• 16 Ekim 2018
  • Merve Karacan
  • 0
Paylaş

Herkes kendi nedenine göre yaşar. Bir ressamın nedeni renkler, bir dansçının nedeni notalardır veya bir astronotun nedeni yıldızların cazibesiyken, bir filozofun nedeni bilme arzusundan başka bir şey değildir. Peki evrenin veya doğanın nedeni nedir? Niçin gözlemlediğimiz bu dünya  böyledir de başka bir şekilde değildir? Her gün gözümüzü açtığımız bu düzende şeyler arasında bir nedensellik var mıdır? Doğanın determinist veya indeterminist işleyişinin bir sonucu olan insan, aklını nedensellik bağlamında bir açıklamayla bozmuş olabilir mi?

İnsan aklı doğası gereği oldukça meraklıdır. Öyle ki algılanan ve sonrasında işlenen bir bilgiyi olduğu gibi benimsemek, cesareti olan zihinlerde ender rastlanan bir durumdur. Ne olduğunu ve ne olmak istediğini bilen her zihin, kendini gerçekleştirme ideali içinde, şeyleri olduğu gibi benimsemektense onları kılı kırk yararak incelemek ve durmadan neden diye sorma cesaretini göstermek; bunun sonucunda da kendini bir açıklama yapmak zorunda hissetmek durumundadır. Elbette bu insan olmanın zorunlu bir özelliği değildir fakat gökyüzüne baktığınızda yıldızların mahiyetine dair −belli bir sınıra kadar da olsa− bilgiye hâkim olmamız veya günlük yaşantımızdaki kolaylıklar böyle düşünen akıllara borçlu olduğumuz bir durumdur.

Merak gereklidir, üstelik ilerleme ve aydınlanma adına da oldukça işlevseldir, fakat olan veya olacak olan her şeye dair bir açıklama çabası insan zihninin kaçınılmaz bir özelliği olduğu kadar bazen yanıltıcı bir hâl alabilir. Immanuel Kant aklın ayakları yere basmayan merakını antinomiler olarak tanımlar. Ruhun ölümsüzlüğü, tanrının varlığı, özgürlük, sonsuzluk gibi konular insan aklını sürekli meşgul eden, insanın düşünmeden edemediği ama bir sonuca da varamadığı, heyecanlı konulardır. Fakat buradaki heyecan, bir ilerleme veya bir açıklama veremeyeceğinden bu konulardaki açıklamalar bizi bir çemberin üzerinde dönüp durmaktan kurtarmayacaktır.

Durum böyleyken insan aklının bu açıklama ve anlama çabası içinde, tesadüfî olanın yeri nedir? Felsefe tarihinin en başından beri, gerek arkhe, gerek devinmeyen devindirici gibi kavramlarla betimlemeye çalıştığımız o kaynağı bulduğumuzda, sanki her şeyin  nasıl böyle olduğunu anlayacakmışız, varlığın örtüsünü kaldırıp hakikati görecekmişiz gibi gelir. Ama insan zihni bütün varoluşun o kaynaktan bağımsız oluşabileceğini, aslında örtünün olmadığını ve bizi şaşırtacak bir “sır” olmadığını düşünmez. Çünkü böyle düşünmek, heyecanı öldürür.

Anlama yetimizin a priori formlarından olan nedensellik, dünyayı teleolojik bir yaklaşım ile algılamamızı sağlar. Doğamız gereği, her şeyi birbiri içinmiş gibi anlamak ve açıklamak isteriz. Eğer zihnimiz böyle çalışmasaydı, şeyleri birbirinden ayırt edemezdik.

Zihnimiz, algıladığı her şeyi kendi amacına göre algılar. Toprağı, salt toprak olduğundan değil, ürün yetiştirme amacına hizmet etmesiyle veya çeşitli anlam yüklemeleriyle anlar ve ayırt ederiz. Burada eleştirdiğimiz bizzat ereksellik değil, erekselliğin bir gerçeklik mi yoksa bir araç mı olduğudur. Ereksellik, başvurulması zorunlu şeydir ama bu durum geçici olmalıdır. Ereksellik ile, problemi görürüz, şeyleri kategorize ederiz; bu hayatî bir önem taşır. Fakat ereksellik, şeyleri görmemde sadece bir araçtır, yoksa şeylerin gerçektende kendinde bir amacı veya düzeni olduğu anlamına gelmez.

Mekanik dünya görüşü ile, her şeyi bir nedene veya bir amaca göre algılamaya başladık ve bu algıda artık belirsiz olan nedensiz olandı. Bu belirsizliği çözümlemek için en iyi yol kuşkusuz bilimdi. Bilimin felsefeden ayrıldığı nokta da burada gibi gözüküyor. Bilim, felsefe ile eş değer olarak, merak kaynaklı doğar fakat bu kaynak ona yeterli gelmeyeceğinden çeşitli argümanlar ve argümanların ispatıyla, şeyleri amacına göre kategorize eder ve anlam yükleyip işlevlerini belirler. Bu durumda bilimin bilim olması için gereken iki ilke vardır: Birincisi; evrensel yasalara ulaşmaktan vazgeçmemek, ikincisi; betimleyebileceğimiz herhangi bir olayı nedensel olarak açıklama çabasından vazgeçmemektir.

Yukarıda bilimin amacıyla ilgili kabule itirazlar duymak mümkündür. Buna en bilindik örnek kuantumdur. Öyle ki kuantum nedensizlik veya belirsizlik ile ilerlenebileceğini, ön deyilerin belirsizlik içermesine rağmen ispatlanabilir olduğunu gösteren bir alandır. Einstein’ın da kabul ettiği ve önemsediği nedenselliğin zorunluluğuna kuantumda rastlanmaz. Kuantuma göre her şey bir nedene göre olmak zorunda değildir, belki cevap tesadüfte veya o belirsizlikte gizlidir. Her şeyi açıklamaya çalışmak, belki de insan zihninin tesadüfe olan musallatlığındandır.

Merkezinde fotonların çıktığı bir kaynak bulunan ve bu kaynağın sağında ve solunda fotonların çarpmasına neden olacak iki duvar olan bir düzenek varsayalım. Bu kaynaktan çıkan ışığın sağ veya sol duyara çarpma ihtimali her iki yön için de 1/2 dir. Fakat, kaynaktan çıkan ışığın sola çarptığını saptadığımızda, diğer ışığın sağa çarpacağı kesinleşiyor. Bu örneği daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse; bir arkadaşınızla yazı tura oynadığınızda, parayı havaya atıp paraya baktığınızda eğer sizin paranız turayı gösteriyorsa, arkadaşınızın parayı atmasına gerek yoktur çünkü ona yazı gelecektir. Peki bu zorunluluk nasıl mümkün olur?

Einstein, bunu kaynakta bir görünmez ilke olduğunu söyleyerek açıklamaya çalıştı. Bu iki fotonun birinin hangi yöne çarpacağı hesaplandığında diğerinin de hangi yöne çarpacağının kesin olarak bilinmesi, kaynakta bulunan görünmez bir ilkenin, bu iki fotonu bir şekilde etkilemesi ile mümkündür. Yani Einstein’a göre bu durumun nedeni görünmez ilkedir. Bu durum tesadüfî olamaz  ve bunu açıklamak, anlamak gerekir.

Diğer yandan Bell, bunun üzerine yazdığı bir makalesinde, orada bir görünmez ilke olmadığını gösterdi. Bu durumun bir nedeni olmak zorunda da değildi veya bu durumun olmasını sağlayan şeyi bilmemek, daha açık bir ifadeyle belirsizlik durumu, bir problem değildi. Kaynakta belli bir etkileşim sonucunda, bu durum pekâlâ olabilirdi, fakat her şeyi açıklamaya çalışmak gibi bir çabanın bilime olan musallatlığından kurtulmak gerekiyordu.

Makro alanda, gerçekten de belli bir düzen ve nedensellik var gibi duruyor. Bir şeyi bir şey içinmiş gibi belli bir ereksellik içinde anlamak ve açıklamak makro alanda sorun teşkil etmiyor. Fakat garip olan şu ki aynı nedensellik mikro alanda geçerli olmuyor. Kuantum fiziğinde belirsizlik ilkesi bağlamında bunu şöyle açıklamak mümkündür: Makro alanda, bir şeyin zamanını bilirsek onun yerini ve hızını bilebiliriz. Yani yol, hız ve zamanın çarpımına eşittir. Fakat mikro alanda, zamanı ne kadar bilmek istersek, enerji ve yer belirsizleşir. Herhangi bir taneciğin yerini belirlediğimizde hızını, hızını belirlediğimizde taneciğin yerini/konumunu aynı anda belirleyemeyiz.

Makro alanda çok rahat gözlemleyebildiğimiz nedenselliğin mikro alanda kendini göstermemesi durumu nedenselliğin ve tesadüfî olanın karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Başımıza gelen bir olayda  bile “Neden böyle oldu?” diye sormadan edemeyiz. Oysa olan şeyin sadece öyle olduğunu hiç bir zihin doyurucu bir açıklama olarak kabul etmez. Şunu belirtmek gerekir ki; nedenselliğin var olup olmaması, insanın içine düştüğü ve cevabını bulamadığı sorulardan biri olarak kalacaktır. Belirsizlik her zaman insan zihni için karanlık bir alan olarak algılanacaktır. Sadece yapılması gereken, gerek günlük yaşantımızda gerek bilim alanında ve gerekse felsefe alanında, zihnimizin açıklama çabasını sınırlı bir şekilde hayatımıza dahil etmek gerektiğidir. Nedenler ve nasıllar veya ne nedenlerin nasılları nasıl etkileyecekleri ile ilgili doyurucu açıklama çabasının kördüğüm olmuş zincirleri, hayatımızda ayrıntıları kaçırmaya, tesadüfün plan içinde yitip gitmesine veya varlığın örtüsünü kaldırdığımızda görmeyi umduğumuz sırrın, sıradanlaşmasına sebep olabilir.

Kaynakça
CASSIRER, E. (2007).  Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Özlem, D.  İnkılap Yayınları: İstanbul.
KANT, I. (2000). Gelecekte Bir Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, Çev: Kuçuradi, İ. ve Örnek, Y., Türkiye Felsefe Kurumu: Ankara.
POPPER, Karl. (1998). Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Çev. Aka, İ., Turan, İ. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.

Yazar: Merve Karacan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Merve Karacan

1992 Kütahya doğumluyum. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Felsefe Bölümü'nde okurken aynı zamanda formasyon eğitimimi tamamladım ve Felsefe Grubu öğretmeni olarak 2016 yılında mezun oldum.