Paylaş

1867 yılı; Lev Nikolayeviç Tolstoy’un ünlü eseri Savaş ve Barış ilk baskısını yaptığı, bambaşka bir alanda kopacak olan bir savaşın da tohumlarının yeşermeye başladığı yıl. 1830-1842 yılları arasında Auguste Comte tarafından bir dizi metin olarak yazılmış olan Pozitif Felsefe Dersleri’nin dönemindeyiz. Bu andan geleceğe bakıldığında, 20. ve 21. yüzyıllarda anti-pozitivizmden anti-bilime doğru açılan yelpaze için Comte ve düşünsel ardıllarının bu alanın ‘öteki’sine dönüşeceği öngörülemezdi. Daha da önemlisi, açığa çıkacak ‘yarık’ üzerinden bir savaşın kopacağı o dönem için uzak geleceğin konusu bile değildi. Esas öngörülemeyecek olan 20. yüzyılda bilim adına anti-pozitivizm ve hatta anti-bilim tezlerinin savunulacağıydı. ‘Bilim adına ve bilime rağmen’ sloganıyla çerçevelenebilecek olan karşıt-tezler için ‘düşman’ belliydi: pozitivizm.

Comte, bilgi alanında Isaac Newton’un gösterdiği somut başarının rüzgârıyla klasik epistemolojinin bilgi teorisine dönüşüyor olduğunu, genel olarak felsefenin de bu dünyaya ilişkin ve bilimle iç içe geçmiş olan pozitif felsefeye dönüşümünün şafağında olduğunu düşünmüştü. Öyle ki Comte’un kendi ifadesiyle ortaya koyduğu düşünme biçimi “yeni bir felsefi girişim”di (Comte, 2015:9). Oysa 20. yüzyıldaki karşıtları için bu hareket “çıkış ilkelerinden biri olarak, gerçek tüm felsefi sorunlara felsefenin düşmanlığını ilan etme” ve “böylelikle ‘anti-felsefi’ bir akım ortaya çıkarma” girişiminden başka bir şey değildi (bkz. Narski, 2013: 60). Nasıl oluyor da yeni bir felsefenin şafağının ilan edilmesi, aynı zamanda felsefeyi öldürme girişimi olarak görülebilir? Bu soruya yanıt verebilmek için, sorunun tarihini bilmek gerekiyor.

Tarafların oluşması

Modern Bilimsel Devrim süreci adı verilebilecek olan 1543 (De revolutionibus orbium coelestium) – 1687 (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) dönemi, yakın tarihli düşünsel tohumları Francis Bacon ve Rene Descartes tarafından atılan modern düşüncenin doruğudur. Bu dorukta doğa felsefesi, kendi alanında (astronomi ve fizik disiplinleri) parçalı görünen problemleri empirik içerikli, sınanabilir, öngörü gücüne sahip, evrensel bir teori altında birleştirmeyi ve büyük oranda çözmeyi başarmıştı. Newton’un Kütle Çekim Teorisi Aristoteles’in ve Ptolemaios’un ikili evrenini tek bir büyük, bilinebilir, öngörülebilir ve hatta açıklanabilir evrene dönüştürmüştü. Bu kuramsal dönüşümle birlikte, insanlığın önündeki limit artık gökyüzüydü. Bu evrenin bilgisi, “gerçeklik hakkında bir biçimde empirik olarak doğrulanan, sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasına dayanır” (Gulbenkian Komisyonu, 2014: 12) ve bu çaba ideal bir hedef olmaktan ziyade başarıya ulaşmış bir girişimdir. Başarı o denli büyüktür ki, 1800’lü yılların ilk yarısında G.W.F. Hegel şunları yazmaktadır:

Böylece Newton fiziğine Doğa Felsefesi adı verilirken, öte yandan söz gelimi Hugo Grotius ulusların karşılıklı tarihsel eylemlerini bir araya toparlayarak sıradan bir uslamlamanın yardımıyla bir genel ilkeler bütünü, bir kuram oluşturdu ki, buna Devletlerarası Tüze Felsefesi adı verilebiliyordu. -Felsefe adı İngilizler arasında henüz genel olarak bu belirlenimi taşımakta ve Newton en büyük felsefeci ününü sürdürmektedir; ama giderek ad araç yapımcılarının eder listelerine dek indirilerek özel bir manyetik ya da elektrikli araçlar başlığı altına düşmeyen, basınçölçer, ısıölçer gibi aygıtlara felsefi aletler denir. (…) Bir İngiliz gazetesinde yeni yayımlanan kitapların duyuruları arasında kısaca şunları buldum: ‘The Art of Preserving the Hair on Philosophical Principles’ [Saçın korunması için felsefi ilkeler]” (2004: 58).

“Saçın korunması için felsefi ilkeler” gibi bir başlıkla “Newton’un en büyük felsefeci” olarak kabul edilmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Söz konusu olan “felsefe”nin değerinin düşmesi değil, yeni bir bilme biçiminin “felsefe” adını kullanmaya devam ediyor oluşudur. “Saç koruması”nda ya da bilgi temelli olduğunu öne süren tüm girişimlerde öykünülen de bu yeni biçimdir.

Bu yeni biçimin sonucu Aydınlanma’dır. Alexander Pope’un “Doğa ve doğanın yasası karanlıkta saklıydı. Tanrı, ‘Newton olsun!’ dedi ve her şey Aydınlandı” sözü başarıya ulaşmış bir çaba olarak esas aydınlanmayı (ışığı; yani bilimi) işaret eder niteliktedir. Bu aydınlanma, teori ile empirik içeriğin başarılı birlikteliğinden açığa çıkarken, terminoloji halen geriden gelmektedir. Çünkü Newton’un eseri –Philosophiae Naturalis Principia Mathematica– halen doğa felsefesi kategorisi altındadır. Dolayısıyla modern bilimsel devrim, esasında doğa felsefesinde yaşanan bir devrimdir. Devrimin gerçek adı 19. yüzyılda konmuştur. Devrim, 1833’de (Principia’dan 146 yıl sonra) devrimsel bir farklılaşmayla ‘scientist’ teriminin tedavüle çıkmasıyla taçlanmıştır. Böylece epistemenin felsefenin ana dili olan Antik Yunanca’dan Orta Çağ Latincesinin ‘Scientia’sına dek süren serüveni spekülatif bir arayışın tarihi olarak geride bırakılmış ve bilginin standardını Newton fiziği belirlemiştir. Böylelikle de doğa filozofu (ve hatta filozof) bilim insanına (scientist) dönüştürülmüştür.

Bu dönüşümün merkezinde epistemolojik bir yarılma vardır. Doğa filozoflarıyla diğer entelektüeller aynı çatı altında olmadıkları gibi, dönüşümün ardından artık akraba benzerliği de taşımamaktadırlar. Tam da bu nedenden ötürü onlar kendilerine ‘doğa filozofu’ demekten de vazgeçtiler. Artık genel isimleri bilim insanıydı.

Bu süreçte kültürel ayrışma mı kurumsal ayrışmayı getirdi, yoksa tersi mi oldu? ‘Derin konularda’ yanıtlanamaz sorular üzerine düşünmenin ve konuşmanın derin bir entelektüel olmayı gerekli kılması ile bu konularda düşünmenin ve konuşmanın derin entelektüelliğin gereği ve göstergesi olması arasındaki simetri bir süre daha korunsa da, 21. yüzyıla gelindiğinde Wittgenstein’ın çağrısı neredeyse mutlak kültürel kopuşun açık göstergesi oldu: Dünyayı (gerçekliği) doğru görebilmek için “üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” (Wittgenstein, 2006: 173 [7]). Bu kopuş, ilkece cevaplanabilir sorular soran bilim insanları (doğa bilimciler) ile spekülatif filozoflar (metafizikçiler) arasında olsa da, daha sonra ‘sosyal bilim’ adını alacak disiplinlerin mensuplarına da bir çağrıydı. Gerçek ya da metaforik olsun bütün savaşlarda olduğu gibi bir ‘öteki’ gereksinimi ya da bir ‘karşı cephe hattı’ bu çağrıya verilen ya da verilebilecek yanıtlar üzerinden oluştu. Bu oluşumda bilime göreli olarak oluşturulan karşı cephenin (ikinci kültürün) çok parçalı yapısını birleştiremez olması da söz konusudur: Post-yapısalcılar, rölativistler, kültürel inşacılar, postmodernler, köktenci-dogmatikler vb. Bu çoğulluğu bir arada tutan ise, şu düşünceye karşı olmalarıdır: Bilim henüz bir şey bilmiyorsa ya da bir konu hakkında hiçbir zaman hiçbir şey bilemeyecekse, hiç kimse bilmiyor ve bilemeyecek demektir. Bu düşünceye karşı olanların, gerekçeleri farklı olsa da, ortak çağrısı “bilimin haddini (sınırını) bilmesi gerektiği” idi.

Bu çağrıyı dillendirenler arasında dogmatikler ilginç bir tutum sergilemektedir. Bilim kültürü birinci kültür olarak adlandırıldığında, ikinci kültürde bulunan dogmatiklerden gelen epistemolojik dış müdahale, bilimin otoritesini alt edemeyeceği durumlarda kendisini bilim / bilimsel ilan ederken, bunu yapabildiği zamanlarda bilimi ikincil duruma düşürür. Yukarıdaki teze karşı verilen tepki, bu bağlamda turnusol işlevi görmektedir. Çünkü çoğu zaman, bilimi konu alan bir tartışma spesifik bir bilimsel araştırmaya dönük olarak verilere veya teorilere ilişkin olmayıp, genel olarak bilime veya bilimselliğe yönelik vuku bulmaktadır. Amaç ister kendisini bilim ilan etmek, isterse de bilimi ‘sınırına’ çekmek ve o sınırın dışını da epistemolojik olarak meşrulaştırmak olsun, bilim artık bu dünyada vazgeçilebilir değildir. İşte Bilim Savaşları da burada kopmaktadır. Tartışma, ‘doğruluk / hakikat’ ve ‘akılsallık’ üzerine genel kavramsallaştırmalar üzerine yürütülürken, ‘bilim’ ile ‘sağduyu’ arasındaki ilişki ve gerçekliğin doğası sıklıkla taraflar arası ‘sinir uçları’ olarak öne çıkmaktadır. Mademki bir savaş vardır, bu durumda ‘hangi bilim?’ sorusu gündeme gelecektir. Oysa bu soru, büyük oranda yanlış kurgulanmış bir sorudur.

Kaynakça:

Comte, A. (2015). Pozitif Felsefe Dersleri ve Pozitif Anlayış Üzerine Konuşma. Çev. Erkan Ataçay. Ankara: BilgeSu Yayıncılık.
Gulbenkian Komisyonu. (2012). Sosyal bilimleri açın: Sosyal bilimlerin yeniden yapılanması üzerine rapor. (I. Wallerstein, C. Juma, E. Fox Keller vd). Şirin Tekeli (çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
Hegel, G.W.F. (2004). Mantık Bilimi -Felsefi Bilimler Ansiklopedisi I-. Aziz Yardımlı (çev.). 3. Basım. İstanbul: İdea Yayınları.
Narski, I. S. (2013), “Pozitivizmin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi”, Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi 3 : Pozitivizm, Çev. Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.
Wittgenstein, L. (2006). Tractatus Logico-Philosophicus. çev. Oruç Aruoba, İstanbul: Metis Yayınları.

Yazar: Ömer Faik Anlı

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Ömer Faik Anlı

Felsefe alanında lisans ve lisansüstü eğitimlerini Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. Yine aynı üniversitede Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak görev yaptı ve 2017 Kasım ayından itibaren artık Doçent unvanı ile çalışmalarını sürdürüyor. Araştırma ilgileri: epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir. Bu alanda bilimsel makaleleri yayınlanmış ve ayrıca Bilim Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü- başlıklı bir telif kitap kaleme almıştır.