Giriş
İyilik-kötülük ikilemi, binlerce yıldır tartışılagelen en temel ikilemlerden biridir. Dinî metinlerden, günümüz romanlarına değin insansoyunun çelişkisi uzun uzadıya işlenmiş, aralarındaki ilişki irdelenmiştir. Bu metinlerde genellikle iyilik kutsanmış, ödüllendirilmiş; kötülük ise lânetlenmiştir. Bu yazıda İyilik-kötülük ikilemini ve bunların insan hayatındaki yerlerini incelemeye çalışacağım.
i. Toplum terbiyecisi ahlakın ortaya çıkışı
İyilik ve kötülük üzerinden anlatılan hikâyelere rastlanılan en eski kaynaklar yaradılış metinleridir. Semavî dinleri ele aldığımızda, ilk insanları yaratan Tanrı’ya karşı çıkan Şeytan’ın onları kandırıp, cennetten kovulmalarına sebep oluşu mitine dayanmaktadır. Bu anlatılarda iki irade vardır ve insan birini seçmelidir. Yapılan seçim ise günah-sevap diye ikiye ayrılır. Tanrı’nın buyruğuna sorgusuz sualsiz biat eden kişi ışıkla bağdaştırılmış ve sonsuz merhametle muştalanmıştır; isyankâr olan ve sorgulayan ise karanlığa gömülmüş ve kendisine sonsuz acılar sunulmuştur. Yani alegorik anlatım ile ahlakî programlama yapılmış, toplumsal yaşam ve insanın sosyal kişiliği çevresine duvarlar örülmüştür.
Nitekim ilk yazılı yasa olarak kabul edilen Hammurabi Yasaları da, Tanrı buyruğu olarak görülmüş: bu yolla asayiş, adalet tahkim edilmek istenmiştir. Sümer ve Akad medeniyetlerinin topraklarını ele geçirerek Babil medeniyetini kuran Hammurabi, reformlar hâlinde ilan ettiği yasaları Tanrı Marduk’a atfederek otoritesini pekiştirmiştir (1). Benzeri durumu Hz. Musa’nın İsrailoğullarına tebliğ ettiği On Emir’de de görürüz. İki tablet şeklinde sunulan bu kuralların amacı da yine Tanrı sözü vaadi ile toplumsal programlamaya güvence sağlamaktır (2). Birçok medeniyette de görüldüğü üzere, Kral’ın Tanrı’nın gölgesi olduğu vurgulanarak otoritesi mutlaklaştırılmıştır. Tanrı sözü olan Kral’ın yasaları da yine mutlak güçten kaynak aldığından, itiraz etmek dinî-ahlakî inanışlarla çelişmiştir.
Hümanizm fikri ışığında gelişen Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikteyse seküler bir ahlak tanımı ortaya çıkmıştır. Kilisenin otoritesinin sarsılması ve toplum üzerindeki vesayetinin kalkması, birey odaklı bu fikrin yayılması imkânını ortaya çıkarmıştır. Gelişen eleştirel düşünüş, ilk önemli ürünlerini ise 17. yüzyılda vermeye başlamıştır. Ağırlıklı Alman ekolü etkisine bağlı ortaya çıkan bu düşünce hareketinin kaynaklarından belki de önemlisi Antik Yunan filozoflarının eserleri olmuştur. Orta Çağ’da kilisenin erişimi engellediği Antik Yunan yazmalarına, hem de kendi ana diliyle ulaşabilen insanların bu düşünceleri özümsediği açıkça görülmektedir.
ii. İyilik-kötülük ikilemi bir kılıf mıdır?
“İyi biri olmak iyi şeyler hissetmeyi alışkanlık haline getirmektir,” (3) der İngiliz filozof David Hume. Eğer kişiye iyiliği öğretmek istiyorsak, iyiliğin içselleştirilmesine katkı sağlayarak şekillendirmemiz gerekir yaşamını. Küçük yaşlardan itibaren okumaya, sorgulamaya, dinlemeye teşvik etmeli ve bunlara teşvik ederken de, farklı düşüncelere sahip kişilere saygı duymanın erdemini öğretmeliyiz.
Immanuel Kant’a göre işte bu bireyin iyilik tanımı yani ahlakî normları doğru olarak tanımlanabilir ancak. Kant, modern felsefenin temelini atmasının yanı sıra, sosyal konulara da Avrupa’nın diğer ülkelerinde yetişen düşünürlerine nazaran daha ilgili olmuştur. Kant’a göre iyilik, sonucunda bir beklenti olduğu için yapılırsa iyilik değildir. Burada bahsedilen gündelik ilişkilerdeki iyilikten ziyade, genelgeçer ahlakı kapsayan iyilik mefhumudur elbette; bilhassa bu sebepten dolayı da, iyiliğin kişinin doğal ediminin bir parçası olması, iyiliği yalnızca doğru olduğunu düşündüğü için yapması gerektiğini söyler. Sabahattin Ali’nin tarifine uygun bir düşüncedir bahsi geçen; “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir” (4).
Bireyin eğitimi bu hususta yine önemli bir nokta olarak karşımıza çıkar. Hume, bireyin iyi olabilmesi için iyiye maruz kalması gerektiğini söyler, çünkü hissediyorsa, bu şekilde yaşıyor demektir. Kant’ın ideal ahlakına uygun olan da budur. “Elalem ne der?” düşüncesiyle yapılan iyilik de iyilik değildir yani; iyiliğin içselleştirilmesini başaramayan toplumların temel sorunu da böyle doğmaktadır. Samimiyetsiz iyilik, samimiyetsiz kötülüğü doğurur. Oysa gölgelere de, ışığa da yer vardır; karanlık, içinde ışığı da barındırır. İşte kötülüğün gereği de burada ortaya çıkar.
“Çocukluğumda gördüğüm din dersleri bana kolaylık olsun diye iyilik yapmayı, sonuçlarından korktuğum için, kötülük yapmaktan da kaçınmayı öğretti. Tanrı karşıma cezalar ve ödüllerle çıkıyordu: Beni Cehennem’le tehdit ediyor, bana Cennet’i vaat ediyordu. Ben de korkuyor ve inanıyordum. Aradan zaman geçti. Artık ne korkuyor ne de inanıyorum. Zaten bana öyle geliyor ki şişe geçirilip ateş üstünde sonsuza dek çevrile çevrile kebap olmayı hak ediyorsam, öyle olsun. Böylelikle, sanırım iğrenç, orta tabaka turistlerle dolup taşan arafa gitmekten kurtulmuş olurum ve sonunda hak yerini bulur” (5).
Kötülüğün özgürlükle bağdaştığı, özgürlüğü arayanın ise kötü olarak addedildiği durumda: iyilik teşvik mi edilmiş olur; yoksa yalnızca küçük bir kesimin kontrolünün selameti güvence altına mı alınır? İyilik nasıl ki insanın hayatıyla birlikte şekillendirdiği karakterine bağlıysa, kötülük de öyledir. Bu minvalde incelendiğinde kötülüğün iki adet kaynağını görürüz: Bir yanda özgürlükler vardır; diğer yanda çıkarlar vardır.
Yapısı gereği her canlı kendi başına hayatta kalmak için, bedenini ve aklını bu yolda özelleştirir. Olayların yorumunu, vermesi gereken tepkiyi ve alması gereken kararları bu yolla keşfeder; lâkin kişinin güvenliği, toplumun mahalle baskısı gibi birçok kontrol mekanizması özgürlüğünü budar. Özgürlüğünden mahrum kalan birey ise kendini gerçekleştirebilmek için, kendi yolunu çizmek yolunda kararlar alır. Kötülüğün yasaklara göre şekillendireceği bir bilincin, haz aldığı şeyi yapmasına kötücül demek çarpıtılmış ahlak anlayışının durumunu gözler önüne sermektedir; bir de üstüne üstlük iyilik havarileriyle yapmacık telkinlerde bulunmak, yalnızca öfkeyi doğurur.
Çıkarlar ise iktisat öğrencilerine verilen ilk önemli dersin şu cümlesiyle açıklanabilir: “Sınırlı imkanlarla, sınırsız ihtiyacı karşılamak.” Bu önermenin tutarlılığı ya da gerçekliği ayrı bir konu fakat benzeri önermelerin ahlakî olarak irdelenmesi için, kaynağı doğru eğitim ve özgür yorumlardan almak gerekir. Rekabetin ve mücadelenin psikolojik olarak derinlerimize işlediği bir gerçektir: Avcı-toplayıcı yaşamdan bugüne değin; yiyecek-su kaynaklarına erişim, güvenli barınak edinimi ve cinsel edim için her canlı ölümüne savaşmak zorunda kalmıştır. Dışarıda vahşî hayvanlar, diğer yanda hava şartları ve elbette hemcinsleriyle rekabet.
Bugün de rekabet kişinin ahlakî değerlerini şekillendirmektedir. Gündelik hayatta yaşanan en önemsiz detaylara değin alınan kararlarda bile fayda güderek, kendine yontmaktadır. Fakat bu kötü müdür? Günah ile kötünün karıştığı, bireyin varoluşunun temelini oluşturan hazlarının bile kontrol altına alınmaya çalışılması, nasıl iyilik olarak kabul edilebilir? İyilik yardımsever olmaksa, kendi çıkarı için başkasının hayatına gasp eden nasıl iyi olabilir? Bencillik kötülük ise, en basit rekabet kuralları dahi, kötülük sayılmaz mı? Böylece kötülüğün de, yanlış konumlandığını görürüz. Kötülüğün de, iyiliğin de kişinin kararı olması gerektiği ve ikisinin de sorumlusu olarak kendini görmesi gerektiği öğretilirse, ancak o zaman kişinin iyi ya da kötü olduğu söylenebilir.
İçinde bulunduğumuz toplum düzeni içinde kötülüğü ve iyiliği seçmeyiz ya da bize öğretilmez; onlara maruz kalırız. Kaybetmemek için içi boşaltılmış kalıpları kullanır, kendimizi yaftalarız. Bu illüzyon iyilik ya da kötülük kavramlarına anlam yüklemez, kavramların içini boşalttığı için kılıf olarak kullanır edimine. Ne demiş Nietzsche; “Ahlaksal olay yoktur, yalnızca olayların ahlaksal yorumu vardır” (6). Binaenaleyh, bireye yorum yapma yetisi kazandırmadan, ahlakî dogmalar dayatma: hem olaylara karşı takınacağı tutumu belirlemekte zorluk yaşamasına, hem de özgürlüğün sorumluluğunu almaya muktedir olamayıp, riyakar kaçışlar aramasına sebep olur. Günümüzün sorunu da: hepimizin farklı düzeylerde olsa da bunları yaşamamızdan kaynaklıdır.
Dipnotlar:
(1) Aydın, Nafiz, Hammurabi Yasaları, Alfa Yayınları, Şubat 2017.
(2) Tevrat Çıkış / Bap 20
(3) Hume, David, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Çev. Oruç Aruoba, Say Yayınları, Eylül 2017.
(4) Ali, Sabahattin, İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2013.
(5) Galeano, Eduardo, Kucaklaşmanın Kitabı, Çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, Mart 2017, Sayfa 94.
(6) Nietzsche, Friedrich W., İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2018, Madde 108.
Kaynaklar:
AYDIN, Nafiz, Hammurabi Yasaları, Alfa Yayınları, Şubat 2017. (Ek kaynak için: Hammurabi, Marc Van de Mieroop, Çev. Bülent O. Doğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Aralık 2017.
KANT, Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. Ioanna Kuçuradi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ağustos 2002.
HUME, David, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Çev. Oruç Aruoba, Say Yayınları, Eylül 2017.
ALİ, Sabahattin, İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2013.
GALEANO, Eduardo, Kucaklaşmanın Kitabı, Çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, Mart 2017.
NIETZSCHE, Friedrich W., İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2018.
Yazar: Emre Bozkuş
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.