• 13 Aralık 2018
  • Ayşe Bilge Demir
  • 0
Paylaş

Şiddet hakkında okuyup yazmanın içerdiği birtakım zorluklar var. Her şeyden önce şiddeti tanımlamak, sınırlarını çizmek oldukça zor. Bir şeyin şiddet olarak kabul edilmesi için hangi şartları sağlaması lâzım? Suçluları, “delileri” tecrit etmemizi, et yememizi meşru görürken, devletlerarası uzlaşmazlıklarda savaşı anlaşılır bulabilirken, ne gerekçe ile komşumuzun canına ve malına göz dikmeyi şiddet olarak kabul ediyoruz? Şiddeti neden adaletsiz buluyoruz? Şiddet ile iktidar ayırt edilmesi gereken şeyler midir? Bunlar bir çırpıda cevaplanması kolay sorular değil. Felsefe tarihi boyunca da Hobbes’tan Benjamin’e, Hegel’e, Arendt’e, Foucault’ya kadar kimi düşünürler bu sorularla meşgul olmuştur. Şiddet konusu her daim güncelliğini korumaktadır. Bu yüzden belki de Lorenzo Magnani’nin arzu ettiği gibi, ahlak felsefesine nasıl geniş bir alan ayırıyorsak, aynı şeyi şiddet felsefesi için de yapmalıyız.

Şiddet hakkında düşünen filozoflardan, bizim şimdi sözünü edeceğimiz kişi Nietzsche’dir. Nietzsche’nin esas kaygısı şiddeti değerlendirme ihtiyacı olmasa da, yaşamı güç istenci olarak görmesi ve yaşamın dinamiğini meydana getirenin güçler arası çatışmalar ve uzlaşmalar olduğunu söylemesi, onun şiddet hakkındaki değerlendirmeleri için bize bir bakış açısı sağlar. Nietzsche’de inorganik süreçlerden organik süreçlere kadar her işleyiş güç ilişkileri ile açıklanır. İnorganik süreçlerde daha yakın olanla kurulan bir ilişki söz konusuyken organik süreçlerde bu ilişki daha geniş kapsamlıdır. Dolayısıyla bu ilişkileri değerlendirmek daha zordur. İyi birer gözlemci, iyi birer psikolog olmamız gerekir. Bu ilişkilerde söz konusu olan bir gücün diğerine itaati veya diğerini hükmü altına almasıdır. Gücün varlıklar arasında niceliksel olarak dağılmış halde bulunduğunu söyleyen Nietzsche’ye göre güç istencinden kaynaklanmayan bir ilişki söz konusu değildir. Dolayısıyla iyi yürekli davrandığımızda da karşımızdakini yok etmeye yöneldiğimizde de bu, güç istencinden dolayıdır. Bu eylemin iyicil veya kötücül olduğunu söylemek, bizim kendi inşamız olan mantıksal kategorilere göre belirlemeler yapmaktan başka bir şey değildir. Ama Nietzsche bizi mantığımıza pek itimat etmememiz gerektiği konusunda uyarır. Nietzsche bir yargının ancak ve ancak inanca dayalı olduğunu ve bu inancın da hoş olan ya da acı verici olan bir şeyin duyumsanması sayesinde yerleştiğini söyler. Bu durumda, gene Nietzsche’nin çıkarımına göre, bir görüşün huzursuz etmesi, rahatsızlık vermesi, onu yanlış kılmaz. Dünyada olup biten her şey güç ilişkileridir. Birazdan sözünü edeceğimiz gibi, insanın sorumlu bir varlık olduğu iddiası bile doğru değildir. O halde şiddetin kaçınmamız gereken, kötü bir şey olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Fakat yanlış da değildir. Bizim iddiamız ne olursa olsun, yaşam devinmeye ve şiddet zaman zaman görünür olmaya devam edecektir. Mantık güç ilişkilerinin başka, şiddet içermeyen formlarda devam etmesini sağlayamayacağı gibi, bunu başarabileceği iddiasıyla da bizi yanıltır.

İnsanların sorumluluğuna duyulan inanç Nietzsche’ye göre bir başka yanılgıya dayanır: Özgür irade. Sorumlu varlıklar olduğumuz iddiası belli bir tarihin üzerine yükselir. Buna göre ilkin eylemin sonuçları iyi veya kötü diye tanımlanıyordur. Daha sonra bu sıfatlar sırasıyla, eylemin kendisine, insanın güdülerine ve insanın özüne atfedilir (1). (Bu süreçte en büyük rolü Hristiyan ahlakı oynamıştır. Zarar görmekten korkan güçsüz insan, kendisine zarar veren güçlü insandan intikamını özgür irade yalanını uydurarak almıştır.) O halde kimse davranışından sorumlu değildir. Ortada suç olduğunu kabul ettiğimiz durumlarda ne suç ne suçlu vardır. Nietzsche’ye göre bir suçun faili olarak kabul ettiğimiz bir kişiyi cezalandırdığımızda, ona karşı suçluyuzdur. Onu mahkûm ettiğimiz suçun asıl suçlusu, o sırada o eylemin gerçekleşmesini zorunlu kılan koşullarda, yani bütünüyle dünyadadır. Bu durumda aynı zamanda suçlu bizizdir. Nietzsche’nin amacı kimseyi suçlamak değildir. Anlatmak istediği, olan şeylerin olmak zorunda olduğunun ve bu zorunluluğun da masum olduğunun anlaşılması gerektiğidir. Bir kişiyi suçlu ilan etmek tamamen sahtekârlıktır. Kendimizi suçlu hissettiğimiz durumlarda da söz konusu olan aynı sahtekârlıktır. Çünkü bize vicdan azabı yaratan, suçlu olduğumuzu düşündüren şey eylemin başarısızlığıdır. Eylemin başarısı ise genellikle eyleme “vicdanın dürüst pırıltısını” kazandırır (2). Bir suç olduğunu kabul ettiğimiz, haksız bulduğumuz bir davranış, fail açısından suç veya haksızlık gibi görünmeyebilir. Nietzsche, güçlü olanın, güçsüz olanın zannettiği kadar haksızlık ettiğini düşünmediğini söyler. Çünkü o zaten güçlüdür. Onun için, diğerinin canına zarar vermesi akşam hatırlamayacağı kadar önemsiz bir konu olabilir. Bu bize rahatsız edici geliyorsa Nietzsche’nin bu duruma verdiği örnek hakkında biraz daha düşünmek isteyebiliriz: Bu örnek, sivrisinekleri vicdan azabı duymadan öldürüyor oluşumuzdur (3).

Nietzsche bir eylemin ne kadar acı verici olduğu bilinmiyorsa, bu eylemin bir kötülük eylemi olmadığını söyler. İnsanların genelde iyi olduklarını, birine kasten zarar vermekle uğraşamayacak kadar kendileriyle meşgul olduklarını, eylemlerinin tek ilkesinin esenlik olduğunu söyler. Fakat esenliğini, hazzını gözetirken kişinin başkalarına zarar vermesi mümkündür. Ama karşı tarafın acısını hiçbir zaman ölçemeyeceği için eyleminin iyilik kötülük derecesini de ölçemez. Kötülüğün hedefi ötekine acı çektirmek değildir, der Nietzsche, kendimize haz sağlamaktır. Kendimize haz sağlamak için birine acı çektirmemizin kötü bir şey olduğuna inanıyorsak bunun sebebi, yararcı bakış açısıdır, sonuçları dikkate almaktır. Yani misilleme durumundaki olası acıyı düşündüğümüzdendir (4).

Nietzsche’nin şiddet hakkında düşünceleri en çok özgür tin ve bağlı tine dair soruşturmasında ortaya çıkar. Bağlı tinden ahlaka, geleneğe, töreye bağlı olanı, özgür tinden ise ait olduğu gelenekten farklı olanı anlar. Bu bakımdan özgür tin, Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi göreli bir kavramdır. Türün gelişmesi için etkili olan, özgür tinlilerdir. Mevcut olandan bir ayrışmayı ifade ederler. Bu yüzden bağlı tinliler tarafından tehlikeli olarak algılanırlar. Fakat zaman geçtikçe ve özgür tinlinin dünya görüşü hâkim görüş oldukça, tehlikeli algılanan bu insanlar kahraman ilan edilir. Fakat kendi çağı içerisinde özgür tinli, bağlı tinliye göre her zaman daha zayıftır. Bağlı tinlinin ardında gelenek vardır. Tam da bu yüzden Nietzsche güçlü kişilerin zayıflara karşı korunması gerektiğini söyler. Bunun koşulu da “doğa gibi kötü ve acımasız” olmaktır (5). Özgür tinli böylece zorluklardan beslenir ve güç kazanır. Nietzsche güç kazanmış özgür tinliden bahsederken ona, “kültür dehası” der. Kültür dehası, “yalanı, şiddeti, en acımasız bencilliği, kendi aletleriymiş gibi öyle güvenle kullanan birisidir ki, yalnızca kötü, şeytansı bir varlık olarak anılabilir, ama ara sıra ışıldayan hedefleri büyük ve iyidir” (6). Bu durum, özgür tinlinin kullandığı araçların meşrulaştırılmasıdır. Nietzsche, kültür dehasının sahip olduğu bu “dehşetli” enerjilerin, insanlığın tek gözlü mimarları olduğunu söyler. Sadece yıkmakla kalmazlar, fakat yaratırlar da. Nietzsche’nin kendisi de, büyük kayıplar pahasına elde edilecek olsa da yeni bir Rönesans’a beslediği umuttan bahseder (7). Fakat amaçların araçları meşrulaştırdığı böyle bir düşünce dikkatli incelenmelidir. Nietzsche’nin –her ne kadar kız kardeşinin buna etkisi büyükse de– Nazilerle ilişkilendirilmesi, yalnızca bir yanlış anlama diyerek göz ardı edebileceğimiz bir şey değildir. Çünkü Nietzsche, yeni bir şeyin yaratılması için mevcut olanın harcanmasında bir problem görmez. Fakat bu durum Nietzsche’yi ille de bir faşist yapar mı? Bugün değer verdiğimiz inançların zaferlerinin bütünüyle kansız olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu konuda en açıklayıcı cümleler gene Nietzsche’den gelecektir: “Tüm büyük tinsel güçler özgürleştiren etkilerinin yanı sıra ezen bir etkide bulunurlar, ama elbette insanları ezenin Homeros, Kitab-ı Mukaddes ya da bilim olmasında bir fark vardır” (8).

Nietzsche ne yıkımın ne yaratımın olmadığı, her şeyin durağan enerjilere teslim olduğu, hayattan bezmişliğin, donukluğun kol gezdiği bir yaşamdansa, daha enerjik ve korkuda bile bir heyecanın duyumsandığı bir yaşam ister. Savaş yapmayı unutan bir toplum, Nietzsche’ye göre, varoluşunu yitirmiş demektir. Böyle bir toplumun “sadece savaşlara değil, en büyük ve en korkunç savaşlara, –yani zaman zaman barbarlığa kapılmaya–” gereksinimi vardır (9). Savaş ve çatışma hem saldırı gücünün hem savunma gücünün tetikte olmasını gerektirir ve böylece dinç tutar. Savaşa gereksinim duymayan bir halktan ise şöyle söz eder: “Ne kadar dolu ve faal yaşarsak, hayatımızı tek bir iyi duygu için vermeye o kadar hazır oluruz” (10). Böyle hisseden bir halk daha fazla yaşamak adına yaşamın dinamiğini katletmemiştir. Donuk olmadığı için bu donukluğu aşmak için savaşa da ihtiyacı yoktur. Son tahlilde “önemli olan ebedi yaşam değil, ebedi canlılıktır” (11).

Sonuç olarak Nietzsche’nin şiddeti, yaşam gücünün yükselmesi için bir araç olarak olumladığını söyleyebiliriz. Güç istenci olan bir yaşamda yaşamak, daha fazla güç için harekete geçmektir. Bu durum bizi kaçınılmaz olarak çatışmalara sürükler. Bu çatışmaların ortadan kalkması taraflardan birinin itaatine bağlıdır. Bu itaatin zor yoluyla ya da uzlaşma yoluyla sağlanıyor olması, ilişkinin şiddete dayandığı gerçeğini değiştirmez. Çünkü diğerinin iradesini özümser ve kendi irademe tabi kılarım. Bu, aşk gibi bütünüyle sevecen duygularımıza bağladığımız türden ilişkilerin de bir şiddet ilişkisi olduğu anlamına gelir. Şiddete ıstırap verdiği için karşı oluşumuz onu kötü kabul etmemize yol açsa da şiddet ne iyi ne de kötü, fakat gerçek bir şeydir. Şiddete hakkımızı ihlâl ettiği gerekçesiyle karşı çıkmak da bir şey ifade etmez. Çünkü Nietzsche hakkı, kazanılması gereken bir şey olarak görür ve bu mücadele de bir şiddet ilişkisine yol açacaktır. Bu durumda güç istenci olarak anlaşılan bir yaşam, her yanında şiddet olan bir yaşamdır. Gene de Nietzsche şiddeti güç istencinin kötü bir yanı olarak görür ve sıkışan kuvvetlerin birden boşalmasına benzetir: “Gücün kötü yanı hiç düşünmeden başkalarının canını yakar, şiddetle belli edilmek zorundadır; zayıflığın kötü yanı ise acı vermek ve acının izlerini görmek ister” (12).

Güç sürekli artmaya yöneliyorsa ve yaşamın özü güç istenci ise, o halde gücü azaltan her şeyle savaşmak gerekir. “Yaşam şudur öyleyse: Ölene ve sefile, eskimişe hiç saygı duymamak? Daima bir katil olmak?” (13). O halde Nietzsche, şiddeti olumlarken yaşamı da olumluyordur. Korkaklığı ve güçsüzlüğü yüzünden, güçlü olana tepki gösteremeyen ve intikamını Hıristiyan ahlakı ile alan kölenin, gücü günah, güçlüyü günahkâr ilan etmesi ile savaşır Nietzsche. “Bireyin kendisini şiddete karşı korumak zorunda kaldığı, bu amaçla da şiddet uygulayan bir insan durumuna geldiği, bütün çağların en uzunu olan bir korku çağı” (14) ile karşılaştırıldığımızda, bugün Hıristiyan ahlakının mirasını taşıyan insanın düşçü olduğunu söyler. Bu düşçülük bedensel ve psikolojik acıdan kaçındığımız için acıya biçtiğimiz karakterde ortaya çıkar. Acıyı yaşamadığımız için, acı düşüncesine bile katlanamaz hâle geldiğimizi ve sonunda varoluşa sitem ettiğimizi söyleyen Nietzsche, ortada gerçekten bir sefalet varsa bunu yaşamanın daha pozitif bir tutum sağlayacağını düşünür. Ahlaka olan bağlılığımız yüzünden yaşamı bir ıstırap gibi deneyimlemeye son vermemiz gerekir. Istırabın esas kaynağı şiddet değildir, şiddetten korku duymaktır, ahlaktır. Ahlak yaşamın önüne set çeker ve tehlikeyi bu setin sınırları dışında tutar. Fakat aynı zamanda yaşamın yaşanabileceği pek çok biçimi de sınırları dışında tutar. Nietzsche, insanın hayvanî doğasından ayrılması için metafiziğin, dinin, ahlakın zincirlerine vurulduğunu söyler (15). Eğer insan hayvan ile Üstinsan arasında bir köprü ise bu zincirlerin kırılması gerekir. Bundan sonra nasıl bir şekilde davranılacağı, ahlakın veya dinin ilkelerine göre değil, kişinin kendi ilkelerine göre belirlenecektir: “Savaş, özgürlüğe eğitir. Nedir ki özgürlük? Kendinden sorumlu olma istencine sahip olmak” (16).

DİPNOTLAR
(1) İnsanca Pek İnsanca1, s. 39.
(2) a.g.e., s. 68.
(3) a.g.e., s. 81.
(4) a.g.e., s. 103.
(5) a.g.e., s. 233.
(6) a.g.e., s. 241.
(7) a.g.e., s. 244.
(8) a.g.e., s. 262.
(9) a.g.e., s. 477.
(10) Gezgin ile Gölgesi, s. 187.
(11) İnsanca Pek İnsanca2, s. 408.
(12) Tan Kızıllığı, s. 371.
(13) Şen Bilim, s. 26.
(14) Şen Bilim, s. 48.
(15) Gezgin ile Gölgesi, s. 350.
(16) Putların Alacakaranlığı, Zamana Aykırı Birinin Göz Gezdirmeleri, s. 38.

Kaynakça:
NIETZSCHE, F., İnsanca Pek İnsanca-1, İş Bankası Yay., İstanbul, 2017.
NIETZSCHE, F., İnsanca Pek İnsanca-2, Say Yay., İstanbul, 2017.
NIETZSCHE, F., Güç İstenci, Say Yay., İstanbul, 2017.
NIETZSCHE, F., Putların Alacakaranlığı, İş Bankası Yay., İstanbul,2017.
NIETZSCHE, F., Şen Bilim, Say Yay., İstanbul, 2017.
NIETZSCHE, F., Gezgin ile Gölgesi, Say Yay., İstanbul, 2013.
NIETZSCHE, F., Tan Kızıllığı, Say Yay., İstanbul, 2017.

Yazar: Ayşe Bilge Demir

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Ayşe Bilge Demir

1993 yılında Gaziantep’te doğdu. 2016 yılında Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 2017’den bu yana Ankara Üniversitesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim dalında yüksek lisans eğitimi alıyor. Nietzsche’de şiddet üzerine yazacağı tezle ilgileniyor. Bu dönem toplumsal cinsiyet, insan hakları, etik- estetik devinimler hakkında okuyor. Her dönem Philip K. Dick okuyor. Başlıca ilgi alanları fizyoloji, psikoloji, politika, sanat tarihi, astronomi.