Düşünbil Portal

Özgürlüğün iki uğrağı: Kant ve Nietzsche

Paylaş

Özgürlük nedir? Platon’la başlayıp Bauman’a gelinceye kadar, insan felsefesi, etik, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi ya da toplum felsefesiyle ilgilenen hemen her filozofun bir şekilde sorduğu ve cevabını verdiği bir soru… Çok sayıda filozof söz konusu sorunla ilgilenmiş ilgilenmesine, ancak özgürlükten bahsedildiğinde, adı anılması gereken, adı anılmadan geçilmeyecek filozoflar vardır. Platon, Aristoteles, Spinoza, Hume, Kant, Marks, Nietzsche, Sartre ve Bauman…

Ancak soruya, önemli tespitler yapan iki filozoftan hareketle cevap verelim; Kant ve Nietzsche… Bunun nedeni Kant’ın, özgürlük sorunu için olmazsa olmaz bir tespit yapmış olması, Nietzsche’nin ise, bu tespittin devamını getirecek kimi belirlemelere dikkat çekmesidir.

Immanuel-Kant-2-300x369

Kant özgürlük meselesini, 17. Yüzyıldan bu yana adeta gelenek haline gelmiş olan nedensellik kavramı çerçevesinde ele alır. Kant için nedensellik, görüsü olmayan, dolayısıyla duyusallığa verilmeyen, anlama yetisinin a priori bir kategorisidir. Dolayısıyla nedensellik, deneyi aşan, ama bütün deney nesnelerine uygulanabilen epistemolojik bir kavramdır. Bu tespit, bizi bir deney alanının varlığından haberdar eder, ama deneyi aşan bir alanın varlığı ya da yokluğu konusunda hiçbir beyanda bulunmaz. Deney alanında bulunan, ama henüz bilgi nesnesi olmamış olan şey görünüştür, görünüşlerin anlama yetisinin kategorileri altına alınıp düzenlenmiş, dolayısıyla bilgi nesnesi olmuş hali ise fenomendir. Nedensellik, yalnızca fenomenlere uygulanabilir. Durum bu, fakat bu tespit, sadece bir fenomenal alanın var olduğuna, başka bir alanın ya da başka türden şeylerin olmadığına dair bir tespit değildir. Ancak bundan, söz konusu tespitin, başka bir alanın ya da başka türden şeylerin varlığına yönelik bir imada bulunduğu sonucu da çıkmaz. Burada söylenebilecek tek şey, sadece fenomenlerin bilgi nesnesi olduğudur, sadece fenomenlerin anlama yetisi kategorileri aracılığıyla düzenlenebildiğidir. Ne ki bu, aynı zamanda bir koşuldur; eğer fenomenal alan dışında başka bir alan varsa, onun olsa olsa numenon tarzında olabileceğini gösterir. Duyusal görünün nesnesi olmayan ya da duyusal olmayan bir görünün nesnesi olan bir şey… İlk türden bir nesne türünün varlığından haberdar olma olanağımız yoktur, ikinci türden bir görümüz ise bulunmamaktadır.

İşte Kant için bütün mesele, özgürlüğü, fenomenal alanda geçerli olan nedensellik kategorisiyle ilişkisini tespit etmektir. Şimdi, özgürlük bir fenomen olamaz, çünkü duyusal görünün nesnesi değildir. İnsanın pratik dünyasıyla ilgili duyusal görüye verilen şeyler, tutumlardır, eylem ve edimlerdir. Oysa özgürlükten, bütün bunların gerisinde duran bir imkân olarak söz edilebilir. O, tanrı ve ruhun ölümsüzlüğü gibi aklın bir idesidir. Görüsü olmayan, duyusallığa verilmeyen, deney aracılığıyla ulaşılamayan bir şeyin anlama yetisi kategorileri altına alınıp düzenlenmesi söz konusu değildir. Ve anlam yetisinin kategorileri aracılığıyla düşünülmeyen şeye dair teorik bir bilgiden söz etmek olanaklı değildir. Özgürlüğe ilişkin bir bilginin mümkün olduğuna dair her görüşün sonucu antinomiye düşmektir. Antinomiler, teorik aklın çelişen yargılar karşısında düştüğü bir durumdur. Antinomide özsel olan şey, iki karşıt yargıdan birinin kabul edilmesi halinde diğerinin de kabulünün kaçınılmazlığıdır. Özgürlük söz konusu olduğunda, antinomi özgürlüğün varlığı ve yokluğuna dair sav ile karşısav arasında içinde çıkılamaz gerilim olarak tanımlanır. Sav şudur: “Doğa yasalarına bağlı nedensellik, dünyadaki bütün görünüşlerin çıkarılabileceği tek nedensellik değildir. Bu görünüşleri açıklamak için başka bir nedenselliği, özgürlükten gelen bir nedenselliği de kabul etmek gerekir.” Sava göre, her şey doğa nedenselliğine göre olup bitseydi, her olay bir önceki olayın sonucu olacağından, hiçbir başlangıç olamazdı. Bu ise, nedensellik ilişkisinin tamamlanamazlığı, her şeyin nedeni olan belirlenmemiş bir nedenin olanaksızlığı anlamına gelecektir ki bu, deney dünyasının varlığının açıklanamazlığı anlamına gelir. Buna karşılık karşısav şu şekildedir: “Özgürlük yoktur; dünyadaki her şey doğa yasalarına göre olup biter. Karşısava göre, özgür nedenin mümkünlüğü, bir şeyin kendi öncesiyle ilişkisin olmaması anlamına gelir ki bu, nedensellik fikriyle çelişir. Sav ile karşısavın kanıtları birbirlerinin mümkünlüğüne bağlı olduğundan, sav kabul edildiğinde karşısav, karşısav kabul edildiğinde ise sav da kabul edilmiş olur.

Özgürlüğe dair bir bilgi mümkün değildir mümkün olamamasına, ama bu, özgürlük hakkında söz söyleme yetkinin tamamen elimizden alındığına dair bir veri olarak alınamaz. Pratik bir dünyanın varlığı, insanı, özgürlük hakkında arayışa çıkmaya zorlar. Zira “pratik, özgürlük aracılığıyla olanaklı olan her şey” olarak tanımlanır. Bu demektir ki, insanın istemesi, iradesi, eylemde bulunması söz konusuysa, özgürlüğü bir şekilde hesaba katmak zorunludur. Pekâlâ, ama bu zorunluluğun temelinde ne var? Fenomenal alan, bilgisi mümkün olan alan, nedenselliğe bağlı bir alandır. Burada her şey doğa nedenselliği tarafından belirlenir ve olup biten her şey zorunlulukla olup biter. Bu yüzden tamamen doğa nedenselliğinin hükmü altında olan oluşların, hareketlerin gerisinde bir istenç yoktur. Beden varlığı olarak insan fenomenal alanın bu işleyişine tabidir. Ne ki insanın pratik dünyası, onun bundan daha fazla olduğunu gösterir. İnsan tamamen doğa nedenselliğine bağlı değildir, dahası insanın doğa nedenselliğine kendini dayatan bir yönü vardır. Doğa nedenselliği dışında eylemde bulunmak nedensiz eylemde bulunmak demek değildir, başka bir neden tarafından güdülenmektir. İşte bu neden, başka türden bir yasadır, doğa yasasından farklı olan bir yasadır.  Ahlak yasası… Saf a priori bir ilke olarak ahlak yasasına dair, Pratik Aklın Eleştirisi ile Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde gösterildiği gibi, evrensel ve zorunlu bir bilgimiz vardır. Ve bu bilgi, insanın, ahlak yasasına göre eylemde bulunma imkânı taşıdığında göre, doğa nedenselliğinden gelmeyen bir nedensellik tarafından belirlenen bir istemenin taşıyıcısı olması gerekliliğini bildirir. Bu gereklilik bir özerklik ifadesidir ve özgürlüğü varsaymaya zorlar. Özgürlük ahlak yasasının varlık nedenidir, ahlak yasası ise özgürlüğün bilinme nedeni… Bir ahlak yasasının teorik bilgisi mümkün olduğuna göre, özgürlüğün varsayılması zorunludur.

Özgürlük, koşulsuz bir buyruk olarak iş gören ahlak yasanın olanağının koşuludur. Evet, ama bu ne anlama gelir? Şimdi “isteme, akıl sahibi olmaları bakımından, canlı varlıkların bir tür nedenselliğidir ve özgürlük bu nedenselliğin, onu belirleyen yabancı nedenlerden bağımsız etkili olabilme özelliği…” olarak iş görür. Buna göre, özgürlük, istemenin doğa nedenselliği tarafından belirlenmeme olanağını taşımasıdır. Ancak bu, yalnızca negatif bir belirlemedir; yani istemenin ne tarafından belirlenemeyeceğini gösterir. Bu yüzden özgürlüğün bu türüne negatif özgürlük denir. Ne ki belirli bir şey tarafından belirlenmemek, hiçbir şey tarafından belirlenmemek demek değildir. Demek ki negatif özgürlük, örtük de olsa, başka bir belirleyicinin olanağına işaret eder. İstemenin doğadan gelmeyen belirleyici bir nedeni de vardır. Nedir bu neden? Yasadır. Fakat doğanın yasası olmayan bir yasa… Pekâlâ, ama ne yasası? Ahlak yasası… Öyleyse özgürlük, istemenin ahlak yasası tarafından belirlenmesidir. İşte bu, pozitif anlamda özgürlüktür. Kant’ın terimleriyle ifade edilirse, pozitif anlamda özgürlük “…istemenin kendi kendine yasa olma özelliği…” olarak tanımlanabilir. Böylece ahlaklılığın ilkesi, sonunda özgürlük idesine bağlanır ya da “özgürlük idesine indirgenir.” Ancak Kant’ın genel felsefesi içinde bakıldığında, özgürlük yalnızca aklın bir idesidir, bir fenomen değildir.

Demek ki ahlak yasası sonunda özgürlük idesine indirgenir. Bu ide, insanı bir nesne olmaktan kurtararak ona bir anlam yükler. Özgürlük, insanın yalnızca fenomenal alanın değil, aynı zamanda noumenal alanın da üyesi olduğunu gösterir. Başka bir deyişle, akıl sahibi varlık kendini düşünce varlığı olarak, anlama yetisinin dünyasına ait sayar ve sırf buna ait etkide bulunan bir neden olarak nedenselliğini isteme olarak adlandırır. Ama o aynı zamanda, bu nedenselliğin sırf görünüşleri olarak eylemlerinin olup bittiği duyular dünyasının bir parçası olarak kendisinin bilincindedir. Bu yüzden sırf anlama yetisinin dünyasının bir üyesi olarak insanın bütün eylemleri, saf istemenin özerkliği ilkesine; saf duyular dünyasının bir parçası olarak ise, eylemleri arzuların ve eğilimlerin doğal yasasına, dolayısıyla doğanın yaderkliğine tamamen uygun olabiliyor. Ancak anlama yetisi dünyası, duyular dünyasının temelini, dolayısıyla yasalarını da içerdiğinden, böylece isteme bakımından yasa koyucu olduğundan, düşünce varlığı olarak insan, anlama yetisi dünyasının yasasına, yani aklın yasasına, yani istemenin özerkliğine bağlıdır. O halde özgürlük, yasanın olanağının koşuludur. Kant, ahlak yasasının olanağını özgürlüğe şu şekilde bağlar:

Kant, ahlak yasasının varlık nedeni olarak özgürlüğü gördüğüne göre, olanaklılığı a priori olarak bilinen tek ide özgürlüktür. Ne ki bu olguya rağmen, özgürlük, insanın eylemlerini doğal zorunluluk yasasının dışına çıkarmaz. İnsanın özgürlük yasasınca belirlenen eylemleri, insanın doğal zorunluluk alanına aşkın olmasını gerektirseydi, insanın fenomenal alandaki varoluşunun olanağı kalmazdı. İlk bakışta durum, ya doğal zorunluluk ya da özgürlük gibi bir ikilemle karşı karşıyaymışız gibi duruyor, fakat Kantçı felsefe içinde bu ikilemin üstesinde gelmenin bir yolu vardır. Kavramsal bir ayrımı yapmayı gerektiren bir yol… Görünüşü kendi başına şeyden ayırmakla… İnsan söz konusu olduğunda, görünüş, onun zaman içinde belirlenebilir olan varoluşudur. Ve bu, doğa nedenselliğine bağlıdır. Buna karşın kendinde şey olarak insan, zaman belirlenimi altında değildir. Ve bu yönüyle insan özgürlük yasasına tabidir. Böylece bir ve aynı varlık hem görünüş hem de kendi başına şey olarak bir yandan doğa nedenselliğine tabidir, diğer yandan özgürlük yasalarının belirlenimi altındadır. Bu, özce şu anlama gelir: insan doğanın işleyişini bozmadan özgürce eyleme olanağına sahiptir. Özgürlük ile doğal zorunluluk kavramını bir ve aynı varlıkta bir araya getiren bu ayırım, uygulamada, eylemlerle birleştirildiğinde kimi zorluklar çıkarabilir, ancak iki doğanın birbiri üzerinde etkilerinin olduğu olgusunu da gözler önüne serer. Doğa yasaları, sadece doğaya ait varlıkların hareket tarzlarını değil, aynı zamanda insanın istemesini, dolayısıyla bütün “eylemlerini” de belirleyebilir, ama aklın yasası da kendini doğa yasasına dayatabilir; çünkü düşünülür dünya, duyulur dünyanın yasalarını da içerir. Pratik aklın teorik akıl karşısında üstünlüğünün nedeni budur. İnsan eylemleri açısında bakıldığında, özgürlükten gelen nedenin, doğa nedenselliğine karşı bir üstünlüğü…

Kant’ın pozitif anlamda özgürlüğünün Kant felsefesi açısında önemli bir yer vardır, ancak her filozofun söz konusu özgürlük görüşüne karşı söyleyecek sözleri mutlaka varır. Buna karşın negatif anlamda özgürlük görüşü, özgürlük hakkında söz söylemiş hemen her filozofun varsaydığı ya da varsaymak zorunda olduğunu bir tespittir. İnsanın doğa yasası dışında eylemde bulunma ve isteme imkânına sahip olduğunu şu ya da bu şekilde varsaymayan bir özgürlük görüşü olamaz; çünkü kavram, özü gereği, insanın tercihte bulunmasını, seçim yapmasının zorunluluğunu gerektirir.

(İllüstrasyon: Francesco Messina)

Nietzsche söz konusu tespitin, negatif anlamda özgürlüğe dair Kantçı tespittin devamını getiren bir özgürlük görüşünü savunur. Nietzsche’nin, sürü insanı ve üst insan olmak üzere iki tip insandan söz ettiğini biliyoruz. İşte özgürlük ve karşıtı –Nietzsche için gelenekçilik ya da toplumculuktur– bu insan görüşü temelinde ele alınır. Sürü insanı, en genel biçimiyle ifade edilirse, sorumluluk yüklenmeyecek kadar tembel, “hayır” diyemeyecek kadar korkak ve nihayet çaba sarf edemeyecek, ayakları üzerinde duramayacak kadar zayıf bir insan tipidir. Haliyle hep bağımlıdır. Ama neye? Geleneğe… Bu nedenle Nietzsche felsefesinde özgür olmayan tip ya da köle tip ya da daha teknik bir ifadeyle sürü tip, başkalarından kopamayan tiptir. Pekâlâ, ama ne demektir başkalarına bağımlı olmak? Eylemler, isteme bakımından, yani yaşamı şekillendirme bakımından bir guruba bağımlılık olmak anlamına gelir. Ve bu konuda bağımlı olmak, bağlı olunan gurubun değer yargılarından başka hiçbir şeyi değer olarak görmemek demektir. Hal böyle olunca, sürü insanı, yani özgür olmayan insan, hayatı ve insanları –tabi onların eylemlerini, tavırlarını, tutumlarını, edimlerini de– hep bağlı olduğu gurubun değer yargıları bağlamında değerlendirir. Değerlendirmek, insanın ilke edimidir Nietzsche için. İnsan değerlendirerek yaşar. Sürü insanı bazı değer yargılarını mutlak değer olarak görünce, aslında ezbere değerlendirme yapan bir konum benimsemiş olur. Haliyle yeni şeyler düşünmez, kendi gözleriyle görmez… Duyularını askıya almış bir insan olarak, kendini herhangi bir alılmayıcı varlığa indirger. Bu nedenle sürü insanının yaptığı asıl şey, kendini onaylamak değildir, başkalarının, kendisi gibi olmayanların yaptıklarını kötü ilan etmektir.

Ne ki sürü insanın tutumu, yegâne insani tutum değildir. Bunun karşısında üst insan ve onun perspektifi vardır. Kimdir üst insan? Asıl olarak, üstünlüğünün ilk bağlayıcı halkası olarak realiteyi olduğu gibi görmeyi göze almasıdır. Hayatı kendi beklentileri doğrultusunda görmeye çalışmaz, her neyse o olarak görür. Bu nedenle hayata “evet” der. Hayata “evet” diyen bu insanın perspektifinin gerisinde, gurupların değer yargılarını benimsememe yatar. Başka bir deyişle, üst insan, yani özgür insan hiçbir ahlaki yargıyı benimseyerek onunla hayata bakmaz. Fakat bu özgür insanın her türden değeri reddettiği anlamına gelmez. Üst insan bir nihilist değildir, sadece benimseyici, pasif, her şeyi onaylayan bir değildir. Nihilist belirli değer yargılarını değil, genel olarak değerleri reddederken, üst insan sürünün, gurupların, toplumların şimdiye kadar değer olarak sundukları şeylerin değer olmadığını ilan eder. Ancak burada durmaz, ilerle… Şimdiye kadar değer olarak sunulan şeyler değer değildir, ancak değerler vardır ve onun yapmaya çalıştığı şey olduğunu işleri sürdüğü değerleri keşfe çıkmaktır. Bir yolcudur özgür insan. Kendini ve hayatı anlamaya doğru yola çıkmış bir yolcudur. Bu nedenle Nietzsche için özgür insan, değerler yaratan ve değerlere ad veren insandır. Onun yaptığı, eylemlerini, istemesini, tavırlarını, tutumlarını ve edimlerinin belirleyicisi, efendisi olmaktır. Özgür insan, pasif değil aktif olan, benimseyen değil yaratan, gösterileni görmeye çalışan değil gözlerini uzaklara diken kişidir.

Kant’ın negatif anlamda özgürlüğü, insanın salt bir doğa varlığı olmadığını, pozitif özgürlüğü ise, insanın ahlak yasasını yapan ve ona uygun bir yaşam kuran bir varlık olduğunu bildirir. Nietzsche ahlak yasasının yerine değer yaratma ve değerlere ad koyma edimini koyar. Kant’ın insanın salt doğaya bağımlı bir varlık olmamakla, insanın eylem ve istemelerinin duygu ve dürtülere zorunlulukla bağlı olmadığını bildirirken, Nietzsche, insanın her şeyden önce, gelenekten kopmasının zorunluluğuna vurgu yapar. Bu nedenle Nietzsche, aslında Kant’ın özgürlüğünün yokluğu olarak gördüğü doğaya bağımlılığı inkâr etmez, yetersiz bulur. Zira geleneğe bağımlılığın, en az doğaya bağımlılık kadar insanın kendi olanaklarının kullanımı önünde bir engel olarak görür. Olanaklarını kullanmayan insan değer yaratamaz. Ve doğandan kopmak, zaten değerler yaratmaktır.

Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün “Üç Değişim Üstüne” adlı başlık altında anlatılan şeylerin bu denli ün kazanmasının altında özgürlüğe dair bir metafor olması yatar. Orada Zerdüşt şöyle konuşur: “Ruhun üç değişimini anlatacağım size: ruhun nasıl deve, devenin aslan, aslanın da, en sonu, çocuk olduğunu.” Bu ünlü benzetme, bize bütün bildiklerimizi ters çevirtir. Gündelik hayata, insanın çocuk ruhluluğunda deve ruhluluğa giden bir yaşam ve sorumluluk sürecine muhatap olduğuna inanırız, ancak Nietzsche her insanın maruz kaldığı geleneğin yükünün taşıyan bir deve olarak hayata başladığını düşünür. Her birey, bütün değerlendirmelerinde, hayata dair bütün beklenti ve hedeflerinde, içinde yaşadığı geleneğe bağımlıdır. İnsanın hayatla bağ kurma biçimi böyledir. Bu nedenle bütün sorumluluğu, geleneğin değerlendirme tarzına göre hayata bakmaktır. Geleneğe karşı olan her eylemi, tavrı, argümanı yanlış veya kötü, ona uyan her şeyi ise doğru ve iyi olarak değerlendirme konusun bir tür bekçilik yapar. Fakat zamanla geleneğe bağlı olmanın, kendi insanlığından, kendi yetenek, beceri ve kapasitelerinden bir şeyleri eksilttiğini fark eder ve yükü sırtında atmak ister. Develikten kurtulmak isteyen ruh, yükü sırtında atmak için güçlü olmak, en azından yükten sıyrılmasına katkıda bulunacak kadar güçlü olmak zorundadır. Böylece aslanlaşır. Aslan ruhlu insan, gelenekten kopar, geleneğe “hayır” der, ama her şey bitmiş değildir. Reddetmek, bir şey yapmak demek değildir. Her şey reddetme aşamasında kalırsa, nihilistleşerek ya berduş olur ya da intihar eder. Ve buna katlanmayan ruh yaratmak ister. Yaratıcı ruh, her şeyi kendi gözleriyle görmek, her şeyi kendi zihninin perspektifiyle değerlendirmek zorunda olduğu için, adeta boş bir levha gibi olmalıdır. Bu yüzden çocuklaşır, çünkü çocuk kültüre tamamen maruz kalmamış, kültür tarafından zihni bulandırılmamış, gözleri kapatılmamış olan kişidir. Çocuklaşan ruh, yaşamı, hayatı, dünyayı yeni bir perspektifle değerlendirme imkânı kazanmakla özgürleşmiş olur.

Bu yazı Yavuz Adugit’in internet sitesinden alınmıştır.


Paylaş
Exit mobile version