Jürgen Habermas’ın hayatına dair bu biyografi (Habermas: A Biography) ) bir dizi yazılı ve sözlü anlatıdan derlenmiştir. 20. yüzyılın sonlarında “mektuplar”dan müteşekkil bir hayatın olabilmesi ise durumun en ilginç yanıdır. Habermas kozmopolit bir filozof, sosyolog, siyaset teorisyeni, “hukukçu olmayan hukuk insanı” ve halk düşünürüdür. Kendisi II. Dünya Savaşından sonra örnek olarak gösterilen Alman bir aydındır ve dünyanın en tesirli filozofları arasında yer alır.
Habermas 1929 yılında Düsseldorf’ta burjuva bir ailede dünyaya geldi. Sadık bir Protestan olarak yetiştirilmesi ve ufak düzeyli bedensel engeli onu Volksgemeinschaft’tan belli bir ölçüde uzak tuttu ve hala genç iken onu Nazi rejiminin suçluluğunu idrak etmeye meyyal kıldı. Doktora tezini Schelling’de, felsefi antropolojiyi savunan öncülerden biri olan Erich Rothacker’ın danışmanlığında tamamladı. Sırf post-doktora yıllarındaki fikir dünyası dahi geniş kapsamlıydı. Düşünce dünyasıyla etkileşime giren düşünürlerin en seçkinleri eleştirel kuramcı ve düşünür Theodor Adorno, Marksist siyaset kuramcısı ve hukukçu Wolfgang Abendroth, filozof ve yorumsamacı Hans-Georg Gadamer oldu. Kendi çalışmaları ekseriyetle dilbilimsel felsefe ve sözedimi kuramını, gelişimsel psikolojiyi ve Amerikan pragmatist geleneğini içeriyordu. Fakat çalışmalarının merkezini oluşturan şey başka bir şeydi; Immanuel Kant ile süregelen bir diyalog içindeydi ve “bitmemiş bir proje” olan Aydınlanma’yı ilerletmek gayesi doğrultusunda Kant ile ve nihayetinde Kant’ı aşacak bir çaba ile şekillendirilmişti çalışmaları.
Habermas hem akademik anlamda hem siyasal kültür bağlamında Almanya’da ciddi bir etkiye sahipti. Akademik yayınlar ve gazete neşriyatları kadar düşünürleri de kendi fikirlerinin akımına çekmek konusunda inanılmaz bir kapasitesi vardı, hala da vardır. Fakat bununla beraber, kasıtlı veya kasıtsız, özellikle de düşünmeden hareket ettiği anlarda, düşman edinme kapasitesi de vardı. Aynı zamanda Habermas çeşitli disiplinlerden, alanında bir numara olan doktora öğrencileri yetiştirdi. Bu bağlamlarda adanmış bir eğitimci ve mücadeleci fakat aynı zamanda misafirperver bir iletişimci olarak karşımızda durur.
Jürgen Habermas’a dair Stefan Müller tarafından sunulan bu tablo bir miktar dramatik fırça darbeleri de barındırır. Aynı zamanda da Habermas’a ilişkin dolaylı bir tartışmaya yol açar, çünkü sonraki biyografiler profesörün akademik (ve özellikle de felsefi) işleriyle entelektüelin kamusal-siyasal “müdahalelerini” ayırma konusunda ısrarcılardır. Fakat Habermas’ın biyografisinin yazarı bu noktada onu göz ardı etme konusunda haklıdır zira türleri ayırmak, daha önemsiz bir Habermas’ın üretilmesine neden olurdu. Kendi külliyatı tamamıyla, bu modern filozofların hayatının farklı katmanlarını bir arada görmesiyle oluşmuştur.
Akademik duruşu nedeniyle ortaya çıkabilecek beklentilerin aksine Habermas’ın yaşamı ciddi heyecan ve gerilim içindeydi, bitmek bilmeyen amansız tartışmalarla bezeliydi. Ana teması uzlaşma odaklı rasyonel söylem olan bir filozoftan bekleneni düşünürsek bu bir şey değildir. İlk yayımı Martin Heidegger’ın savaş sonrası hırçınlığına ilişkin çileden çıkmış bir eleştiri idi. Bugün bile demokratik bir Avrupa hakkında tartışmaya girmektedir, hatta bir örneği yakın zamanlarda sosyolog Wolfgang Streeck ile gerçekleştirdiği diyaloğudur. Aşağılama ve tahkir boyutlarındaki sert diyaloglar 1970’lerde ve 80’lerde zirveye ulaştı, bu dönemde Almanya’daki demokrasinin geleceği, kesişen pek çok kamu tartışmalarının neticesine bağlıydı: Üniversitelerin geleceği, Sol ve terörizm, teknokrasi ve idari durumlar, Almanya’nın Batı yönelimi ile ikinci Soğuk Savaş ve hepsinden öte, Nazi geçmişinin yadsınamaz mevcudiyeti. Ve Habermas tüm bunların tam ortasındaydı.
Berlin Cumhuriyeti zamanında ve post-Maastricht Avrupa döneminde ihtilafın sonu gelmezken, Habermas’a yöneltilen olumsuz tepkiler yakın zamanda yerini övgü dolu sözlere bıraktı. Eğer Müller-Doohm’un madalyalar, ödüller, dersler ve onursal dereceler anlatısına kulak verecek olursak, Habermas İngiltere hariç güneşin doğup battığı hemen her yerden onursal ödüller almıştır. Fakat bu kadar muhteşem bir rasyonelliğe sahip olan ve böylesine akademik düşünceyi benimseyen bir filozofun yaşamı nefes nefese koşturmacayla geçmiştir. Bu yüzden, Almanya savaş sonrası tarihini biraz fazla iyi ve fazla mükemmel bulan kimseler bu biyografiyi okuduktan sonra eminim ki fikirlerini değiştireceklerdir.
Bir biyografi yazarının niyeti kesinlikle kargaşa değildir. Müller-Doohm Habermas’ın yaşam hikâyesini yer yer didaktik yorumlarla yavaşlatmıştır. Ele aldığı konuya hayranlık ve saygı duyar. Heyecanı onu kuşatmışken, Martin Heidegger’ı tahtından etmeye yardım etmiş ve böylelikle “Heidegger ile ve ona karşı” post-metafizik düşünce için yeniden potansiyel imkânı oluşturmuş olan bir Alman düşünür hakkında yazdığının farkına şevkle varmıştır. Theodor Adorno, Herbert Marcuse ve diğerlerinin orijinal Frankfurt Okulu’nun kötümserliğinin üstesinden gelerek Habermas, “eleştirel kuramın” Marksist mirasını ve onun modernite anlayışını yeniden uyarladı. Max Weber’in otoriteryen devletçiliği ile yüzleşti ve Alman felsefî, sosyoloji ve hukuk geleneklerini daha da karmaşık bir hukuk ve demokrasi teorisine itti.
Habermas’ın anlayışının merkezinde, savaş sonrasında Batı Almanya’yı endişelendiren sonu gelmeyen tartışmalar silsilesi vardı. Habermas anlaşılmaz bir şekilde Nazizm hakkında herhangi bir kimseyi kötü yola sapmaya terk eder ya da (Jacques Derrida gibi) kötü yola sapmış addederdi. Nazi Almanyası uyanışında Alman geleneği düşüncesini test etmek ve yeniden yapılandırmak için kolları sıvadı; bu girişimin başarı ya da başarısızlığı itibarının hakiki ölçüsüdür.
1962 yılında basılan Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü, Habermas’ın ilk şaheseriydi ve muazzam bir yapıttı. Fakat bu biyografi, onun bu çalışmasını, 20 yıllık entelektüel dönüşümü dâhilinde nasıl da etkili bir şekilde reddettiğini gösteriyor. Habermas yanlış bir epistemolojik yaklaşım benimsemiş olduğu, sahte tarihsel yargıların kendisini yanılttığı ve bir kamusal alan mefhumunun altını çizen felsefi sorunun derinliğini küçümsemiş olduğu sonucuna vardı. İşin garip yanı, Habermas, dünyayı ıskaladığı için kamusal alan fikrinden kuşku duydu; müttefiki ve arkadaşı olan Oskar Negt ve Alexander Kluge ile birlikte bu fikirden vazgeçtiler.
Daha da şaşırtıcı olan şey, Habermas bu fikre karşı şüphe içindeyken bile, Batı Almanya’da halk düşünürü olarak filozoflara platform oluşturan, entelektüel-siyasal-kültürel ihtilafın olduğu somut bir kamusal alan ortaya çıktı. Bu pek de mümkün görünmeyen bir olaydı (hala da öyledir). 1960’larda aşırı coşkulu üniversite ortamında başlayan ve Nazi geçmişinin varlığı, bir demokraside protestonun ve sivil itaatsizliğin yeri, post-ulusal kimliğe karşı ulusal kimlik ve son olarak da Avrupa’da demokrasi hakkında 10 yıllık ulusal bir tartışma içinde billurlaşan, üstün Alman değerleri ve kimlikleri hakkında bir dizi, uzunca yazılı meydan muharebesiydi. Edebi dergilerde, üniversite amfilerinde, liselerde, barlarda, kafelerde ve hatta televizyonlarda yürütülen bir muharebeydi. Jürgen Habermas’ın katılımı halk tartışmalarının gücüne dair canlı bir kanıttı, kaldı ki Aydınlanma’nın sosyo-kültürel çerçevesi çöktükten uzun süre sonraydı.
Kamu hayatı bir yana, bir insan olarak Habermas, saygı uyandıran, yoğun bir şekilde öz-eleştiri yapan ama aynı zamanda öz güvenli de olan eleştirel bir düşünür olarak resmedilir. Entelektüel yaşamında aldığı risklerin ve verdiği kararların bedelinin farkındadır, feda ettiği dostluklar da buna örnek teşkil eder. Her akademik ve halka açık tartışmada, sahnede olan kişiler değişir; Frankfurt Okulu’ndan Max Horkheimer’ın nefretinden ve Habermas’ın bunu takip eden kucaklamasından, yazar Martin Walser ile münakaşasına kadar. Habermas, kimi zaman kendisi ile hem fikir olan kimi zaman ise ona karşı çıkan, onunla çarpışan bir grup akademisyen, gazeteci, yazar ve şairlerden müteşekkil çeşitli grupları cezbeder. Savaş sonrası Alman düşüncesi ve kültürü son derece hassas, duygu yüklü olan konulardan biridir.
Onun ilerlemesini sağlayan motivasyon kaynaklarının çoğu bizler için gizemini koruyor. Sürekli hareket halinde fakat gergin tondaki bir yaşam ya entelektüel merakın ya da bilge bir zihnin huzursuzluğunun ürünü olabilir. Fakat elbette, 1945’ten sonraki yeniden şekillendirme ve yeniden inşa etme tüm neslin mührüdür (deri değiştirme, soğanı soyma, yeni bir bilincin ve hatta yeni bir kimliğin en berbat şekilde üretilmesi). Habermas için, bu geçiş süreci örneğin Günter Grass’ınkine kıyasla daha az dramatikti ve öfke duymaksızın olgunlaşmaya devam etti. Değişmekten keyif alıyordu ya da bu değişimi bir filozofun yolculuğu olarak düşünüyordu.
Habermas’ın akademik kökenindeki muhafazakârlık, sonradan geldiği konuma bakınca oldukça şaşırtıcıdır. Almanya’da savaş sonrası dönemde yaşanan akademik ve entelektüel yoksulluk öyleydi ki daha açık görüşlü düşünürler bile çalışmalarını ve disiplinlerini, Nazi geçmişindeki birikimleri ışığında geleceğe yansıtamadılar. Habermas muhafazakâr bir felsefi eğitimle yola çıkmış olabilir, fakat çoğu 1930’larda doğmuş olan ve bu el altından yapılan muhafazakâr yaklaşımı devirmek isteyen oldukça kızgın insanlar güruhuna mensuptu.
Eleştirel kuramcı Adorno’nun bu bağlamda uzun süre tesirini koruyan bir etkisi oldu. Habermas kafası karışık bir eleştirel kuramcı olsa da, Adorno Habermas’ı öz-eleştirel düşünmesi ve kamusal ve siyasal yaşamın temel sorunlarına bir filozof olarak yaklaşması konusunda etkiledi. Habermas ilk çalışmalarının “iyileştirici” yönünü mükerreren dile getirdi. Marksist düşüncenin daha ince noktaları ve siyasal ve yasal Alman teorisi (Staatsrechtslehre) üzerindeki tartışmaların yoğunluğu ya da pozitivizm üzerindeki iğneleyici tartışmaların zoraki tekrarı bu biyografide eski formunu muhafaza eder. İyileştirici öğrenmenin bu süreci, Nazi Almanyası’nın yakıp yıkan etkisinden sonra ortaya çıkan Almanya ve onun Soğuk Savaş’ın ilk 20 yılındaki geçmek bilmeyen artçıları, hakiki “arayı kapatan devrim”dir. Benzer iyileştirici hareketlilikler tüm entelektüel düşünce yelpazesinde kendisini gösterdi. Bu da akademik, entelektüel ve ahlaki otoritelerdeki yoğun çekişmeyi ve Almanya’daki toplumsal algıyı açıklıyor.
Bu iyileşmenin tam ortasında bilginin çok daha yavaş bir şekilde yeniden düzenlenmesini görmek epey zordur. Biyografinin öne sürdüğü fikre göre, yeni bilgi için itici güç genellikle iletişimsel etkileşim sonucu açığa çıkar, fakat bilimsel konuşmalar, konferanslar, akademik ve halka açık dersler, kitap eleştirileri, düşünsel yapıtlar ve editöre mektuplar bile bu iletişimsel etkileşime dâhildir. Bunun en bilinen örneğini verecek olursak, 1971’de Christian Gauss’un Princeton’da verdiği dersler Habermas’ın iletişimsel yeterlik teorisini aydınlığa kavuşturdu. 1974 yılında San Diego’da Heidegger’e ilişkin düzenlenmesi imkansız görünen kolokyum sadece öfkeli bir taşkınlığa neden olmakla kalmadı, aynı zamanda Richard Rorty ile “eğitici” bir dostluğa yol açtı. İşte bu yeni bilgiyi meydana getiren -dostane, hasım ve salt akademik olan- iletişimsel bir durumdur.
Daha eski Alman kanonunu (felsefe, devlet teorisi ve Marksist sosyal teori) yeniden çalışmaktan, “Batılı” düşünce olarak tanımladığı açıkça yeni bir düşüncenin yaratıcı biçimlendirmesine geçen Habermas’ın net sürecine ilişkin, akademisyenler arasında hatırı sayılır bir tartışma vardır. Müller-Doohm bunun 1960’ların sonlarındaki Frankfrut’a dek götürülebileceğini söyledi. Dediğine göre, Bilimsel ve Teknik Dünyadaki Güncel Durumlar Çalışması için Max Planck Institute’un Carl Friedrich von Weizsäcker’ın yardımcı yöneticisi olarak Habermas’ı pek de mutlu olmayan bir görevli kıldı. Bunun neticesinde bir felsefeci ve siyaset teorisyeni olarak Habermas’ın temel eseri ortaya çıktı; İletişimsel Eylem Kuramı (1981), bunu da Between Facts and Norms: Contributions to a Discourse Theory of Law (1992) takip etti.
İletişimsel Eylem’deki temel soru, tüm insanların sahip olduğu bir hassa olan kendi çıkarlarının peşinde olmak doğrultusundaki “araçsal” ya da “stratejik” akla muhalif olarak, karşılıklı anlayışı amaçlayan “iletişimsel” aklı kurma doğrultusundaki akılsallık hakkındaki mevcut iddiaları yeniden nasıl düşüneceğimizdir. Bu çabasında amaçlanan evrensellik, iletişimsel eylemindeki pragmatikler kadar çarpıcıdır. Bu da akılsallığı, iletişimin kaçınılmaz olduğu insanlığa yerleştirmeyi, en nihayetinde de gündelik yaşamın oldukça derin üslup kazandığı durumlardaki eylem için ortak zemin oluşturma yönündeki oldukça mümkün bir menfaate oturtmayı amaçlar. Between Facts and Norms ise rasyonelite için insanın doğuştan sahip olduğu potansiyelin nasıl siyasal ve yasal bir proje olarak kurumsallaştırıldığını keşfeder. İkisini beraber ele alırsak, temel soru, anlayışa nasıl ulaşılabileceği ve “geçerlilik iddialarının” nasıl doğrulanabileceğidir. Basitçe söylemek gerekirse; olgular, olgular olarak nasıl geçerli kılınır ve toplumlar onları bir arada tutan bir geçerliliği nasıl geliştirir – ve bunu neden isterler?
Müller-Doohm bu muazzam çabaların muhtasarlarını sunar. Gelen tepkiler üzerine yazsa da, yargılamamaya veya herhangi bir değer ölçüsü belirtmemeye dikkat eder. İletişimsel Eylem Kuramı “bir bilinçlilik felsefesinden bir dil pragmatiğine” doğru bir kaymanın ürünüydü, ustalıkla tasvir edildiğinde her şey ve hiçbir şey eşittir derdi. Ayrıca bu çalışmasına halktan gelen tepkilerin iyi olmadığını da biliyoruz. İki cildi de belli başlı ve oldukça küçük azınlıktaki Almanca dili ile yazan tüm gazetelerce ve dergilerce ele alındı (örneğin; Der Spiegel). Fakat Müller-Doohm’un belirttiği üzere, Habermas bu büyük çalışmasına dair ciddi tartışmaların eksikliğinden dolayı hayal kırıklığına uğradı ve eleştirilere karşı kendisini şiddetle savunarak konuşurken insanlara öğütler veren, patronluk taslayan can sıkıcı birine dönüştü. Dilin pragmatik unsuru hakkındaki ilk çıkarımlarının açık bir ikrarı olarak nasıl da geniş çaplı incelendiği gerçeğini anlamadı. Ekonomik ve yönetimsel akılsallığa karşı direnebilecek ve üstün gelebilecek ve gündelik iletişimden anlaşılabilir bir dünya oluşturacak sosyal bir güç kaynağı olarak düşünme (ve yazma) fikrini göz ardı eden gazetecilerdi esasında bu incelemeyi yapanlar. Bu iletişimlerinin çoğunun bir arada düşünüldüğünde mantıklı bireysel ve kolektif eylemler üretebileceği, normları onaylayabileceği ve tüm ulusu bir araya getirebileceği fikrini göz ardı etmişlerdi. Ayrıca, sadece Alman gazetecilerinin yapacağı şekilde, ölüm hakkında düşünmenin zıddı olarak, iletişimsel eylem hakkında düşünmenin yeteri kadar felsefi olmadığı konusunda itirazlarda bulundular.
Öneminin tedricen geç de olsa anlaşılması, Habermas’ın vizyonunun ehemmiyetini gözler önüne serdi. Habermas Austin ve Searle’ın sözedim kuramını hatırlatarak yeniden ele aldı; Kantçı öznelliği etkileşimsel ve özneler arası bir çerçevede yeniden konumlandırdı; iletişimsel eylemin iyi düşünülmüş iletişimsel uzlaşmaya neden ve nasıl kaynak oluşturduğunu ve böylelikle sadece norm ve değerlerin değil aynı zamanda dünyanın uyumuna da neden ve nasıl kaynak oluşturduğunu da açıkladı; sözün yenilenebilir bir kaynak olduğu konusunda ısrar etti ve yeni bir başlangıcın potansiyelini açığa çıkardı. Fakat en zor kısım, bu özneler-arasılığın, “akıl” adlı itibarlı bir başlığa ihtiyaç duyduğunu fark etmesiydi. Bu sadece haşmetli bir ad değildi, ayrıca sosyal bir fiildi; “akıl etmek”.
Felsefi tartışmaların detaylandırılması ve gerçek yaşama uygulanması arasındaki eklemleme işi Habermas’a kalmıştı. İkinci proje şimdiye dek ilkini sollamış görünüyor, en azından kamusal algıda öyle. Bu biyografide sonuç biraz şaşırtıcıdır, zira Bonn’dan Berlin Cumhuriyeti’ne geçişte irili ufaklı ihtilaf nişanelerini bir ölçüde yineleyip duruyor. Bir bakıma, Habermas’ı itfaiye şefi olarak görmek güzel, çünkü burada bile kimileri, onun ilerleme kaydettiğine ikna olmayabilir. Bu adanmış, sık sık ön yargıyla karşılansa bile yanılma payı olmayan ve Almanya’dan gelmekte olan demokrasi için asla kolayca susturulamayan sese sahip olmak yeniden güven veren en büyük unsurdur. Fakat bu tablo, açıklanmaya ihtiyaç duyan bu müdahaleleri destekleyen karmaşık felsefi ve siyasal teoriyi terk eder.
Habermas’ın demokrasi teorisinin yer aldığı, yasanın söylem teorisini incelediği en ilgi çekici eseri olan detaylı çalışması Between Facts and Norms’dur. Modern demokrasi durumlarına ilişkin bu araştırmasının mihenk taşı ayrıntılı bir şekilde yaptığı Max Weber eleştirisidir ve asıl ilgisini yönelttiği nokta karmaşık toplumların bütünleşmesi için bir mekanizma olarak yasanın yeri ve konumudur. Kritik muamma, yasa ve meşruluğun nasıl uzlaştırılacağıdır ve buna ilişkin en bilindik iddia bitmemiş ve değiştirilebilir projeler olarak anayasaları desteklemektedir. Birbirinden ayrı fakat birbirine bağımlı olan yasa ve ahlak sahalarını hem uluslar içinde hem de uluslar üzerinde konumlandırması en ılımlı noktasıdır. Ulusların içinde, egemenliğin doğasına dair sonuçları çok olan bir revizyon sağlar; ulusların üzerinde ise insan haklarına dair çekişmeli bir tartışma sunar. İnsan hakları mefhumuna her mümkün ve imkân dışı durumda başvurulan bir dönemde, insan hakları konuşmalarının olaylara ışık tutan ahlaki gücünü, adaletsizliği teşhis etmeye dair insanların kapasitesini vurgulamış hatta takdir etmiştir. Anayasaya bağlı insan hakları hukukunu görmüştür ve anayasanın çökmesine engel olacak durumları (örneğin; iletişimsel eylemin özgürlüğünü) güvence altına almak üzere insan hakları hukukunun sınırlarını genişletmiştir.
Ne Habermas ne de onun biyografisini yazan kişi, Habermas’ın Alman Staatsrechtslehre’ye dair sert eleştirisinin ve sonradan ortaya çıkan yönetimsel-teknokratik devlet değerlendirmelerinin günümüzle böylesine ilişkili hale gelebileceğini öngörebilirdi. Between Facts and Norms zor ve zaman zaman pekâlâ Alman esintisi veren bir metindir, fakat Almanya’daki en lafını esirgemeyen, demokratik sesten şu soruya makul bir cevap verir: 20. yüzyıl yönetimsel devletinin akabinde ne gelir?
Yazar: Michael Geyer
Çeviren: Müleyke Barutçu
Kaynak: TLS
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.