• 8 Kasım 2017
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Filozoflara -en azından İngilizce konuşulan analitik gelenekten gelenlere- yirminci yüzyılın en önemli filozofunun kim olduğunu sorduğunuzda büyük olasılıkla Ludwig Wittgenstein yanıtını alırsınız. Wittgenstein’ın neden bu kadar önemli olduğu sorusuna ise muhtemelen yanıt veremeyeceklerdir. Ayrıca kendi felsefe çalışmalarında, Wittgenstein’dan ya da onun çalışmalarından nadiren söz ederler. Hatta kıvrak bir şekilde Wittgenstein’ın güçlü savlarla karşı çıktığı görüşleri açıklarlar ki o savlar, genel kabule göre, Wittgenstein’ın o kadar önemli bir filozof olmasını sağlayan savlardır. Modern filozoflar, Wittgenstein ile birlikte tartışmazlar. Onu boş verirler. Wittgenstein kökten çelişkili bir durumdadır: Otoritedir ama etkisi yoktur.

Daha genel okur kitlesi içinse Wittgenstein’ın modern felsefe içindeki durumu kafa karıştırıcıdır. Genel görüşe göre Wittgenstein, şüphesiz büyük filozof örneğinin ta kendisidir. Genel algıya göre zor, anlaşılmaz ve çarpıcı, sert ve gizemli, karizmatik ve tuhaf, azimli ve trajiktir; karizması ve zor olması kişiliği ve hayatıyla ilgilidir. Wittgenstein, felsefeyi sırf bir meslek olarak düşünmemiş, sürdürmesi gereken bir yaşama biçimi olarak görmüştür. Belki de bu yüzden, yazarlar ve sanatçılar onu bir hayranlık ve esin kaynağı olarak görmüşlerdir. Roman, şiir, oyun, resim, müzik, heykel ve filmlere konu olmuştur. Wittgenstein, genel olarak sanat ve kültürde “Bir filozof nasıl olmalı?” sorusunun cevabıdır.

1889 yılında doğan Wittgenstein, oldukça varlıklı ama trajik derecede işlevsiz, Viyanalı bir ailenin üyesiydi. Arkadaşlarını da düşmanlarını da aynı şevkle edindi. Çok gezdi. İngiltere ile Viyana arasındaki düzenli yolculuklarının yanı sıra, İrlanda, Norveç, Rusya ve ABD’ye, İngiltere’de de Cambridge, Manchester, Swansea ve Newcastle’a ziyaretlerde bulunarak dönem dönem buralarda yaşadı. Çeşitli dönemlerde mühendislik, heykeltıraşlık, fotoğrafçılık, okullarda öğretmenlik, hastanelerde teknisyenlik yaptı ve elbette Cambridge’de felsefe bölümünde öğretim üyesi oldu. Yirminci yüzyılın ilk yarısının entelektüel kültürü içindeki büyük isimlerin hemen hemen hepsini tanıyordu. Servetini dağıttı ve birkaç kez de felsefeyi bıraktı. Yaşarken yalnızca Tractatus-Logico-Philosophicus (1921) adlı kitabını yayımladı ve çalışmalarının felsefenin tüm (temel) sorunlarının çözümü olduğunu iddia etti. Ancak sonraki çalışmalarıyla, bu kitabın büyük bölümünü reddetti. Nachlass olarak bilinen muazzam el yazması ve not koleksiyonunun yanında, verdiği derslere değer veren insanlar sayesinde ünlenmiştir. Ölümünden sonra çeşitli biçimlerde yayımlanan Felsefi Soruşturmalar, önde gelen eseridir. Sonradan düzenlenen Zettel, Kesinlik Üstüne ve Remarks on the Foundation of Mathematics (Matematiğin Temeli Üzerine Notlar) ve diğerleri gibi notlar koleksiyonu da çok önemlidir.

Sonuncusu hariç hepsi birden fazla alt önerme içeren yedi önermeden oluşan Tractatus, sert bir güzellikte, teknik olarak zorlayıcı bir metindir.

Bu metne yaklaşmanın bir yolu, kitabı, kendimize dair tarihsel olarak baskın bir görüşün şu nihai ana fikri olarak görmektir: Her şeyden önce, biz, bilinçli düşünürleriz. Ancak ondan sonra faal, vücut bulmuş, konuşan failleriz. İletişim kurmadan önce iletişim kurmak için bir şeylerimiz olması gerekir. En başta dünya ile ilgili doğru ve yanlış düşünceler üretebiliyor olmamız gerekir; bir şeyler ve bir şeylerin karışımları hakkında düşünebiliyor olmamız ki Tractatus‘ta Wittgenstein bunlara “şeylerin durumları” demiştir. Bu şey durumlarının bazıları var olur, bazıları olmaz. Asıl dünya var olan tüm şey durumlarından -şeylerin birleşiminden- yani olgulardan oluşur. (Yani “dünya şeylerin toplamı değil, olguların toplamıdır.”) Yine de var olmayanları -ancak olanaklı olanları- kendimize açıklayabiliriz ve doğru olanları düşünmenin yanı sıra, yanlış da düşünebiliriz.

Wittgenstein’ın Tractatus‘ta şu soruyu sorduğunu görebiliriz: Bu nasıl mümkün olabilir? Dünya ile ilgili hem doğru hem yanlış düşüncelerimiz olabiliyorsa durum aslında nasıldır? Dünya bizim düşünebileceğimiz bir kavramsa durum aslında nasıldır?

Wittgenstein bu soruya şöyle yanıt verir: Dünya, dil ve düşünce; ortak bir bileşenler biçimini ve bu bileşenlerin olası düzenlemelerini paylaşıyor olmalı. Wittgenstein buna “mantıksal form” der. Dünyaya dair doğru ya da yanlış temsillerimizdeki bileşenlerin arasındaki ilişki, şey durumlarını oluşturan bileşenlerinkiyle aynıdır. Gerçeklik, dil ve düşünce birbirlerini yansıtır. Buradan da şu anlaşılır: Anlamlı bir şey düşünürsek ya da söylersek düşündüğümüz veya söylediğimiz şeylerin doğru ya da yanlış olması mümkündür. Ancak o zaman düşündüklerimiz ya da söylediklerimiz olası bir olguyu betimler veya temsil eder. Aksi takdirde söylediklerimiz ya da düşündüklerimiz anlamsızdır. Ayrıca ilkel düşüncelerden daha karmaşık ve anlamlı düşünce ve ifadelerin üretilmesini sağlayan bir mekanizma (Tractatus‘ta açıklanır) da olmalıdır.

Tractatus‘ta Wittgenstein’ın, nasıl olup da düşünüp konuşabildiğimize dair açıklamaları, kendimize dair, entelektüel kültürümüzde muhtemelen örtülü olagelen, tamamen özgün olmasa da muhteşem ve kesin ifadeler içermektedir. Dünyayı kendimize açıklayabilen, doğru ya da yanlış şeyler düşünüp söyleyebilen ve dünya ile ilgili doğruları yakalamak için güvenilir yolları olan -bu yollara bilim deriz- ve temsil eden varlıklar olduğumuz şeklindeki görüştür bu. Zihnin doğasının ve dolayısıyla kendimizin bu betimlemesi, bilişsel bilimlerde geçerli görüş olmaya devam etmektedir. Zihinler, temsil motorlarıdır.

Wittgenstein’ın Tractatus‘taki açıklamalarına çarpıcı bir özgünlük veren ise bu görüşten yapılan -bir dereceye kadar rahatsız edici- çıkarımlardır. Çıkarımlardan biri değerler ile ilgilidir. Arabanın garajda olduğunu düşünürsem ya da iddia edersem bu fikrin doğru ya da yanlış olması bu iddianın içindedir. Öte yandan, örneğin köleliğin ahlaki olarak yanlış olduğunu söylediğimde bu, benim için doğru olmaması mümkün olmayan bir düşüncedir (başkaları aynı fikirde olmayabilirse de). Ama, Tractatus’a göre, etik düşüncede dünyanın başka türlü değil de niye böyle olduğunu temsil etmiş olmamdır. Buna göre aslında etik konuşmalar anlamlı değildir. Yine de Wittgenstein’a göre etik varlıklarız. Etik olan gerçektir. Bu düşüncenin ışığında nasıl yaşanacağını bize öğretmek, Wittgenstein’a göre, Tractatus‘un asıl amacıydı.

Anlamlı olarak söylenebileceklerle ilgili bu genel kısıtlama, filozofların yüzyıllar boyunca ileri sürmek istedikleri için de geçerlidir. Çünkü filozoflar, doğru olan ile değil, doğru olması gereken ile ilgili iddialarda bulunurlar. Tractatus‘taki, düşünmenin nasıl mümkün olduğu ile ilgili açıklama doğruysa, filozofların yanlış olması mümkün olmayan bu iddiaları kesin şekilde anlamsızdır. Şöyle düşünebiliriz: Satranç tahtasında bir konumu anlatmak için satranç simge ve işaretlerini kullanabilirim ama satranç notasyonunun satranç konumlarını nasıl temsil ettiğini söylemek için satranç notasyonunu kullanamam. Nasılı, notasyonun işleme şeklinde kendini gösterir. Elbette satranç notasyonunun nasıl işlediğini anlatmak ya da öğretmek için İngilizceyi (ya da diğer doğal dillerden birini) kullanabilirim. Oysa satranç notasyonunu ya da belirli bir doğal dili değil de dilin (ve düşüncenin) kendisini açıklamak istediğimizde başka bir araca başvurmak mümkün değildir. Geriye sadece göstermek kalır.

Tüm düşüncelerinin ayırt edici özelliği olan acımasız dürüstlüğüyle Wittgenstein, bu düşünceyi Tractatus‘un kendisine uygular. Çünkü düşünce ile dünya arasındaki, Tractatus‘ta ifade edilen ilişki var olan olgular arasında değildir. Düşünülebilir olguların olabilmesi durumudur. Dolayısıyla Tractatus’ta imgelenen felsefe, anlamlı bir şekilde açıklanamayan, sadece kendini gösterebilen şeyleri, nafile söyleme denemesidir. Demek ki felsefe, zerre kadar mümkün olduğu ölçüde, bir doktrinler yığını olamaz. Bir faaliyet olmalıdır. Bilim gibi doğruluk ve bilgiyi değil, yalnızca açıklığı ve açıklığın elde edilmesiyle huzuru hedeflemelidir. Tam da bu nedenle Wittgenstein, Tractatus‘un önermelerinin merdiven basamakları gibi olduğunu söyler. Şeyleri olduğu gibi görebildiğimiz, “dünyayı doğru dürüst” görebildiğimiz bir noktaya tırmanmak için bu önermeleri kullanırız. Sonra da merdiveni atarız.

Akademisyenler tarafından çok ayrıntılı olarak incelenmiş ve belgelenmiş olan sonraki yıllarda Wittgenstein, dil ve düşünce hakkındaki bu görüşün büyük kısmından vazgeçip yeni görüşler ileri sürmüş ama eski görüşlerinin özünü büyük ölçüde korumuştur. Belki de Wittgenstein’ın önceki görüşlerinin nereden geldiğini, nasıl başarısız olduğunu, tutulması gerekenleri ve değiştirilmesi gerekenleri o kadar kökten ve açık şekilde görebilmiş olmasının nedeni, o görüşleri eksiksiz bir şekilde ifade edebilmiş olmasıdır.

Kendimize -dil ve zihne- dair bu yeni görüş, Batı Geleneğinde yaygın olarak en önemli iki ya da üç felsefe eserinden biri olarak kabul edilen ve başyapıtı olan Felsefi Soruşturmalar’da açıklanmaktadır.

Bu eser, farklı uzunluklarda 693 adet numaralandırılmış nottan (ve ana metin ile ilişkisi akademide çekişmelere sebep olan ikinci bir kısımdan) oluşmaktadır. Tractatus‘un tersine Felsefi Soruşturmalar doğrudan okunabilir hatta öyle okunmalıdır. İçinde teknik denebilecek hiçbir şey yoktur ve sadece birkaç başka filozof adıyla anılmaktadır. Ama Wittgenstein’ın da yazdığı gibi: “Yazacaklarımı okuması kolay olacak. Zor olan ise söylediklerimin ana fikrini anlamak olacak.”

Wittgenstein bu eserde fikren acımasız bir dürüstlükle düşünür ve yazar. Düşüncesindeki her ipucunu çeker. Eseri okumak, bir düşünürün felsefi sorgudaki somut algısına sahip olmaktır. Ve aynı zamanda okurlar olarak bu oyunda sadece pasif izleyici olarak kalamayız. Soruşturmalar‘ı okunması gerektiği gibi okumak; içeri giren, sözlerini söyleyen, dışarı çıkan, sahne dışından seslenen ve farklı kıyafetlerle yeni rollerde geri dönen pek çok sesin arasında kendi yerimizi bulmamızın gerektiği, ortak ve özünde demokratik bir uğraşa katılmaktır. Bu oyunculardan biri olmaya davet ediliriz ve daveti kabul etmemiz gerekir. En az yazıldığı kadar dürüst bir şekilde okumaya çalışmalıyız bu eseri.

Şaşırtıcı düşünce zincirini -görünürde ani olan konu değişikliklerini, birden fazla ton ve renkte sesi ve değişikliği- takip etmekle boğuşurken duraklayıp, sorulan yüzlerce soruyu yanıtlamamız gerekir. Zamanında birinin yaptığı hesaba göre Soruşturmalar‘da 784 soru sorulur. Bunların sadece 110’una yanıt verilir. Ve bu yanıtların 70 tanesi özellikle yanlış olarak verilir. Çoğu zaman da bir soruya vermek istediğimiz, bir an durduğumuzda kendiliğinden aklımıza gelen yanıtın, tahmin edilip bir sonraki paragraf ya da notun konusu olduğunu görürüz.

Wittgenstein bazen az çok açık bir şekilde bir soru sorar, bir gözlemde bulunur ve soruyu yanıtlar:

199. “Bir kurala uymak” dediğimiz, sadece tek bir insanın yapması ve hayatı boyunca sadece bir kez yapması mümkün olan bir şey midir? –Bu elbette “bir kurala uymak” ifadesinin grameri ile ilgili bir nottur.

Birinin bir kurala uyduğu yalnızca tek bir örnek olması olası değildir. Bir raporun verildiği, bir emrin verildiği ve anlaşıldığı vs. tek bir örnek olması da mümkün değildir. –Bir kurala uymak, bir rapor vermek, bir emir vermek, bir satranç oyunu oynamak davranış biçimleridir (adetler, gelenekler).

Bazen de soruşturmalarında bir yolu sonlandırmak ya da yeni bir yola başlamak için Wittgenstein doğrudan okur ile etkileşime girer:

510. Şu deneyi yapın: “Burası soğuk” derken aslında “Burası sıcak” anlamını verin. Yapabilir misiniz? – Ve bunu yaparken yaptığınız nedir? Ve bunu yapmanın sadece bir yolu mu vardır?

Başka yerlerde de ilk yanıtımızı tahmin ederek, ilk soru için yanıltıcı yanıtlar olarak başka sorular sorar ve sonra da bazen sert de olabilen kendi eleştirisini verir:

283. Canlıların hissedebildiği fikrini bize veren de ne ki?

Eğitimim sayesinde kendimdeki duygulara dikkatimin çekilmesiyle bu fikre yönlenmem ve benim de fikri, kendim dışındaki nesnelere aktarmam mı? İçimde “acı” diye adlandırabildiğim bir şeylerin olduğunu fark edip bu sözcüğü başka insanlarla ters düşmeden kullanabilmem mi? – Fikrimi taşlara, bitkilere vs. aktarmam.

Dehşet acılar içindeyken taşa dönüştüğümü düşünemez miyim? Peki, gözlerimi kapattığımda taşa dönüşmediğimi nereden biliyorum? Öyle olursa taşın nasıl ağrıları olur? Ağrılar taşa nasıl atfedilebilir? Peki, acının neden bir taşıyıcısı olmalı ki(?)

Peki ya taşın bir ruhu olduğu ve acının da orada olduğu söylenebilir mi? Ruh ya da acının taşla ne ilgisi var?

Sadece insan gibi davranan biri için acı duyar denebilir.

Soruşturmalar‘da soruların daha pek çok başka kullanımı vardır (hatta Wittgenstein bir zamanlar tamamen sorulardan oluşan bir eser yazmayı düşünmüştü). Okurken bu sorulara yanıt vermek, Wittgenstein okuma deneyimini samimi ve Daniel Dennett gibi çoğu kişinin düşünmüş olabileceği gibi “özgürleştirici ve canlandırıcı” hâle getirir. Bu süreçten geçince ise geri çekilip şöyle demek çok zordur: “Evet, şunları, şunları öğrendik. Şu fikri bu güncel tartışma ya da konu ile ilişkili olarak kullanabilirim.” Bu bakımdan, Wittgenstein’ı okumak, sanat eserleri ile ilgilenmeye çok benzer: Başka sözcüklerle anlatılması çok zor olan bir süreçtir. Bizzat deneyimlemeniz gerekir. Sadece düşünceleriniz değil, düşünme şekliniz de değişir.

Felsefi Soruşturmalar‘da dil ve zihnin doğası ele alınır, Wittgenstein’a göre dil ve zihin hakkında kültürümüzün ve bizim kaçınılmaz olarak meyilli olduğumuz kafa karışıklıklarından söz edilir. Wittgenstein, Tractatus‘ta eksiksiz bir şekilde ifade ettiği, kendimize dair şu görüşü açımlamaya çalışır: Temelde düşünen, bilen ve temsil eden varlıklarız. Ve bu görüşü, derinlere yerleşip birbirini destekleyen yanılsamalar ve kara karışıklıkları, hatalar ve mitler grubu olarak aydınlığa çıkarmaya çalışır. Bunu, felsefenin geleneksel olarak tartışma olarak kabul ettiği şeylerle yapmaz -ya da çoğunlukla yapmaz. Çünkü resim, insanın karşında tartışabileceği türden bir şey değildir. Daha ziyade Wittgenstein’ın amacı, “bizi esir alan” zihin ve anlam resimlerinin pençesini açmaktır. Düşünce deneyleri, hayatın oldukça sıradan gerçekleri ya da sıradan konuşma şekillerinden örnekler, şaşırtıcı karşılaştırmalar, ayrıntılı örnek listeleri ve bir sürü tartışan ses, oyuna girer. Aynı manzaradan farklı yönlerde geçip durur, bulgularının gerek kısmi gerek eksik eskizlerini sunar ve zihin ile dilin doğası üzerine görünürde farklı fikirlerin birbirlerine nasıl bağlı olduğunu göstermeye çalışır. Tractatus‘ta olduğu gibi Felsefi Soruşturmalar‘da da felsefenin görevi, sav ya da teori geliştirmek değil, düşünme şekillerimizle ilgili bitmek tükenmek bilmeyen bir netlik arama faaliyeti olmaktır. Önceki eserden farklı bir yanı ise Felsefi Soruşturmalar‘ın bize tırmanabileceğimiz tek bir merdiven sunmamasıdır. Onun yerine, belki manzaraya farklı açılardan bakabileceğimiz ve şanslıysak yavaş yavaş beliren ışığı görebileceğimiz bir dizi tepe ve yükseltiye çıkma yollarını gösterir.

Ana temalardan biri, Wittgenstein’ın bizi doğal olarak temsilî, doğal olarak anlamlı psikolojik durumlar veya süreçler ve bunların anlam kuralları şeklindeki psikolojik olmayan benzerlerinden uzaklaştırmaya çalışmasıdır.

Bu görüşün merkezinde iki resim ya da resim koleksiyonu vardır. Bunların biri, içeridekileri ve dışarıdakileri, öznel iç yaşamlarımızı ve başkalarının dünyasındaki dış davranışlarımızı imgelemenin bir yoludur. İç yaşamlarımızı, içinde çeşitli şeyler, durumlar ve süreçler, düşünceler, duygular ve duyular olan bir iç alan gibi düşünürüz. Yaptıklarımız, yani davranışlar, bu iç gerçekliğin dışarıdaki göstergesidir yalnızca.

Diğer resim ya da resimler grubu ise dilin işleme şeklini algılamanın bir yoludur. Dilin öncelikle bir şeylere isim verme meselesi olduğunu düşünürüz. Ve dili değerlendirdiğimiz diğer tüm kullanımlar -metin boyunca ayrıntıyla anlatılır- ilk temel kullanım olan isim vermeyle karşılaştırılınca önemsiz kalır.

Wittgenstein, bu iki resim kümesinin pek çok yolla karşılıklı olarak birbirini nasıl desteklediğini gösterir. Yollardan biri şudur: Dilin temelde şeylere isim vermekle ilgili olduğunu düşündüğümüz için psikolojik kavramların da şey isimleri ama iç dünyaya ait şeylerin isimleri olduğunu düşünürüz. Böylece içerinin gerçekliğini psişik şeylerin varlığı üzerine modelleriz ki bu psişik şeylerin şöyle tuhaf bir özelliği vardır: Söz konusu zihinsel nesneleri yalnızca sahipleri görebilir ve adlandırılabilir. Ne ki sözcüklerin isim görevi görmesi de kafamızı karıştırır. İsmi oldukları şeylerle nasıl temas kurar sözcükler? Sonuçta rastgele sesler ve eğri çizgilerden başka bir şey değildirler. Sonra şöyle deriz: Demek ki sözcüklerin anlamı olmasını sağlayan özel bir şey olmalı. Özel bir psikolojik durum ve süreç grubu gibi bir şey, zaten bizde olanın resmi. Sözcüklerimiz anlam ifade eder çünkü biz anlam ifade ederiz. Ve biz anlam ifade ederiz çünkü içimizde, doğal bir şekilde dünyaya ulaşabilen ve temelde kişiye özel psikolojik durumlarımız vardır. Dil; içimizdeki bize özel olan anlam ifade etme ve isimlendirme eylemlerinin bütünü, az çok kusurlu şekilde üst üste binen, kişiye özel diller bütünüdür.

Wittgenstein bu şekilde, hatalı zihin ve anlam anlayışlarımız arasındaki derin bağlantıların izini sürmeye çalışır. Bunların yerine tamamen farklı bir görüş önerir. Temsilî kapasitelerin bağlı olduğu doğal anlamın, yalnızca vücut bulmuş, canlı varlıkların ortak deneyim ve etkileşimleri içinde ve üzerinden başladığını, sadece bu varlıkların hayat ve faaliyetleri içinde ve üzerinden görünür olduğunu söyler. Bu faaliyetler dil içinde ve dil aracılığıyla gerçekleşir ki Wittgenstein faaliyetlerin gerçekleştiği ortama “dil oyunları” der. Başlangıçta sözcük falan yoktur. Edim vardır. Bu görüşün sonuçlarından biri olarak artık iç-dış karşılaştırmasını aynı şekilde göremeyiz. Halk dilinin, öncülü olan kişiye özel bir dilden köklendiği fikrinin yanılsama olduğu gösterilmektedir. Bu fikir, iletişim kuran sosyal varlıklar olduğumuzu, en eskilerden beri öyle olduğumuzu gözden kaçırır.

Diyelim ki para konusunda kafamız karışık. Para bugün insanların büyük arzuyla istediği, harcadığı ve elde etmek için hayatlarını tehlikeye attığı bir şey. İnsanların “değeri” büyük miktarlarda paraya karşılık geliyor filan. Ama madeni para ve banknotların kendi başlarına aslında değersiz metal ve kâğıt oldukları gerçeğine takılmış olabiliriz. Bunların nasıl değeri olabilir? (Bakın, kafa karışıklığının ilk anında dahi, “değer”i, bir şeyin sahip olduğu bir tür özellik olarak düşünme eğilimine kapıldık bile.)

Birinin şöyle yanıt verdiğini düşünelim: Asıl nakit para rastgele seçilmiş ıvır zıvırdır, doğru. Asıl önemli olan ise nakit paranın, gerçekten değeri olan bir şeyle desteklenmesidir. İngiltere banknotlarındaki “talep üzerine hamiline ödeme yapma sözü”dür. Gerçekten değeri olan bankadaki altındır. Para ise o gerçek değerin dışarıdaki göstergesidir yalnızca.

Ne ki altın da bir tür metalden başka bir şey değil. Neden değeri olsun ki? Nakit para ile ilgili olarak sorduğumuz soruyu şimdi de altın için sorabiliriz.

Başka biri de lafa karışabilir: Altın nadirdir ve elde edilmesi zordur. Bu yüzden değerlidir. Ama nadir olup değerli olmayan bir sürü şey var. Ve kimse de parasını altınla takas etmez. Bankalar buna izin vermez. Yine de parayı değerli bir şey gibi görmeye devam ederiz.

Burada elbette şunu söylemek istiyoruz: Paranın kendisi (madeni para ve banknotlar) özünde değerli değildir. Ticaret ve alışverişlerde kullanılıyor olmasıdır sadece önemli olan. Paranın değeri, kullanımındadır. Alışverişlerde para kullanılmasının sebebi, paranın değeri olması değildir. Aksine alışverişler değerli olduğu için paranın değeri vardır. Başka bir deyişle, parasal değer ile ifade ettiğimiz şey, alışveriş faaliyetleri ve parayla yaptığımız sayısız şey içinde ve üzerinden kendini gösterir. Bu bakış açısıyla da paranın değersiz ıvır zıvır olduğunu söylemek artık bir hayli garip görünecektir. En başta öyle görünmesinin ve kafamızın karışmasının nedeni, banknot ve madeni paraları alışverişteki kullanımlarından ayrı olarak düşünerek kendimizi kandırmış olmamızdır. Sorunumuz, belirli bir ıvır zıvırın -banknot ve madeni para- nasıl değerli olduğunu açıklama şeklimizdi. O değeri taşıtmak için başka bir tür ıvır zıvır aramaya başladık. Yani açıklamanın nasıl olması gerektiğine dair belirli bir görüşe saplanıp kalmıştık bile. Çözüm ise neyin açıklama olarak kabul edileceğine ya da aslında bir açıklamanın gerçekten gerekli olup olmadığına dair görüşümüzü değiştirmek oldu. Kafa karışıklığının kaynağını yok edince sorunu çözdük.

Burada banknot ve madeni paraların değerleri ile sözcük ve cümlelerin anlamları arasında analoji kuruyoruz. Belirli bir dildeki, İngilizce diyelim, belirli ses ve çizgileri kendi içlerinde keyfi, simgeledikleri şeylerle doğal hiçbir bağlantısı olmayan şeyler olarak görüyoruz. O nedenle de sözcüklerin arkasında, onlara gerçek anlamlarını veren bir şeylerin olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu ne olabilir, diye sorarız. Fikir, düşünce ve niyetler diyebiliriz belki. Sözcüklerimizle bir şeyler ifade ediyoruz. Diğerleri de bizi anlıyor çünkü çıkardığımız seslerle, yazdığımız işaretlerle ne demek istediğimizi biliyorlar. Sözcükler keyfi olsa da düşünceler değildir. Düşüncelerin anlamları, zihnin mahzenlerinde birikir.

Ne ki paranın değerinin gerçek açıklaması nasıl altın değilse, sözcüklerin anlamlarının açıklaması da düşünceler değildir. Altın ya da düşünceler mevcut değil demek değildir bu. Tabii ki varlar ama eğer sözcüklerin nasıl anlama sahip olduğunu açıklamak bir problem ise düşüncelerin nasıl anlamlı olduğunu açıklamak da aynı şekilde bir problem.

İnsanların para ve sözcükleri tüm biçimlerde, satın alırken ve satarken, konuşurken ve dinlerken kullandığını görürüz. Gizli saklı bir şey yok. Tüm bu faaliyetlerin arkasında olan bir şey yok. Değer -ya da anlam- faaliyetin kendisinde. Kurduğumuz analojide şunu da söyleyebiliriz: Kişiye özel para, yani sadece tek bir kişinin kullanabildiği bir para birimi saçma olurdu. Benzer şekilde, sözcüklerini yalnızca bir kişinin anlayabildiği, kişiye özel bir dil de aynı derecede mantıksızdır. Bu nedenle de böyle kişiye özel bir dilin olası olduğu sonucu çıkarılan bir felsefi zihin ve anlam kuramı hatalı olur.

Felsefi Soruşturmalar‘ın aşağıdaki parçasında, yukarıdaki düşüncelere benzer bir yol izleniyor:

454. Şu ok ➔ nasıl oluyor da işaret ediyor? Kendi dışında bir şey daha taşıyor gibi görünmüyor mu? –”Hayır, kâğıt üzerindeki ölü çizgi değil, yalnızca psişik olan şey, anlam yapabilir bunu.” – Bu hem doğru hem yanlış. Ok, sadece canlı bir varlığın ona anlam verdiği uygulama içinde işaret eder.

Bu işaret etme hâli, sırf ruhun elinden gelen bir hokkabazlık değildir.

455. Şöyle demek isteriz: “Bir anlam ifade ettiğimizde birine yaklaşmış gibi oluruz, (herhangi türden) ölü bir resmimiz olmaz.” Demek istediğimiz şeye yaklaşırız.

456. “Biri bir anlam ifade ettiğinde anlamı ifade eden, kişinin kendisidir.” Yani kişi, hareket halindeyken kendisi olur. Kişi ileri doğru koşturmaktadır ve bu nedenle aynı anda kendisini koştururken gözlemleyemez. Gerçekten de yapamaz.

457. Evet, bir anlam ifade etmek birine yaklaşmak gibidir.

Bu parçada, ok elbette dizisel ve anlamlı bir gösterge görevi görüyor. Wittgenstein’a karşı çıkan kişi, göstergenin kendi içindeki edilgenliği vurgulamak istiyor ve bu nedenle de düşüncelerin (“psişik şey”) karşılık geldikleri şeylere biriyle tokalaşmak üzere ona yaklaşıyorlarmışçasına nasıl etken bir şekilde ulaştığının bir açıklaması olması gerektiğini düşünüyor. Wittgenstein, anlam ifade etmenin birine yaklaşmak gibi bir şey olduğuna katılıyor. Ne ki bunun yalnızca, muhalifin söylediği gibi mecazi bir şekilde olmadığını söylüyor. Aksine bir anlam ifade etmemiz, kelimenin tam anlamıyla birine yaklaşmak gibidir. Diğer nesne ve faillerin olduğu bir dünyada hareket edip etkide bulunduğumuz için anlam başlar. Dünyadaki pragmatik etkileşimler mantıksal olarak dilden önce gelir. Anlamı mümkün kılan, Tractatus‘taki ortak mantıksal biçimden ziyade, bu pragmatik etkileşimlerdir. Biz gerçekliği ayna gibi yansıtmayız. Gerçekliğe dolanmış durumdayız.

Wittgenstein çağdaş felsefenin o zamanki hâline düşmanca bir tutum içindeydi. Çağdaş felsefenin, hayatlarımızla ilgili önemli olan her şeyi bilimsel açıklama temelinde modellemeye başlayan bir kültürün ürünü olduğunu düşünüyordu. Hedefimizin bilgelik değil de bilgi dağarcığı olduğu, önemli olanın içgörüden ziyade bilgi olduğu, bizi rahat bırakmayan problemleri en iyi şekilde kalbimiz ve ruhumuzdaki değişikliklerle değil de daha fazla veri ve daha iyi kuramlarla ele aldığımızı savunan fikirlerin giderek daha yaygın bir şekilde benimsendiği kültürümüz, tam da Wittgenstein’ın korktuğu durumda bugün. Wittgenstein, bu tutumu üretmiş olan düşüncenin derinlerdeki gizli akıntılarını ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Bu tutumun daha iyi bir dünya sağlamak yerine medeniyetimizi öldüreceğinden korkuyordu. Belki de Wittgenstein’ın bugün bu kadar az rağbet görmesi bu yüzdendir. Ve aynı nedenle Ludwig Wittgenstein, modern zamanların en önemli filozofudur.


Yazar: Ian Ground
Çeviren: Burçin İçdem
Kaynak: TLS

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com