip etmiş, kendi bilinç dünyasını yansıtmaya, reddetmeye, parçalayarak tekrar bir araya getirmeye çalışmış, bir taş kadar sağlam inançları darmadağan ederek, bu deneyimleri tekrarlamış. Yarattığı birçok filmi geri dönüp incelediğimizde, ruhani mekanizmaların işleyişini, farklı açılardan keşfetmeyi denediğini daha açık bir şekilde görebiliriz. Bazen bir karakter, problemine çözüm aramaya çalışırken, yeni ve farklı bir probleme sebep olur, var olandan daha ciddi bir soruna sürüklenir. Alice’in Çinli şifacıyı ziyaret ettiği zamanlarda olduğu gibi. Bazen karakterler ansızın, sarsılmış bir halde, farklı ve değişken bir durumun içine düşerler, ve burada, her zaman aşina oldukları herşey onlara yabancı gelir. Another Woman (88) filminde Gena Rowlands’ın felsefecisinde olduğu gibi. Çoğu zaman kendilerini bir takıntının kölesi olarak bulurlar ve sonraları bu durumdan adeta bir rüyaymış gibi uyanırlar. Tıpkı, son derece sadık bir koca olan Micheal Caine’in, karısının kız kardeşine şiddetle aşık olup, yavaşça eski haline geri dönmesi gibi (“Bana neler oldu bilmiyorum. Bütün bu sensiz yaşayamama durumu: İkimizi de düşürdüğüm bu durum…”) veya daha aşırı düşünürsek, Martin Landau’nun Judah Rosenthal’ının, “kriz” durumu geçtikten sonra son derece sakin bir biçimde “ gerçekte bizler herşeyi bir mantığa oturtmaya çalışırız. Reddederiz, yada yaşamaya devam edemeyiz” dediği zaman gibi.
Çoğu zaman bu büyü izleyicilere, yönetmen veya karakterler veya her ikisi tarafından yapılır. “Bu kızın şarkı söylemesi evimdeki en favori olaylardan biriydi,” diyerek anlatıyor Allen Radio Days (87) filminin başında, “çoğu olaydan sadece biri bu. Şimdi ise hepsi yok olmuş durumda. Hatıralarım hariç. Sahne Rockaway. Zaman ise çocukluğum.” Allen bizlere herşeyin gelip geçici bir yapısı olduğunu hatırlar ve böylece içinde bulunduğumuz bu büyülerin acısını daha keskin biçimde hissetmemizi sağlar. Rowland’ın Marion’u, Rilke’nin “Apollo’nun Antik Gövdesi”ni hatırlar – “ Burada görünmediğin bir alan yoktur. Bu yüzden hayatını değiştirmelisin” – ama Allen’in en başarılı yapımları adeta, duygusallıklar ve farklı notalar ve güzeller güzeli illüzyonlar ve sanrılar ve gerilim dolu olaylar ve tepkiler içeren birer hazine sandıkları gibi olanlar, Rilke’nin ilk Duino üçlemesinin aşıklar için olan kısımlarından ilham alırlar ve yayılan yankıyı bulurlar. Sonu gelmeyen bir duygu çeşitliliği “ölümsüzlükten oldukça uzaktır” ve “ yorgun düşmüş bir doğa/kişilik, çaba gösterilerek tekrar ele geçirilemeyecek bir yaratıcı güç” tarafından geri alınamayacak çalışmalardır. Kalıcılık, kısa süreli hafızamızda kendine yer edinmiş bir gerçekliktir ve bu durumu Allen’ın işlerinde tekrar tekrar görebiliriz.
Paris’te Bir Gece’nin açılış sekansının, Manhattan (79) filmindeki görkemli minyatür şehir senfonisi ile benzerliklerinin karşılaştırılması kaçınılmaz ve hatta ilk izleyişinizde biraz kafa karmaşası bile yaşayabilirsiniz. Önceki film “Rhapsody in Blue” ve etkileyici bir ritim ile beraber muazzam bir kreşendo etkisine doğru bizleri sürüklerken, Midnight’ın açılışı, Sidney Bechet’nin “Si tu vois ma mere” ile daha gizemli bir hal alır. Paris şehrinin bu farklı açılardan görünümleri içerisinde dolaşırken, mağrur bir halde o romantizm kıvılcımını, mükemmel jestleri veya şekil ve renklerin mazzam uyumunu ararız ve o efsane ve düşsel Paris imajını gözümüzün önüne getirmeyeçalışırız – empresyonizm + Atget (Eugene Atget)+ Yeni Akım (New Wave). Mesafeler çok uzak, ışık biraz sıkıcı ve düzenli, muzik ise birazcık fazla alaycı kalır. Allen, Paris’in resmedilmeye değmeyecek kısımlarını seçmeye çalışmıyor, bildiğimiz bölümlerini fotoğraflayıp düzenliyor ve şık bir şekilde, adeta içleri doldurulmayı bekleyen birer araç gibi bizlere sunuyor. Manhattan’da karakter kendi beklentilerini ve arzularını şehre yansıtır (“Onun için, sezon ne olursa olsun, bu şehir hala siyah-beyaz olan ve George Gershwin’in melodileri ile yankılanan bir mekandı”, ve bu şehir aynı zamanda belli ki yönetmen ile adeta mükemmel bir konser vermektedir. Burada, arka planda olayları açıklayan bir ses yoktur, ve yönetmen sessizce ama kendinden emin bir halde, her şeyiyle romantizm konusunu işleyen bir filmin temellerini atar.
Owen Wilson ve Rachel McAdams tarafından canlandırılan genç Amerikalı bir çiftin kaldığı beş yıldızlı Paris’teki bir oteldeyiz. Yakın zamanda çekilen tüm Allen filmlerinde olduğu gibi bilmemiz gerekenler ayrıntılar, hızlıca ve açık bir şekilde bizlere iletilir. Owen başarılı bir senaristtir, geleceği açık ama tatminsiz bir sanatçıdır. McAdams ise sevecen ama organize ve sonuç odaklı bir kişiliğe sahiptir. Owen tasarlar ve düşüncelere dalarken, McAdams bilgi toparlar ve hedefe odaklanır. Owen, ona ve onun benzer yapıdaki ailesine karşı, her hayalperestin yaptığı gibi kibar bir uyumluluk ve uzaklaşarak tepkiler verir. Nişanlısının, her şey konusunda uzman, konu hakkında az bilgisi olanlara karşı herhangi bir fırsatı kaçırmayarak var olan bilgisini hemen ortaya koymaya çalışan eski hocası (Michael Sheen) bir anda çıkageldiğinde, Owen verdiği bu mecazi savaşları biraz daha arttırmak zorunda kalır. Bir gece, bir yandan bu bilgiçlik taslamalara, diğer yandan standartlaştırma ve tecrübe ölçümleri üzerinden yapılan ukalalıklara karşı, ruhsal huzurunu savunmaya çalışırken, aniden ortamdan uzaklaşmaya karar verir ve kendini, hayallerindeki oşehri bulabilme umuduyla Paris sokaklarına atar. Sessiz bir sokak köşesinde tek başına dikilirken, eski tarz bir araba yanına yaklaşır. Arabanın içinde bulunan, 20’lerin kıyafetlerini giymiş bir çift, arabaya binmesi için onu ikna etmeye çalışırlar. Bu çiftin isimleri Scott ve Zelda’dır.
Allen’in sürekli alışılmamışların üzerine gitmesi ve hikayelerinde bu durumun baskın olmasının güzelliği ise bu olayların eğlenceli bir şekilde açıklanmadan, havada bırakılması. Jeff Daniels sinema sahnesinden indiği zaman, mucit’in sihirli lambası, yaz akşamlarını süsleyen, arzuların hayali görüntülerini yansıtmaya başladığında veya Alice, hayal gücünü arttırıcı bitkilerin etkisinde ölü sevgilisini ziyaret ettiğinde olduğu gibi, adeta, The Shining filminde Jack Nicholson’un dolaptan çıktığı zaman Kubrick’in bulunduğu durum veya Bergman’ın başyapıtında ziyaret ettiği durum olan, Erland Josephson’un Fanny and Alexander’ı kısa süreliğine odalarına taşıdığında olduğu gibi. Filmleri bizlere, mantığın katı gerçekçiliğinin gelmesini beklemediğimiz, arzularımız ve hayal ettiklerimizin yarattığı deneyimler arasında gidip gelme şansı sunuyor. Soru şu ki, izlediğimiz film, tekdüze sıkıcı bir hayattan ve baskıcı bir kocadan kaçmaya çalışan bir kadının hikayesi mi yoksa sinemadan çıkarak gerçekliğin içine tekrar ayak basan bir adamın tartışmaya açık mutluluk hissiyatı mıdır? Bütün bu doğaüstü dönüşümler ve hayaller, filmlerinde gördüğümüz son derece kişisel sahnelerin birer parçası mıdır? Manhattan’daki 59. Sokak Köprüsü veya You Will Meet a Tall Dark Stranger (10)’de Josh Brolin’in, avlunun karşısındaki kızı sevgilisi yapmayı başarması gibi veya Manhattan Murder Mystrey (93)’de, yan dairede yaşayan yaşlı kadının kaybolması, sanki Woody ve Diane’in evliliğine macera katmak için gerçekleşmiş gibi görünmesi. Büyü her şekilde ve boyutta karşımıza çıkabilir.
Bazen öyle görünüyor ki Allen, sanki Batılıların tüm arzuladıkları ama ulaşamadıkları düşünceleri ve onların farklı versiyonlarını keşfetmeye çalışıyor. Günümüzde yaşadıkları hayal kırıklıklarının getirdikleri, daha tatmin edici bir dünyaya yolculuk etme isteği, ortak varoluşuculuğun getirdiği uyuşturucu etkisinde bulunan huzur, geçmişin yaralarının sarılması, aşkın tüketilmesi veya bir parça şans gibi. Ve bu durumların kaydedilmiş her türlü versiyonunu denemiş gibi görünüyor: şakacı bir halde (Alice, 90; A Midsummer Night’s Sex Comedy, 82; Manhattan Murder Mystery), sert bir mizaçla (Husbands and Wives, 92), alaycı bir tonda (Match Point, 05; Tall Dark Stranger), demode olanı kutlayarak (Radio Days, Broadway Danny Rose, 84) , ılımlı bir şekilde (Another Woman), veya müzikal elementlerin kombinasyonları ile yaratılan bir tarzda (Manhattan, Hannah and Her Sisters, 86; Crimes and Misdemeanors, 89). Paris’te Bir Gece filminde, Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil karakterinin sürekli şikayet ettiği konular, Allen’ın işlerini bilen herkese çok tanıdık gelecektir. Senarist olarak yakaladığı tüm başarıyı hor görür ve umutlarının tümünü, bir nostalji dükkanının sahibini anlattığı romanının başarısına bağlar. Gençken kaçırdığı, Paris’te yaşama şansına kahrolup dururken bir yandan da yanlış zamanda doğduğu inancı içerisinde sürüklenip gider. Gil’in durumunu göz önüne alacak olursak, kendi içgüdülerine güvenmekten sakınan bir adam, içten içe, nişanlısının ve ailesinin haklı olduğuna dair üzerinden atamadığı bir his olan, iyi yaptığı şeylere odaklanıp, onlarla yetinmesi ve istediği gibi yaşamayı haketmeye çalışmak yerine, yaşaması gerektiği gibi hayatına devam etmeye çalışması gerçeğini kabullenmesi.
Bu noktada eklememiz gerekir ki Owen Wilson, Allen’ın yarattığı dünyaya yeni bir hava getirmiştir. Tamamen teknik açıdan bakacak olursak, Celebrity (98) filmindeki Kenneth Branagh veya Everyone Says I Love You (96) filmindeki Edward Norton’ın aksine, Allen’ın üstüste binen dialoglarını benimser ve konuşmanın ritmini, kendi serzenişleriymiş gibi hissedilecek bir hale getirir. Ve Allen’in daha birçok baş karakterinin aksine (birçoğu Allen tarafından canlandırılır), Wilson, dialogların pasif-agresif yapısını yumuşatmayı başarmıştır. McAdams’ın babası hakkında, Tea Party’i desteklediği için, tamamen demokratik bir konuşma olarak belirten bir açıklama ile “deli bir bunak” demesi ve bu konuda gerçekten samimi olduğunu göstermesi, bu duruma verilebilecek iyi örneklerden. Kalbinin en derinlerinde tamamen uymayacaklarını bilmesine rağmen tüm parçaların mükemmel şekilde birleşmesini ister. Wilson çalışmalarında samimi ve karmaşık bir yaratıcı yapı izler. Kendi içinde barındırdığı hayal gücü ve korku rezervleri ile çizelgelerin ve hedeflerin ötesine geçip huzur bulabileceği bir yuva kurma konusunda zorluk çeker.
Gil’in sempatik bir cesaret duygusu yaratan tarzı, hayran olduğu sanatçı kahramanlarının toplamından gelir. Hemingway ve Fitzgerald ona aynı saygıyla yaklaşırlar. Dali ona bir şişe kırmızı şarap alır, üzgün gözlerini bir gergedanınkine benzetir ve onu Bunuel ve Man Ray ile tanıştırır (fotoğrafçı, gelecekten gelip geçmişe sığınmaya çalışan bir adam fikrini benimserken, Gil şöyle bir açıklamada bulunur,” Biliyorum ama hepiniz sürrealistsiniz…” ). Getrude Stein, romanı hakkında son derece cesaret verici yorumlar yapar. Ve karşılığında o da destek vermek konusunda kendini özgür hisseder. Zelda’yı, Scott’ın onu sevdiğine inandırmaya çalışır (“İnan bana, biliyorum…”). Kafası karmakarışık bir Bunuel’e, bir akşam yemeği için konukların geldiğini ve ayrılamadıklarını anlatan bir hikaye önerisinde bulunur (“Ama neden kalkıp gidemiyorlar? Anlayamıyorum.”). Ve bir tarafta sıcaklık ve renklerin kapladığı modern resim sanatı ve diğer yanda getirdiği bir yakınlık duygusu , yarattığı son derece mükemmel, sempatik gezegende, sabit öğelerdir (Darius Khondji sağolsun,olaylar üzerinde bir anlaşma sağlayamasalar bile aynı tarzda ilerlemeyi başarırlar.). Adriana isimli, Modigliani, Braque ve Picasso gibi isimlerin metresi olmuş bir kadın ile tanışır (“fanatik bir halde sanat hayranı olma fikrini tamamen yeni bir seviyeye çıkardın”), ve bu karakteri, en büyüleyici haliyle Marion Cotillard canlandırır. Allen’ın bir sanatçı olarak, en az bahsedilen yeteneği olan sade müzikal dokunuşları, baskın elementlerini, geçmişte yükseklerde bırakmıştır. Tek cümlelik vurgulu sözler veya komedi odaklı kibri ve Bergman’dan aldığı ilhamlar ve “edebi” ironileri ve kullandığı daha birçok tarz için dökülen ve dökülmeye devam eden litrelerce mürekkep mevcut. Ve muhtemelen Gil’in gece yarısı nehir kenarı gezintilerinin verdiği tatları anlatmaya yetmeyecek kadar veya bu gezilerde Cotillard’ın gelip geçen cazibesini yeterince hissettiremeyecek kadar. Bu zeki ve sevimli film, zarafet içinde gelip giden yapısı ile Allen’in belki de en kişisel ve güzel işlerinden biri denebilir.
Bir zamanlar, Allen’ın yeni filmlerini izlemek için, vizyona girdiği anda sıraya girerdik ve tüm gördüğümüz karakterlerin bizlere çok tanıdık gelen alışkanlıkları ve içinde kaldıkları ikilemler ve konuşma tarzları ve peşlerini bırakmayan pişmanlıkları ile adeta yeni bir aile kurmayı başarmıştık. Daha sonraları bazılarımız şunu öğrendi: aslında ona gereğinden fazla aşık olduk. Tıpkı kendi kahramanı Bergman’a olan sevgisi gibi ve birlikte gelen eskimiş bir sanatsal mükemmelliyetçilik düşüncesi gibi, yarattığı New York’un çok dikkatlice ve planlı bir yapı oluşu, gerçekte, entellektüellerin hiç de filmlerindeki gibi konuşmamaları ve daha birçok benzer durum gibi. Genç sinefillerin, popüler olana karşı refleks haline gelen güvensizlikleri, ahlaki reddetmeye olan bağımlılıkları, her şeye rağmen, özgünlük statüsüne ulaşmak için yaşadıkları kültürlenme çabası, ve bunlar üzerine gelişen hayalleri. Ve artık bunların hepsi geride kaldı, radyonun altın çağını yaşayıp, unutulup gitmesi gibi. Filmlerin ilk gösterimleri artık 59’uncu ve 3’üncü bölgede yapılmıyor, New York Times (Allen’ın Vincent Canby’de şampiyon olduğu) artık tüm filmler için ilk ve son söz hakkına sahip değil, Allen’ın yarattığı New York fikri, enerjisi düşük, daha turist odaklı bir şehir ışığı içerisinde kaybolmuş ve Allen, bir şekilde kendini tekrar yaratıp, kıtalar arası kitlelere ulaşan bir filmci haline getirmiştir. Şimdilerde, aşırıya kaçan bir bağlılık ve öfkeli yaklaşımların serbestliği ile Allen’ın filmleri farklı bir tarzda konuşmaya başladılar. Bana göre, zerafet, şans ve sihir kaygıları, tanıdığım birçok insanın gizli arzuları ile aynı düzene girdiler. Bütün kaba hatları aslında, vurucu sadeleştirmeleri ve dürüstlüklerinin birer parçası gibi görünmeye başladı ve ince dokunuşları ise, reddediliş konusundaki açık sözlülükleri, rasyonalizasyonlaştırmaları ve eşitlik üzerindeki ahlaki şanslar kadar kuvvetli bir hale geldiler.
Ayrıca son derece de komikler.
Yazan: Kent Jones
Çeviren: Gökhan Çuhacı
Kaynak: filmcomment
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.