• 20 Kasım 2017
  • Seval Dönmez
  • 0
Paylaş

Bir kara delik, büyük kütlesi ve güçlü çekim kuvveti ile kendisine yeteri kadar yakın mesafede bulunan her şeyi içine çekip yutabilir. İçimizdeki kara delikler de öyle. Peki, içimizdeki kara delikler nedir, nereden gelirler ve onlarsız yaşam mümkün değil midir?

Pek çoğumuz, hayatımızda en az bir kere içimizde bir boşluk hissettiğimizi düşünmüş, dile getirmiş ya da hissettiğini dile getiren birine tanıklık etmişizdir. Çeşitli şeyler aracılığıyla doldurmaya çalıştığımız, kimi zaman rahat bırakmış görünse de bizi tekrar tekrar yoklayan bu boşluğun nereden çıktığını, nasıl onarılacağını, nasıl doldurulacağını bilemez halde yardım aramışızdır. İşte bu boşluklar, tıpkı birer kara delik gibidir ve çekim kuvvetiyle yakınlarında bulunan diğer duyguları da yutarak kütlelerini büyütür, duygu durumumuzun hâkimiyetini bizden alırlar.

İstisnalar olabilmekle birlikte çoğu zaman bu duygu, varoluşsal yalnızlığımıza dair farkındalığın bilinç düzeyine gelmesiyle birlikte çektiğimiz acıdır. Yani boşluk yalnızlığımızdır. Varoluşsal olarak hepimizin özünde yalnız olduğu gerçeği, yüzleşmek canımızı yaktığı için bilinç düzeyine çıkarmayı tercih etmediğimiz ve çıktığı zaman da halı altına süpürmeye çalıştığımız bir gerçektir.

1800’lü yıllarda Danimarka’da doğmuş olan filozof Søren Aabye Kierkegaard, varoluşsal yalnızlığı gündelik yaşamda zaman zaman ihtiyaç duyduğumuz bir dinlenme ve gevşeme hali olan yalnızlıktan ayırır. Bu durumu, “Benin kendinde sonsuzluk, sınırsızlık duygusunun yitişi, ona yabancı bir ben-olmayan tarafından kuşatılması” olarak tanımlar. Varoluşta bulunması gereken anlam ve değer duyguları bulunamadığında, birey yalnızlığa itilir. (1)

“Başka tek bir kişi ile tek bir ilişkim bile yok:
En yalnız, (dünyasal bir anlamda anlaşıldığında) en güçsüz kişiyim” 

“I have no single connection with a single other person:
I am the most solitary of persons, the (understood in a wordly sense) most powerless” (2)

Varoluşta bir anlam ve değer olup olmadığı sorusunun yanıtı her bireyin ancak kendi araştırmaları nihayetinde ulaşabileceği bir bilgidir. Dinler, felsefe, bilim, arkadaşlarımız, psikologumuz ve yaşamda karşılaştığımız ipuçları bize bu konuda yol gösterse de nihayetinde kimse varoluşumuzun anlamı konusunda bize net bir bilgi veremeyecektir. Verseler de buna ikna olmamız için yanıtlamamız gereken ilk soru varoluşun ifade ettiği anlamın herkes için tek mi yoksa her birimiz için ayrı ayrı mı olduğudur. Varoluş kadar temel bir kavramın taşıdığı anlamın yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan her birey için evrensel olması gerektiğini düşünenlerden misiniz? Yoksa her birimizi ayrı değer ve misyonlara sahip özel birer yaratım olarak görenlerden mi?

Aslında boşluğun onarımı, yanıtında gizlidir. Varoluşa bir anlam yüklemeyenlerimiz boşluğu göremeyecekleri kadar uzağa iterler ve varoluşta ister bireysel ister de evrensel bir anlam bulanlarımız boşluğu bir şekilde doldururlar. Ancak varoluşun anlamlılığı konusunda kafası karışık olanlarımız ve anlamın varlığını bilen ama bulamayanlarımız kara delikler tarafından yutulmanın acısını en çok hissedenlerimizdir.

İçimizdeki bu boşluğun ağırlığı bazen o kadar dayanılmaz olmaktadır ki, boşluğumuzu bir tepsiye koyup herhangi bir yabancıya sunabilir ve bunu bizim için doldurmasını bekleyebiliriz. Bu kişi anne, baba, çocuk, sevgili, arkadaş ya da basitçe bir yabancı olabilir. Kimi zaman karşımızdaki kişi bizim kara deliğimiz tarafından yutulma riskini almaya istekli cesur bir Don Kişot’tur ve kendisine tepside sunulanı itinayla kabul eder. Bu kabulün sonu boşluğun acı vermemeye başlaması ve uysal bir hayvana dönüşmesi olabileceği gibi sonunda sunduğumuzdaki halinden daha büyük bir boşluğu alıp yeniden yerine koymamız da gerekebilmektedir. Kimi zaman ise karşımızdaki de kendi varoluşsal gündeminde o kadar yoğundur ki aktif bir alışveriş söz konusu olmaksızın yaşamaya devam etmemiz gerekir.

Ben yukarıdaki soruyu yani varoluşun bireyselliği ve evrenselliği sorusunu, bu o kadar temel bir kavramdır ki her birimiz için ayrı ayrı olamaz diye yanıtlayanlardanım. Ancak yolun sonunda varılacak yerin birliği, elbette yolda harcadığımız sürenin ve yöntemlerimizin de aynı olacağı anlamına gelmemektedir. Benzer kara deliklerle mücadele ettiğimizi ve kimi zaman yol ayrımlarında farklı rotalara yol alsak da aynı menzile ulaşacağımızı düşündüğümde Halil Cibran’ın deyişi geliyor aklıma:

“İçimdeki yaşamın sesi senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz.
Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım”

Dipnotlar:
(1) http://www.ideayayinevi.com/2014/konular/agnst.php
(2) Kierkegaard, S. A. (1996) Papers and Journals: A Selection. A. Hannay (Ed.), London: Penguin Classics.

Kaynaklar:
Yardımlı, Aziz (2014). Angst / Endişe. Korku. Ya da, Büyük Korku, Daha Büyük Korku, vb. Erişim tarihi: 28.10.2017, http://www.ideayayinevi.com/2014/konular/agnst.php.

Yazar: Seval Dönmez

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Seval Dönmez

1989'da Ankara'da doğdum. Hacettepe ve ODTÜ’de Psikoloji alanında eğitim aldım. Yol arkadaşım Çikilop'um (tekirim) ile zaman geçirmeyi, piyano müzikleri dinlemeyi, yazmayı seviyorum. Hayatı, konuşmalarımızı ve olan bitenleri şuna benzetiyorum: "İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım." (Halil Cibran)