• 7 Mart 2018
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Thomas Aquinas ve sonraki filozoflar her ne kadar İbn-i Rüşd’e entelektüel olarak borçlu olsalar da onun çalışmalarını kıyasıya eleştirmişlerdir. İbn-i Rüşd’ü betimleyen yandaki tasvir Floransa’daki Aziz Thomas Aquinas’ın Santa Maria Masalındaki Zaferi adlı tabloda bulunmaktadır. 14’üncü yüzyılda yapılmış olan bu freskte ressam Andrea di Bonaiuto, İbn-i Rüşd’ü Sabellius ve Arius’la birlikte Aziz’in tahtının altında betimlemiştir.

Immanuel Kant’a göre felsefe yapma güdüsü evrenseldir: “Aklı felsefi spekülasyon yapacak kadar olgunlaşan her insanda metafizik ihtiyacı var olmuştur ve olmaya devam edecektir.” Bu, özellikle ebeveynlerini sorularıyla çıldırtan çocuklarda ortaya çıkan bir gerçekliktir. Fakat bu durum eğitim sistemimizde kaçınılmaz olarak felsefeye yer verilmesi anlamına gelmez. ABD’de üniversite öncesinde felsefe eğitimine pek rastlanmaz. Katolik üniversiteleri dışında da felsefe dersi ender bulunur. (Fas’ta yaşarken fark ettiğim güzel durum, eczacısından taksi şoförüne kadar herkesin felsefenin ne olduğu hakkında lise zamanlarından kalma bilgilere sahip olduğuydu. Buna rağmen bu ülkede iyi eğitimlilerin bile felsefenin gerçekte ne içerdiğine dair çok az fikri var.) Üniversitede felsefeyi beşeri bilimlerin temel dersi olarak biliriz. Bu bile kaçınılmaz bir duruma işaret etmez.

Modern üniversitelerde ders olarak okutulan felsefe, Antik Yunan ve Platon ile Aristo’nun yazdıklarından neşet etmiştir. Meşhur antik okullar eski Yunan ve Roma döneminde varlıklarını sürdürmüşler ancak 6’ncı yüzyıldan sonra yavaş yavaş ortadan kalkmışlardır. Ardından, ortaçağ tarihçileri tarafından pek sevilmeyen bir tabir olsa da, karanlık çağlar gelmiştir.  Bu dönem, düşüncenin felsefi biçime tekrar kavuştuğu 9’uncu yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu tarihlerde birbirinden bağımsız olarak Bizans’ta, Latin Batı Avrupa’da ve İslami dünyada felsefi hareketlere rastlanmaktadır. Avrupa üniversiteleri tarafından canlandırıldığından ve nihayetinde Aydınlanma ve modern toplumun yükselişiyle harekete geçirildiğinden, zamanla Latin geleneği egemen hale gelmiştir. Bu gelişmeler yüzyıllar önce meydana gelmiştir. 900 yılında açık ara en güçlü ve etkili felsefi gelenek Avrupa’da değil Ortadoğu’dadır. İslam bilginleri Yunan felsefi geleneklerini (özellikle Aristo’nun çalışmalarını) canlandırmak için büyük çaplı bir programa girişmişlerdir. Bu çalışmaları Arapça’ya çevirmişler ve Kuran’ın getirdiği yeni öğretiler ışığında söz konusu çalışmaları yeniden düşünmeye başlamışlardır. Bu entelektüel gelenekleri gözlemleme fırsatı bulan herkes Yunan felsefi mirasını devralacak grubun Müslümanlar olacağına rahatlıkla bahse girerdi. Bu nedenle çok sayıda filozof ve bilim adamı Bağdat’ı Ortaçağın entelektüel merkezi haline getirmişti.

Entelektüel merkez öncelikle İslam dünyasının batısına, kuzey Afrika ve güney İspanya’ya doğru kaymış, son olarak da Hristiyan Avrupa’ya geçmişti. Batının Ortaçağ olarak adlandırdığı dönem İslam dünyasının felsefe ve bilimde altın çağını yaşadığı dönemdi. Birkaç yüzyıllık gelişimin ardından felsefe çalışmaları Müslüman ülkelerde zayıflarken Batı’da artan bir canlılıkla devam etmiştir.

Peki, Batı’da nasıl olmuştur da Avrupa geç ortaçağda felsefi ve bilimsel çalışmaların merkezi haline gelmiştir? Bu, oldukça karmaşık bir durumdur. Fakat bazı faktörleri bulabilmek için felsefeyi güçlü argümanlarla savunan büyük İslam filozofu İbn-i Rüşd’ün hayatına ve çalışmalarına bakmamız gerekecektir. Bu argümanlar onun ummadığı yerde kök salacaktır.

Tartışmalı bir hayat

İbn-i Rüşd (Abū al-Walīd Muhammad ibn Ahmad ibn Muhammad ibn Rushd veya Batılıların bildiği şekliyle Averroës) 1126 yılında İslam dünyasının batı ucunda İspanya’nın Cordoba (Kurtuba) şehrinde doğmuştur. Babası ve dedesi İslam bilgini olan İbn-i Rüşd 12’nci yüzyılda Güney İspanya ve Kuzey Afrika’da hüküm sürmüş olan Muvahhit Devletinin halifeleriyle yakın ilişkiler geliştirmiştir. Bu bağlantıları sayesinde Sevilla ve Kurtuba’nın etkili kadılarından biri olarak görev yapmasını sağlamıştır. Ayrıca, Marakeş’te mahkeme tabibi olarak görev yapmıştır. İddia edildiğine göre; Halife’nin Aristo’nun yazdıklarının anlaşılmazlığına ilişkin şikayetleri üzerine İbn-i Rüşd çalışmalarını Aristo üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bu çalışmalar sonucu özetler hazırladığı gibi daha derinlikli olarak da Aristo üzerinde çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalar bir kişinin tüm hayatını harcamasını gerektirecek niteliktedir. İbn-i Rüşd’ün parlak zekasına rağmen ilginç olan, zamanın İslam dünyası üzerinde kendisinin çok az etkisinin olmasıdır. Çalışmalarının birçoğunun Arapçası günümüze ulaşmamış, ancak Latince ve İbranice olanları ulaşabilmiştir. Kendisi hayattayken tartışmalı bir figür haline gelmiştir. 1195 yılında Halife muhafazakarlara tavizlerde bulunma ihtiyacını hissettiğinde, İbn-i Rüşd’ü küçük bir İspanyol kasabası olan Lucena’ya sürgüne göndermiş ve felsefi çalışmalarını yaktırma talimatını vermiştir. Kısa bir süre sonra Halife Marakeş’e gitmiş ve İbn-i Rüşd’ün itibarını iade etmiştir. İbn-i Rüşd öldüğü tarih olan 1198 yılına kadar mahkemelerde çalışmaya devam etmiştir.

İbn-i Rüşd’ü tartışmalı bir figür haline getiren neydi? Bu durum felsefenin yüzlerce yıl var olması ya da olmaması hakkında bize neyi gösterir? Müslüman muhafazakarlar arasında yaygın olan bir Endülüs hakareti felsefeye karşı tutumu ortaya koyabilir: “  Felsefeyle dini birleştiren ve kafirliği teşvik eden her sahtekar bu felaketi yaşayacaktır. Onlar mantık (logic) çalıştılar, fakat insanın başına ne gelirse mantıktan (speech) gelir.” Bu Arap atasözü mantık kelimesinin iki anlamı (mantık ve konuşma)[1] üzerine kuruludur. Söz konusu şaka bir bakıma yeterince makuldür. İbn-i Rüşd kendi üslubunca felsefe ve dini birleştirmeye çalışmış ve mantığın dinin anlaşılmasında kullanılmasını teşvik etmiştir.  Sonuçların din dışı olup olmadığı tartışma konusudur. İbn-i Rüşd de diğer büyük filozoflar gibi kendi heterodoks görüşlerine ulaşmıştır.

İbn-i Rüşd’ü ana akımın dışına taşıyan üç görüşü özellikle ele alınmalıdır. Öncelikle, İbn-i Rüşd hem felsefe hem de Kuran’ın, her ne kadar yaratıkların doğası Tanrı tarafından biçimlendirilmiş olsa da kâinatın bir biçimde hep var olduğunu, fiziksel dünyanın ve Tanrının ezelden beri var olduğunu iddia eder. İkinci olarak, ruhlarımız ölmese de bedenlerimiz ölecek ve yeniden diriltilmeyecektir. İbn-i Rüşd ruhlarımızın sonraki yaşamda bir bedene kavuşacağını, fakat bu bedenin mevcut bedenimiz olmayacağını söyler. Hatta, Kuran’ın inananları bekleyen cennet bahçelerine ilişkin cazip teklifini de reddeder. Üçüncüsü ve biz modern insanlara en tuhaf gelen düşüncesi ise hepimizin kendi zihnimize sahip olduğumuzu reddetmesidir. Ona göre zihin ruhtan bağımsız, tekil, maddi olmayan ve düşündüğümüzde erişebildiğimiz, hepimizin paylaştığı bir şeydir.

Bu görüşler tartışılmış ve geniş ölçüde inançsız bulunmuştur. O bu görüşlerin, dini öğretilerle tutarlı olduğunu ve bu öğretilerce desteklenmese bile bu görüşlerin Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak felsefi bir temelde desteklenebileceğini iddia etmiştir. Felsefe olmasa inananlar yanlış sonuçlara ulaşabileceğinden ötürü dini problemlerde bile felsefenin önemini görebilmekteyiz.  İbn-i Rüşd, Faslu’l-Makal[2] adlı eserinde ayrıntılı olarak felsefenin değerini tartışır: felsefeye sadece müsaade edilmesi gereken bir alan olarak değil dini gerçekten anlamak isteyenler için bir ihtiyaç olarak yaklaşır. Felsefeyi yasaklamak “ insanların ve var olanların en iyilerine karşı yapılabilecek bir hata” olur.

İbn-i Rüşd, çalışmalarının çoğunda olduğu gibi burada da bir yüzyıl öncesinin büyük bilgini Gazali’ye karşı çıkmaktadır. Gazali seküler eğitimin bırakılarak tasavvuf kaynaklı ruhun arınmasına yönelik eğitim yapılmasını teşvik etmiştir. Gazali, “İhyâ’u Ulmû’id-Din”[3] adlı eserinde inananların sadece felsefe ve mantıktan değil teologların tartışmalarından da uzak durması gerektiğini söylemiştir. Matematiği bile sakıncalılar listesine almıştır: “ Kendisini matematiksel bilimlere kaptıranlar engellenmelidir. Dinin alanına girmese bile filozofların bilim sahasına girdiklerinden öğrenciler filozofların yozlaşmışlıkları ve kötülükleriyle zehirleneceklerdir.” Gazali, kendisinden önceki İslam bilginleri olan ve Aristo felsefesini İslami bakış açısına dahil eden Farabi ve İbn-i Sina’nın görüşlerine muhalif eserler kaleme almıştı. Gazali’nin amacı antik Yunan felsefesi üzerine bina edilmiş olan eğitim sistemini ortadan kaldırarak tasavvuf merkezli ruhsal bir eğitim sistemine geçilmesidir. Kendisi de bu prensipler doğrultusunda Bağdat’taki teoloji profesörlüğü görevini bırakıp kendisini sufi hayata adamıştır.

Felsefe Musluğu

Gazali’nin felsefe üzerindeki eleştirilerine karşı İbn-i Rüşd inançla felsefe arasında bir çatışma olmadığını belirtmiştir: “Gerçek, gerçeğe aykırı gelemez.” İlkesel olarak böyle olsa da ilginç ve üstü kapalı bir ödün verir. Felsefenin talep ettiği şekilde dini sorulara cevap aramanın herkesin harcı olmadığını kabul eder. Gazali gibi o da “ispat insanları” ve “retorik insanları” şeklinde bir ayrıma gider: Felsefi akıl yürütme yapabilen az sayıda insan ile sadece basit ve yüzeysel öğretileri takip edebilecek geniş çoğunluk. Geniş kitleler yani retorik insanları Kuran’ı ve peygamberin sözlerini göründüğü şekliyle ele alırlar. Fakat, bu herkesin aynı kaba metodu takip etmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Yeteneği ve eğitimi olanlar daha derine inmek zorundadır. Böyle insanların felsefe çalışmasını yasaklamak yanlış olur. “Bazı kötü şöhretli insanların felsefe kitapları nedeniyle hataya düşmesinden ötürü yetenekli insanların felsefe kitaplarıyla meşgul olmasının engellenmesi; bazı insanlar içtiği sudan boğulup öldü diye susuz insanları serin ve taze su içmekten alıkoymaya benzer.”

İbn-i Rüşd’e göre felsefe musluğu doğru insanlar için açık tutulsa bile yanlış anlayabileceklere karşı da kapalı tutulmak zorundadır. Kuran’ın sonraki hayat üzerine tanımlamalarının harfi harfine anlaşılmaması gerektiği sıradan insanlara söylenecek olursa İbn-i Rüşd onların İslam’a olan güvenlerinin sarsılacağından endişe duyar. Onlar söz konusu ayetlerin neden ilk anlamlarıyla ele alınmayacağını ve ayetlere ilişkin olarak İbn-i Rüşd’ün yorumlarını anlamayacaklardır. Sıradan bir Müslümana sonraki yaşamın Kuran’ın tarif ettiği gibi olmayacağını bir felsefe semineri tarzında söylerseniz dini takva bağlamında sonuçları çok kötü olacaktır. Böylece İbn-i Rüşd “ bu yorumları yetenekli olmayan insanlara söyleyenler inançsızdır çünkü insanları inanmamaya davet etmektedirler.” der. Bu felsefenin oldukça hafif bir savunmasıdır. Seçilmiş insanlar için felsefe dini veya başka bir konuyu anlamak için gerekli bir araçtır. Fakat dikkatle öğretilmesi gereken tehlikeli bir faaliyettir. Felsefenin eğitim sisteminin temel bileşeni olduğuna dair modern görüşten oldukça uzaktayız.

Felsefenin İslam dünyasındaki öncü savunucularından olan İbn-i Rüşt’ün bile felsefeyi ancak bu kadar savunabildiği dikkate alınırsa, ortaçağda felsefenin İslam dünyasında marjinal kalması şaşırtıcı gelmeyecektir. İbn-i Rüşt gibi dönemin filozofları çoğunlukla hekimlik veya kadılık yapmıştır. Bu dönemde İslam dünyasında 9’uncu yüzyılda Fas’ta kurulan Karaviyyin Üniversitesi ve 10’uncu yüzyılda Kahire’de kurulan el-Ezher Üniversitesi gibi çok iyi yüksek eğitim kurumları bulunmaktadır, fakat bunlar müfredatlarında felsefe veya bilime yer vermeyen dini eğitim kurumlarıdır. İslam halifeliğinin başlangıcında felsefi düşüncedeki parlak sıçrayışa rağmen Ortaçağın sonlarına doğru felsefe ve diğer seküler konular şüpheyle karşılanır olmuş ve kurumsal destek görmemiştir. İslam dünyasında felsefe çalışacak ve bu alanda kariyer yapacak bir yer kalmamıştır. İslam’da felsefenin yeri konusundaki mücadeleyi kazanan İbn-i Rüşt değil Gazali olmuştur.

Batının Aristo Rehberi

İbn-i Rüşt’ün çalışmaları buna rağmen ziyan olmamıştır. Marakeş’te öldükten birkaç yıl sonra Avrupa’nın özellikle Paris ve Oxford’daki üniversiteleri faaliyete geçmiştir. Dini karakterli yapılar olan İslam üniversitelerine kıyasla bu kurumlar en başından seküler bir hüviyete sahip olmuştur. Genel eğitime dahil olan konular mantık, metafizik, etik ve doğa bilimleri gibi felsefenin alt bölümleridir. Öğrenciler tıp, hukuk ve teoloji alanlarında ileri eğitime geçebilmekte, fakat bu alanların kökenlerinde felsefe yer almaktadır. 13’üncü yüzyılda felsefe eğitim tamamen Aristo mantığı üzerine kurulu hale gelir. Aristo’ya dayalı eğitim klavuzu ise Batı Avrupa’da “Yorumcu” olarak bilinen İbn-i Rüşt’ün çalışmaları olur. Aristo külliyatı üzerine çalışılan her yerde İbn-i Rüşt’ün izahları ve yorumları üzerine çalışılır. Bu durum modern döneme kadar böyle devam eder. Ortaçağın sonlarına doğru çok sayıda Hristiyan Aristo yorumcusu bulunmasına rağmen Aristo’nun eserlerinin erken dönem baskılarına en yakın çalışmalar İbn-i Rüşt’ün yorumlarıydı.

İbn-i Rüşt’ün Aristo yorumlarının çoğu Hristiyanlığın temel öğretileriyle bağdaşmadığı için oldukça tartışmalıydı. Thomas Aquinas 1268 yılında Paris’e teoloji eğitimi için döndüğünde felsefe profesörleri arasında “İbn-i Rüştçüler” olarak adlandırılan ve İbn-i Rüşt’ün bir yüzyıl öncesinin Müslüman İspanyasında tartışmalı bulunan görüşlerini savunan profesörlerle karşılaşmıştı. Aquinas, İbn-i Rüşt’ün aksine evrenin hep var olmadığını, Tanrı tarafından baştan var edildiğini, bedenlerimizin sonraki hayatımızda yeniden diriltileceğini, bizi farklı kaderlere sahip bireyler haline getiren kendimize ait bir zihne sahip olduğumuzu iddia etmiştir. Aquinas ile Muhteşem Albert ve John Duns Scotus gibi Hristiyan teologlar İbn-i Rüşt ile temel meselelerde aynı fikirde olmasalar da İbn-i Rüşt’ün yorumlarından faydalanmışlardır.

İbn-i Rüşt, İslam dünyasında kavuşamadığı üne ölümünden sonra Hristiyan Avrupa’da kavuşmuştur. Tutkulu bir şekilde felsefeyi savunması ve Aristo’yu anlaşılır kılmaya yönelik bir ömür süren çabası Müslümanlara arasında çok az okura ulaştırmıştı.  Bir sonraki yüzyılda onlar da felsefenin aleyhine tutum belirlemişti. Eğer tarih farklı şekilde cereyan etseydi İbn-i Rüşt İslam dünyasının büyük filozofu olduğu gibi son büyük filozof da olabilirdi. Modern dünyada felsefenin konumunun kaçınılmaz olmadığına İslami gelenek tanıklık etmiştir. Fakat bu gerçekleştiğinden ötürü İbn-i Rüşt’ün görüşleri İspanyollar, Latinler, Hristiyan okurlar gibi farklı kültürel iklimlerde kök salabilmiştir. Aristo kaynaklı olarak dini felsefi temelde ele alma vizyonunu paylaşanlar arasında görüşleri yayılabilmiştir. Felsefe böylece Avrupa’da temel akademik müfredatın bir unsuru haline gelmiştir.

Yazan : Robert Pasnau
Çeviren: Mehmet Başoğlu
Kaynak: neh

[1] Arapça nṭḳ kökünden gelen manṭiḳ منطق  “konuşma, söz söyleme (sanatı), mantık” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça naṭaḳa نطق  “söyledi, konuştu” fiilinin mastarıdır.
https://www.etimolojiturkce.com/kelime/mant%C4%B1k
[2] The Decisive Treatise

[3] Revivification of the Religious Sciences 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com