Felsefe bilgeliği ya da bilgiyi arzulamaz, ne hakikatleri öğretir bize ne de yaşamda tutulacak yolları. Denecektir ki kimseyi rahatsız etmeyen bir yalnızlık içerisinde kendisinin ne olduğunu, kim olduğunu kendi kendine sorarak kendini tüketir. Çok çok bazen zenginliklerin artması için yararlı bir fikir ya da bambaşka bir toplumsal düzen düşü yahut yine yatıştırıcı bir metafizik afyon ileri sürer. Filozoflar insanlığın, tarihi boyunca bir yarar görmeden ama büyük bir kayıp da yaşamadan yanında taşıdığı çenesi düşük delilerdir. Dünyayı yorumlayabilirler, kapısında dururlar ve onu hiçbir zaman değiştirmezler. Söylemleri kesilebilir, sessizliğe dönebilir ama dünyanın yüzü kendinde bir değişme görmez. Çünkü nihayetinde sahip olduğu tek bağ, tuhaf bir şekilde kayba bağlanmadır, tüm insan etkinliğini kemiren ve onu kendisinden ayıran kaybı kaybetmeme arzusu, ölümüyle yaşama mızrak saplayan yokluğu bırakmama arzusudur. Öyleyse 2012’de biz de Jean-François Lyotard’ın 1964’te yaptığı gibi, niçin felsefe yaparız diye sorabiliriz. Felsefe yapmak için, her seferinde yeniden anlam boşluklarına, sonradan çocukça bulacağımız bir naifliğe düşmek üzere yola koyulmak için nasıl bir güdü vardı geçmişte ve hâlâ nasıl bir güdü var? Sorulan soru retorik görünebilir. Kendine göndermeli bir soru bu, çünkü telaffuz edilmesi zaten telaffuz edilen sorunun yanıtını veriyor. Yola koyulma sıkıntısına değer mi değmez mi diye sorduğumuzda felsefe yapmaya başlamış oluyoruz. Sözünün kesilmesinden kaygılanmak için konuşmak gerekir, uyanıklık ve yaşam bilmeye çalıştığı uyku ile ölümü in vivo [yaşayan varlıkta] yadsır. Kaybın tehdidi altında konuştuğumuz, eylediğimiz, yaşadığımız için yokluğun mevcudiyeti ortaya çıkardığı, mevcudiyetin yokluğu getirdiği bu döngüden çıkılamaz. Çünkü, diyor bize Lyotard, isteyen eksiksiz değildir ki konuşmadan vermekten, kusursuz bir tamlıktan, düşsüz bir geceden canı sıkılsın. Öyleyse kaçınamayacağımız şu güdüden ötürü felsefe yapacağız: “Eksikliğin mevcudiyetine sözle tanıklık etmek”.
1998’de La Confession d’Augustin’i tamamlanmadan bırakarak ölen Lyotard belki de sadece düşüncenin bıçağı ve yarası, yanığı ve merhemi olan, anlamın oluşturucusu olan bu bitmemişlikle uğraşmıştı. Discours, figure, sonuca varmayı reddettiğini beyan ediyordu, Le Différend paragrafların art ardalığını tarih üstüne tepeden inme bir numarayla kesiyordu. Lyotard’ın her kitabı, konusu bakımından, yazımı bakımından, diğer kitaplarla mesafesi bakımından ayrı bir yer tutar. 1964’ten itibaren, ancak yoklukla yüz yüze gelirsek bir felsefe kırıntısıyla aşılanabiliriz ve onu başkalarına bulaştırmak için, onlara “borç yasası”nı, ödenemez hesabı işittirmek için paradokslu enerjiyi bulabiliriz kanaatindedir. Yapıtı bu kırıntıyı geliştirecektir ama Lyotard’da ondan önce sorgulamanın, öğretmenin ve vuruşmanın iç içe geçmiş olduğu ateşli bir ders gelecek ve ona eşlik edecektir. Tözün ve anlamın olmamasına, çatlağa gösterilen dikkat, zaten sözü delenin şeylerden daha da çok diğerleri olduğunu, toplumsal bütünlükte birliğin onlardan ötürü eksik olduğunu, karşıtların onlardan ötürü gelip anlamın birliğini parçaladığını varsayar. Onlar olmadan muhakemeleri bulandırmak, eylemlere engel olmak, tutkuları hayal kırıklığına uğratmak için eksiklik hiçbir zaman gerçekliğe gelip bir insan dünyası oluşturmaz ve bu dünya, eksikliğini düşünmek, felsefe yapmak için söze başvurmazdı. Yine de sadece boşluğu doldurmak söz konusu ise, felsefe elbette insani olmayan bir dünya, ahenkli bir metafizik düş kurabilir. O zaman mutlak bir Logos içine, paradokslu bir şekilde birleştirdiği şeyden ayrı kalan görülmez bir Bütünün hayali içine kapanır. Lyotard’a göre ideoloji bundan başka bir şey değildir, özerk olduğu, içinden çıktığı eksikliği yücelttiği, başka-yerden, öte-yerden söz ettiği ölçüde öğretilebilir olan bir düşünceler sistemidir. Bu, boşluğu yoksul zihinlerin basit sistemiyle doldurmak isteyen her türlü metafizikten iyidir diyecektir bir Marxçı kendi kendine. “Pratiğe aykırı düşmek” devrimi hedeflemek yerine tözden söz etmek değil, çözümü bu ikisinden çıkarmak, sonun başlangıçta olduğunu, anlamın her zaman kendine ait olup ne olduğunu ve nereye gittiğini bildiğini ileri sürmektir. Çünkü bu anlamı dile getiren ses kendini içerisinde aradığı bu uyumsuzlukların hiçbirini artık ele geçiremez. Öğretmek; kendi kendine sorulan sorular, başkalarına sorulan sorular olmadan, “edilginliğin paradokslu gücünün” ─Lyotard’ın tüm yapıtında tekrarlanan tema─ dünyayı söze getirme gücünün, bir tablo olması için gerçekte eksik olanı, gerçek olması için tabloda eksik olanı söyletme gücünün kendini gösterdiği eksikliğin bu paylaşılan alışverişi olmadan öğretmek ─en azından felsefe öğretmek, din ya da bilim değil─ hiçbir işe yaramaz.
Lyotard işte böyle ders verir, öğrencilere ve yayıncılara kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceklerini öğretirdi, 1984’te Nanterre’de (Le Postmoderne expliqué aux enfants’da yayımlanan bir konferansta) diyeceği gibi, unutmayı öğrenmezlerse eğer. Ama 1964’te, 40 yaşında, kendisi öğrenmiş olduğunu sandıklarını unutmaya, kendisine metafiziği unutturmuş, ama devrimi, onunla da tarihin sonunu umut etmeyi öğretmiş olan militan bir ortodoksluktan kopmaya başlayacaktır. Devrimci erekselliği orada tanıklık edilen kaybı ─sömürü denen o mutlak eksikliği ya da “kendinde haksızlığı”─ kaybetmeden bırakmak, evet ile hayırın, mevcudiyet ile yokluğun belirsiz diliyle konuşmak, yani Marxçılığı Freud’la, tarihsel maddeciliği itkisel bir karşıtlar birliğiyle, toplumsal uzlaşmayı arzunun belirsizliğiyle düzeltmesi gerekeceğini bilmektir. Kısacası, Marx’ın sesine Hegelci bütüncülüğün Hegel’den çıkarıp aldığı gücü, ayrılığı dile getirme gücünü geri vermek. Toplumun kendinden ayrılması, dünyanın tinden, gerçekliğin anlamdan ayrılması. Ama aynı zamanda, Freud’a göre, aşk ile nesnesinin, bir cins ile diğer cinsin ayrılması, çocukluk ile dilin ayrılması. 1964’te “karşıtlıklar” adı verilen bütün bu bölünmeler, Discours, figure’den itibaren yerli yerine oturarak “différences” [farklılıklar] haline gelecek, daha sonra indirgenemez “différends”da [çatışmalarda] köktenleşecektir: Ücret ile sermaye arasında her zamanki, ama aynı zamanda Yahudilik ile Hıristiyanlık arasındaki bambaşka çatışmalar. “Çocukluk” Lyotard’ın otuz yılı aşkın bir süre boyunca sözü temelinden yıkan ve onu yine de ısrarla isteyen bir duyguyu yeniden düşünmesinin adı olarak kalacaktır.
Şu an için, 1964’te nasıl hareket edeceğini bilmeksizin yeniden başlaması gerekmektedir; çünkü çocukluk insanın içindedir, (1984’ün sözcükleriyle) onun “tehdit edici, olanaklı yoldan çıkması, sapmasıdır”. Lyotard kendi “sapmasına”, içerisinde yol aldığı, “yolda” olduğu, felsefe yolunda olduğu Marx ile Freud’dan başlar, arada ders verdiği Sorbonne, “Socialisme ou barbarie” var, sonra (kısa bir süre) vuruştuğu “Pouvoir ouvrier”, 1954’te yayımlanan fenomenoloji üzerine “Que sais-je?”, Freud’u okumayı öğrendiği Lacan’ın semineri, dilbilimle tanıştığı Culioli’nin semineri. Bütün bunların arasında öğrencilerine birliğin kaybını anlatmaya, hem kendi içinde hem öğrencilerinin içinde tamlığın mezarını kazmaya, filozofun sorumluluğunu oraya demirlemeye çalışmaktadır.
Felsefi söyleme can veren çelişik bir tutkudur. Çünkü mutlak yalıtıklığı içinde sahip olma arzusu, sahip olmama, dünyaya batmış, yetersizliğinde asılı kalmış söz olarak kalma isteğiyle ikiye katlanır. Felsefe öğretmek bu belirsizliği ortaya koymaktır. Ama işlemin sonucu, ancak felsefe dersi felsefe “dersi”yse, dinleyicilerin kendi hikâyeleri ve sorularıyla hazır bulunduğu ortamda başlıyorsa hayal kırıklığı yaratacak, böyle olduğu için de öğretici olacaktır. Yani sayım döküm olmayan, çalışılacak bir soyağacı olmayan bir ders, ne dünyada olan (çünkü soru onu dünyadan ayırır) ne dünya dışında (daha önce başka yerde söylenmiş bir sözde) olan, ama Lyotard’ın dediği gibi, kendimizi şeyin içine bırakırken aynı zamanda hakkında yargıda bulunabilmek için koyduğumuz mesafedeki dünyada olan bir ders. Dünyaya, insan dünyasına, onun sürüp giden, mevcut eksikliğine bu “duyarlılık” (1987’nin terimi) olmadan, öğretim kuyumcu sergisinden başka bir şey değildir, hayranlık vericidir gerçi, ama kazancı yoktur. Arzu ile sorumluluk arasında bir gerilimi gerektiren bir kazanç. “Felsefenin tek tek şeylere arzusu yoktur […] Felsefeye herhangi birine sahip olduğu gibi sahip olan, arzudur”, diye ekler Lyotard, kendisini ve tüm insan etkinliğini yakalayan bu hamleye dönüp bakar felsefe. Ama arzu üzerine bu düşünmeden tatmin olursa, düşünce borcunu eksik ödemiş olacaktır.
Lyotard için felsefe 1964’te aynı zamanda praksis’tir, Freud için psikanalizin aynı zamanda bir klinik olması gibi. Önemli olan toplumsal yaşamda eksik olandır, uzlaşmak için değil, hakkını almak için. Marx’ın yapısını “proletarya” adıyla ortaya koyduğu, katlanılmaz hale gelen “mutlak eksiklik”, yerleşik Marxçılığın iddia ettiğinin tersine “toplumun gerçekten ne istediğine” işaret etmez. Öyleyse bu arzunun saydamlığına hakkını teslim etmek, sessizliğine kulak vermek, orada durmakta olan, insanlararası ilişkilerde yer alan gizli, örtük anlamı açıklığa kavuşturma riskine girmek gerekir. Lyotard bu dört konferansın sonuncusunu “felsefe ve eylem”e ayırdıysa, bu, eksikliğin olduğu yerdeki felsefi sorumluluğun dünya karşısındaki siyasi borçtan ayrılamaz olmasından, ikisinin sessizliği söze, edilginliği eyleme dönüştürme bahsine birlikte girmelerindendir.
Burada aynı anda iki kanı var. Biri Merleau-Ponty yoluyla Husserl’den miras alınmış olan, felsefenin dilsiz deneyimi kendi özel anlamının ifadesine taşıdığıdır. Marx’tan miras alınmış diğeri ise, felsefenin değişmesine yardımcı olmak için dünyayı yorumladığıdır. Bunlar sırasıyla söz üzerine üçüncü konferansta ve eylem üzerine dördüncü konferansta konu edilir. İlk konferans Lacan yoluyla Freud’dan miras alınan arzuya, mevcudiyetle her ilişkinin yokluk temelinde gerçekleştiği düşüncesine ayrılır. İkinci konferansa gelince, o, birliğin kaybını ve bu kaybın felsefi çabanın yeniden başlayan tarihinde korunuşunu ortaya koyarak, arzuyu söze ve eyleme eklemler. Doğru sıraya konursa, “niçin felsefe yaparız”ın ele alınışı şöyle gelişir: Felsefenin nedeni arzulamamızdır ve arzu kendini kendi hareketi üzerinde sorgulayarak yinelenir. Bu düşünmenin nedeni birliğin kaybıdır, bize birliğin kendisini de unutturmuş olan bir ilk kaybolmada değil, gerçeklik ile anlamın bir araya gelişinin hep başarısız olduğu, bir daha kaybedilmek için yeniden denendiği bir tarihin açılıp yayılışında. Ne var ki konuşmasaydık, felsefe yapmayacaktık ve hiçbir şey söyleyemeseydik, dünyanın sessizliği söylemi sayıklamaya mahkûm etseydi ya da dünyada içkin bir logos her şeyi zaten söylemiş olsaydı ve sözcükleri bu söyleneni tekrarlamaya adamış olsaydı, konuşmayacaktık. “Dünya bizi çocukluk eliyle giydirir”, filozofu konuşturan, zaten orada olan bir anlama, söylemini bitmemiş kılan, böylelikle de doğru kılan tamamlanmamış bir anlama tanıklık etme “(edilgin) gücünü” ona veren, çocukluğa yakalanmış olmanın yarasıdır. Çünkü dünya bize el koyar, söz dünyayı dile getirerek, eylem de onu değiştirerek dünyaya el koyar. Felsefe yaparız çünkü dünyaya terk edilmişiz, “söylenmiş ve yapılmış olanın adını koyma sorumluluğumuz var”.
Felsefe yapmak bir eksikliği gidermeksizin o eksikliğe kendini bırakmaksa, öğretmek kendisinin anlamadığı şeyi açık kılmaksa, buradaki ders paradoksun kullanılışındaki kadar büyük: Disiplinler arasındaki sınırlar gibi yaşam alanları arasındaki sınırların da yöntemli çiğnenişi, burada gerçekte arzuyu, zamanı, sözü ve eylemi mevcudiyet ile yokluk arasındaki görünmez bir sınırın etrafına düğümlemeye yarar. Yedi yıl sonra bir sonraki yapıt olacak Discours, figure’ün konu edineceği parçalanmayı bilen için, 1964’te kurulan çatının arzuyu henüz çok mutlu, sözü çok kösnül, zamanı çok birleşik ve eylemi çok coşkulu gösterdiğini bilen için ders belki de şahane. Yaşamın yakasını bırakmayan ölüm yakında artık eksiklikte ikamet edemeyecek, gizli bir anlama duyulan inançta önüne geçilemeyecek, “biçimsel olanın” yapısının bozuluşunda ya da “le différend”e damga vuran boğuk seste daha keskinleşecektir. Gelecek düzeltmeler ne olursa olsun, önceden haklıdırlar, çünkü zaten yaşamı boyunca kendine bu eleştiriyi yönelten, düşündüğü şeye dönüp bakan, yapıtının gerçek birliğinin inşa edilmiş sistemdeki, “yeniden bulunmuş” birlikteki tamlıktan değil, birliğin kaybından başlayan arzu olduğuna kendisi kanıt olan birden fazla filozof var: Platon kesinlikle ya da Kant yahut Husserl. Burada söylenenin tersine, yeniden başlamanın sıfırdan olmamasını, naifliğin ölçüsüz bir istek olmasını, Lyotard daha sonra devrim fikrinin kendisi üzerinde gösterecektir. Zamana ilişkin yinelenen çözümlemesi gibi tarihçilerle tartışması da, tarih anlatırken (ne olursa olsun) zincirinden boşanmanın tehdit eden çıkrığı ile birbirine zincirlenmenin frenleyen çıkrığında durduğumuzu söyleyecektir. Kuşkusuz felsefenin kendi sözünü sorgulayacağı, kendi kuralını arayacağı, Lyotard’ın burada dediği gibi, “herkesi rahatsız edeceği” yer de orasıdır.
Jean-François Lyotard’ın Sorbonne’da verdiği konferanslarından oluşan “Niçin Felsefe Yaparız?” kitabının “Sunuş” bölümü
Corinne Enaudeau*
*Janson de Sailly ve Henri IV liseleri (Paris) hazırlık sınıflarında felsefe öğretmeni.
Kaynak: T24