Paylaş

“Psikanaliz ölü mü yoksa yaşıyor mu?” sorusu cesur bir soru ve de karmaşık. Uygulayıcı bir psikanalist ve psikanalize gerçekten inanan biri olarak, 2014’te psikanalizin gayet canlı olduğuna delil göstermenin kolay olmasını dilerdim. Bugüne kadar psikanalizin, psikiyatrik belirtileri kalıcı bir şekilde hafifletebilen ve sıkıntılı ruhu iyileştirebilen etkili yöntemlerine ilk elden tanık oldum. Benim tecrübelerime göre, psikanaliz yalnızca canlı değil, hayat vericidir. Fakat bu, hikâyenin tamamı değildir. Gerçeği söylemek gerekirse, burada, Amerika Birleşik Devletleri’nde, psikanaliz kendi yaşam savaşını veriyor.

Elli yıl önce Birleşik Devletler’de psikanaliz, sağlıklı olup kaygıları olanlardan hasta olanlara kadar çok çeşitli insan ve onların zorlukları için tercih edilen tedaviydi. Modaydı, saygı görüyordu ve bizi hasta eden şeyler için altın standart tedavisi oldu (Ç.N. Altın standart, herhangi bir hastalık şüphesiyle tetkik edilen hastalarda nihai karar verilen testtir).

Fakat artık devir değişti; üstelik bir bakıma iyi yönde değişti. 1950’lerden bu yana, akıl hastalığına yönelik bilimsel çalışmalarla, psikolojik rahatsızlıkların etkili tedavisinde muazzam ilerlemeler yaratan buluşlar yapılmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekeni, araştırmacıların, şizofreniden depresyona, bipolar bozukluktan otizme kadar belirli zihinsel hastalıkların beyin kimyasıyla ilişkili olduğunu keşfetmeleridir. Bu keşif sonucunda, daha önce mevcut olan ıstıraplı tedavilerden çok daha etkili olan ilaçlar geliştirildi. Lobotomiye (Ç.N. bazı beyin hastalıklarını tedavi için beynin iki yarısının ortadan kesilerek ayrılması ameliyatı), deli gömleğine ve buz banyosuna elveda derken hiç üzülmedik. En şiddetli psikiyatrik belirtileri hafifletmeyi amaçlayan psikotropik ilaçları memnuniyetle karşıladık ve insanların gerçekliğe dönüş yollarını bulmalarına yardım ettik.

Bu gelişmelerle birlikte, bir kültür olarak tüm zihniyetimiz de değişmeye başladı. Tıbbi model üstün geldi hem psikolojik sorunlarımızı nasıl gördüğümüz hem de onları nasıl tedaviye başlayacağımız konusunda. Biyolojik açıklamalar, psikofarmakolojik tedaviler ve kanıta dayalı tedaviler baş tacı oldu. Bir laboratuarda, 5 puanlı Likert ölçeğinde veya maliyet fayda analiziyle ölçülemeyen her şeyden şüphelenir olduk. Prozac nesli haline geldik ve on oturumda bilişsel davranışçı terapi veya davranış değiştirmenin işe yaramasını bekledik.

Sadece fast-food (hızlı yemek) ulusu haline gelmekle kalmadık, aynı zamanda fast-terapi (hızlı tedavi) ulusu haline geldik.

Bu kültürel değişim ile birçok kişi psikanaliz terapilerine karşı güvenini kaybetti. Bu tedaviler çok uzun sürüyordu, maliyeti çok yüksekti ve anında, ölçülebilir sonuçlara odaklanmıyordu. Değişen atmosfer göz önüne alındığında, bu eleştiriler anlaşılabilirdi ve üzerinde düşünülmesi gerekiyordu. Ancak yıllarca psikanalistler çoğunlukla sessiz kaldılar, ne gariptir ki değişime direndiler. Bazıları kafalarını kuma gömmüş, teorilerine ve kahramanlarına aşırı bağlıydılar. Diğerleri, kutsal analiz çabalarının laboratuvar çalışmasına indirgenemeyeceğini ve indirgenmemesi gerektiğini iddia ederek araştırma mikroskobuna boyun eğmeyi istemediler. Çoğu kendi disiplinlerini kullanışlı, güncel ve pratik hale getirme ihtiyacını fark etmekte zorlandı. Giderek daha az sayıda zihin sağlığı uzmanı psikanalist olmak için eğitim alıyor ve giderek daha az sayıda hasta onlardan yardım istiyordu.

Ancak hikâye daha bitmemişti. Bazı psikanalistler değişim ihtiyacının farkına vardılar. “Blue Skies or Dinosaurs: The Future of Psychoanalysis” (Mavi Gökyüzü ve Dinozorlar: Psikanalizin Geleceği) adlı dürüst ve açık sözlü makalesinde İngiliz Psikanaliz Konseyinden Nigel Burch ve Mary Pat Campbell bunu şu şekilde ifade etmişti: “Toplumun ezici çoğunluğuna göre psikanaliz önemsizdir… Yeni nesil, bazen ‘kendine dönük’ olarak adlandırdıkları türden değil, hızlı düzelme sağlayan türden yardım istiyor gibi görünüyor. Eğer mesleğimiz, çağdışı bir kalıntı haricinde bir formda hayatta kalmak istiyorsa topluma anlamlı bir katkıda bulunan bir iş olarak görülmelidir. ‘Tanrı vergisi’ bir hayatta kalma hakkına sahip değiliz ve ancak biz kendimizi inceleyip gerçek değişiklikler yaparsak hayatta kalacağız.”

Psikanalizde bir süredir sessiz ve perde arkasından ilerleyen bir görünüm değiştirme çalışması var. Freud daha az öne çıkarılıyor ve artık daha çok Newton’un fizik dünyasında görüldüğü gibi görülüyor; yani bir tanrı değil de öncü gibi. Yeni psikanaliz akımları kök salmış durumda. İngiliz nesne ilişkileri, bağlanma teorisi, özneler arasılık ve ilişkisel yaklaşımlar, psikanalizin modası geçmiş yöntemlerini 21. yüzyıla taşıyor. Freud’un bilinçdışı hâlâ yerini koruyor olsa da doğuştan gelen yaradılış, hayatın ilk yıllarındaki deneyimler ve kişinin ruhunun gelişiminde başkalarınınkinin yeri de göz önünde tutuluyor. Psikanalistler, bir başkasıyla -ilk önce anne ve baba, kardeşler ve yakın çevremizdekiler ve hatta bulma cesaretimiz varsa psikanalistimiz ile- birlikte yarattığımız psikolojik gerçeklik tarafından nasıl şekillendirildiğimizi artık her zamankinden daha fazla anlıyorlar. Freud’un kuramı, kuruyla birlikte yanmadı; o kuram psikolojik karmaşıklığı çok çok daha iyi anlaşılmaya başladı.

Ve kapılar araştırmaya açıldı. Sonuna kadar açılmadı gerçi, ama en azından birkaç yetenekli araştırmacının kapıdan içeri adım atmasına yetecek kadar açıktı. Psikoterapi sonuç araştırmalarının ilk sonuçları teşvik edicidir. Bu sonuçlara göre psikanaliz temelli terapiler en az diğer popüler terapiler kadar etkili ve ayrıca kalıcı değişiklikler sağlıyor. Sinirbilim alanında da gittikçe daha fazla araştırma, psikanaliz tedavilerinin sonucunda beyinde pozitif fonksiyonel ve yapısal değişikliklerin meydana geldiğini gösteriyor. Saygın sinirbilimciler, davranışlarımızı ve düşüncelerimizi güdüleyen bilinçdışı ve duygu etkenlerini tespit ederek psikolojik kalplerimize ve rasyonel zihinlerimize ulaşan psikoterapi yaklaşımlarının değeri lehine kanıtlar ortaya koyuyorlar.

Bu gelişmeler çağdaş psikanalize yeni soluklar getiriyor ama yapılması gereken bir şey daha var: Psikanalistlerin mesajı yaymaları gerekiyor. Ofislerinin mahremiyetinin ve profesyonel çevrelerinin dışına ulaşmaları gerekiyor. 2014’te insanların birbiriyle iletişim için kullandıkları Facebook, Twitter, TED konuşmaları, blog yazma, genel kitlenin ilgisini çeken kitaplar yazma ve günlük yaşamlarını geçirdikleri yerlerdeki insanlarla konuşma yolları bulma gibi alanlarda daha rahat olmaları gerekiyor.

Esas itibariyle, psikanaliz değişim geçirerek kendisini mekanikten daha insancıl bir modele, hiyerarşik bir yaklaşımdan daha eşitlikçi bir sürece, saf içgörü arayışından daha klinik odaklı bir modele doğru dönüştürmektedir. Soyutlanmış ve üstten bakan hâlinden sıyrılarak meşru tedaviler arasında meşru bir tedavi olarak yer bulmaya çalışıyor. Umarım daha ulaşılabilir ve daha kullanışlı da olabilir.

Elbette, aynı değişim yolundan tüm psikanalistler geçmiyor ve tüm psikanalistler böyle bir değişimi memnuniyetle karşılamıyor. Yine de giderek daha fazla kişi, psikanalizin hem hayatta kalabilmesi ve hem de temel amacına uygun şekilde, kendini ona emanet eden hastalara yardım edebilmesi için günümüz dünyasıyla daha bağlantılı olması gerektiğini kabul etmektedir.

Yazan:Jennifer Kunst
Çeviren:
Jülide Yapıcı

Kaynak: Psychology Today

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com