Nesne ile özne arasındaki ilişki, öznenin nesneye yüklediği anlamla başlar. Lâkin bir anlam kapsamında olmasa bile nesnenin varlığı yadsınamaz. Özne olan (insan) ihtiyaçları dahilinde kurduğu ilişki ile nesneye kendi hayatında var olma durumunu sağlar. Bunun içindir ki; gerçekte var olan fakat o anda herhangi bir işimize yaramayan nesne, zaman içerisinde sanki hemen o ihtiyaç anında yaratılmış gibi bir farkındalık oluşturur.
Nesne, ihtiyaç veya algı tarafından seçilerek öncelikle zihnimizde bir yer bulur. Sonrasında davranış edimlerimizin yöneldiği bu nesne ve bize kattığı değerler, artık dışımızda hiç bilmediğimiz değil bizzat deneyimleyip kendi yaşam sınırlarımıza kattığımız bir parçamıza -özne parçasına- dönüşür. Örneğin, bir taşın taş olma ve bir yamacın kenarında bulunma durumunun gerçekliğini nasıl yok sayamıyorsak, bu taşın ilgi alanımız içerisine girdiği esnada var oluverdiğini de iddia edemeyiz. Tek anlamlı çıkarım, o taşın sizden habersiz orada olma ve bulunma halinin başka bir gerçekliğin hikayesini oluşturduğudur. Başka bir şekilde açıklamak gerekirse, ihtiyaçların oluşturduğu tekil bakış açısı aslında var olan ancak öznenin farkındalık sahasına girmeyen objeyi tanımlamaktan acizdir. Bunun için var saydığımız ve yaşam alanımıza dahil ettiğimiz nesne ile bizim aramızda gözlenebilir, hissedilebilir ve bizi değiştirebilir bir ilişki söz konusudur.
Gözlenebiliyor olması, varlığa bir mevcudiyet kazandırır ki bu o nesnenin olma durumunu açıklar. Hissedilebiliyor olması, o varlığa bir anlam kazandırır ki bu da o nesnenin bulunma durumudur. Son olarak bizi değiştirebiliyor olması o nesnenin sürdürülebilirlik ilkesi ile bizim algılayışımıza bağlı olması ile açıklanır. Gelin bu açıklamaları özne (insan) ile belirli bir nesne (para) arasındaki ilişkiyle genişletmeye çalışalım.
Para günlük rutinlerimizi karşılamak için gerekli olan ve aracı hizmetleri yerine getirsin diye bulduğumuz nesnel bir kavramsallaştırmadır. Her ne kadar insanoğlu bu kavramı hayatının merkezine alarak öznel bir varlıkmış gibi davransa da…
Bir bebeğin doğduğu ve içine girdiği mekânı anlamlandıramadığı bir anda içi para dolu bir beşiğe yatırılması ile öz farkındalığını elde etmiş bir yetişkinin içi para dolu bir yatağa yatması aynı şey olmasa gerek. Burada bilincin aktif rol oynaması göz ardı edilmemek suretiyle söylemek istediğim şudur: Biz bir nesneye hangi anlamı yüklersek o anlamla birlikte yaşamımıza girdiği ve biz o anlamdan sıkılana kadar hayatımıza eşlik ettiği bir gerçektir.
Nesnenin olma, bulunma ve sürdürülebilirlik durumları bebeğe bir anlam ifade etmese de -bilinçli bir farkındalık hali hariç- bir yetişkine çok şey ifade edebilir. Zira olma halinin kişinin kendi dışında fark edemediği başka bir gerçeklik hali olduğundan bahsetmiştik. Birde bu ilişkiye özne-özne arasından bakalım.
İnsanevladı yaklaşık 50 bin yıl önce bilişsel bir uyanışla farkındalık baharına merhaba dedi. Bu selamlama ile birbirine karşı daha koşullu, nesnel ve endemik bir ilişki içinde iken farklı bir anlayışın var olduğunu kavrayıp daha esnek, öznel ve ekstrem bir yapıya büründü. Bütün bu değişimler insan zihninde farkındalığın artmasına, bilişsel ve kollektif bir bütünlük oluşturmasına neden oldu ve tüm insanlığı içine alan toplum kavramı da bu zamanlarda gelişti.
Bireysellikten gruplara, gruplardan kabilelere, kabilelerden daha büyük ve organize olabilen topluluklara evrilen insanlık, kendi gerçekliğinin dışında olma halindeki nesneye bir anlam yükleyip ona bir amaç edindirme vesilesiyle araçlar üretti. Aynı amacı kendinin dışında başka bir anlam bütünlüğü oluşturan diğer bir özne (insan) için de oluşturdu. Böylece insan ilişkileri adı verilen kavram daha da önemli bir hale geldi.
Özne-nesne ilişkisinde olduğu gibi insanın yine kendi gibi farklı bir farkındalık boyutunda olan diğeri için olma durumu değişmezken, bulunma durumu ile işler biraz daha içsel bir merkeze bağlanmaya başladı. Kendi için yaşayan insan bir başkası için ölmeyi göze almaya başladı. Sevgi, aşk, sadakat gibi müphem kavramlar daha açıkça seçilebilir ve akla yatkın hale gelerek anlam kazandı. Önceden sadece bireysel olarak korunma, barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarından hareketle yaşamına bakan insan, içini doldurduğu soyut kavramlar sayesinde koruma, kollama ve besleme olgularına sahip olabildi. Bir başkasının hakkını, hukukunu ve paydaşlığını düşünmeye başladı.
Zaman içerisinde yaşanan coğrafi keşifler, savaşlar, hastalıklar ve buluşlar, bahsi geçen olma durumunu bulunma durumuna çevirerek içinde bulunduğumuz bugünkü dünyayı oluşturdu. Öznenin artan farkındalığı ile yüklediği anlamlar değişse de, öznenin (insanın) başka bir özneden ya da nesneden beklentileri hiç değişmedi. Sadece bazı duygularında gizli özne olmayı seçti o kadar.
İşte bu durum da sürdürülebilirliğe en güzel örnek olsa gerek…
Yazar: Ertan Yavuz
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.