• 30 Ağustos 2018
  • Tuğrul Atasoy
  • 0
Paylaş

Genişliği elli santimetre, yerden yüksekliği 30 cm, uzunluğu ise 5 metre olan bir tahta bloğun üzerinde yürüyebilir misiniz? Herhangi bir sorun yaşamadan bu işlemi yerine getirebilirsiniz sanırım. Hatta koşarak bile görevi bitirirsiniz. Yüksekliği bir metre olursa? Yine rahatlıkla yürürsünüz ancak bu kez sanırım koşmazsınız. Yükseklik 4 metre olursa? Bacaklarınızda tuhaf bir ürperme, içinizde bir çarpıntı, ellerde titreme, ağız kuruluğu devreye girer. İlk adımı atmayı düşündüğünüz anda vücudunuz öne eğilir, dizleriniz bükülür, kollarınız iki yana açılır ve çok büyük bir olasılıkla “Pes!” dersiniz ve ikinci adımı atmazsınız. Değişen nedir? Sadece yükseklik… Ama tahta blok yeterince geniş ve de üzerinden zaten iki kez (birisi hatta koşarak olmak üzere) geçtiniz. Tek fark yükseklik, bunu biliyorsunuz. “Ya düşersem neler olabilir?” düşüncesini vücudunuz size yüksek sesle dile getiriyor. Ne oluyor da zihniniz size “Yeterince geniş, rahatlıkla daha önce geçtin, hadi yapabilirsin!” dese bile vücudunuzdan gelen uyarı sinyalleri sizi durduruyor? 

Uzun süredir görüşemediğiniz bir arkadaşınız önümüzdeki hafta içinde buluşmayı teklif ediyor, sevinçle kabul ediyorsunuz; “Salı mı olsun, çarşamba mı?” diye soruyor. Bu soruya net ve kesin bir yanıt verebilmeniz ne kadar sürenizi alır? Çok kısa değil mi? Öyle ki karar almada önemli etkenleri (sizin iş durumunuz, ulaşım olanaklarınız, günlük yaşam aktiviteleriniz ve bu aktivitelerin tuttukları süreler vb.) sorunu çözmek üzere programlanmış bir bilgisayara (eğer böyle bir program varsa tabii!) yüklemeniz dahi daha uzun bir süre alacaktır.

İşinizde gayet iyisiniz ve oldukça deneyim sahibisiniz. Birkaç kez ortak iş yapma deneyiminiz olan bir kişi ile sizin için oldukça önemli ortaklaşa bir iş yapmanın hemen arifesindesiniz. Karar vermek içinse az bir süreniz var. Yine de büyük olasılıkla oldukça yerinde kararlar verebilirsiniz. Verilen kararlar kimi zaman yanlış çıkabilir. Ancak en azından kısa sürede doğru çıkma olasılığı yüksek bir karar alabilmek, karar alamayıp kilitlenmekten her bakımdan daha iyi bir sonuçtur.

Bedenden bağımsız beyin düşünülemez. Bu konuya Nisan 2017 tarihli Düşünen Beden midir? Beyin mi?” başlıklı yazımda değinmiştim. O yazıda daha çok duygular üzerinde durmuştuk. Bu kez özellikle hızlı olmayı gerektiren karar alma mekanizmalarında beynin bedenden bağımsız olamayacağı konusuna değinmek istiyorum. Beynimiz tüm olasılıkları çok hızlı bir şekilde olumlu ya da olumsuz sonuçlarını da dikkate alarak gözden geçirir. İşte bunu yaparken çok büyük oranda bedensel işaretlerden yardım alır. Özellikle sosyal yaşamda uygun davranabilmek ve doğru kararlar alabilmek için çok büyük oranda bedensel işaretlerin yardımına muhtacızdır. Bir sistem ya da döngü sessizce size hissettirmeden doğru bir şekilde çalışırken çoğunlukla değerini ve önemini takdir edemeyiz, ancak o sistem devreden çıktığında ne kadar önemli olduğunu anlayıveririz.

Tam da bu noktada nöroloji biliminin en ünlü olgusuna değinelim. Patlayıcı uzmanı 25 yaşındaki Phineas Gage, 13 Eylül 1848’de tren yolu hattı için bir araziyi düzleştirmek amacıyla patlayıcı hazırlamaktadır. Bir şey yanlış gider ve kontrolsüz bir patlama gerçekleşir. Elindeki altı kilo ağırlığındaki demir çubuk gözünün altından girip beyninin ön tarafından geçerek alın bölgesinin üstünden kafatasını deler, 25 metre uzağa fırlar. Gage bir süre afalladıktan sonra ayağa kalkar, at arabasına biner ve doktora gider. Başlarda konuşamadığını fark eder fakat doktorun yanına ulaştığında kafasını göstererek şu ilginç cümleyi söyler: “Burada sizin için epey bir iş var!” Sol gözü artık yoktur ancak olay sonrası Gage’in başka hiçbir ek şikâyeti olmaz. Kaza olduğunda 25 yaşında olan Gage öldüğü 41 yaşına dek yalnızca epileptik nöbetlerden şikâyetçi olur. Ancak Gage sağlıklı ve normal görünmesine karşın bir daha asla eski Gage olamaz. Kazadan önce “ılımlı alışkanlıklara ve hayli enerjik bir karaktere” sahipken kazadan sonra “düzensiz, düşüncesiz, kaba küfürlere düşkün, adamlarına karşı saygısız ve kaba, istekleri ile çakıştığında sınırlara ve öğütlere tahammülü olmayan, kaprisli, kararsız, gelecekle ilgili planlar kurup hemen ardından bu planlardan vazgeçen” birisi olup çıkar. Bir daha asla iş hayatında başarılı olamaz ve sosyal hayatı bir kâbusa dönüşür. Sorun fiziksel yetenek ve becerilerinde değildir. Sorun karakterindeki değişimdedir. Duygu ve düşüncelerinin bağı kopmuştur sanki. Bu değişim Gage’in beynindeki bir zedelenmeden kaynaklanmaktadır, bu zedelenme beynin ön (frontal) loblarının ön kesiminde yer alan gri cevher alanında (prefrontal alan) oluşmuştur. Ancak zedelenme prefrontal alanın orta ve iç yüzeylerindeki gri cevheri (orbitofrontal ve medial frontal alanları) içine almasına karşın ön lobların yan ve dış gri cevherleri (dorsolateral prefrontal alan) korunmuştur.     

Ön lob gri cevheri zedelenen Gage benzeri olguları inceleyen Antonio Damasio, olgularda görülen bulguları açıklayabilmek için “Somatik İşaretleyiciler Hipotezi” ve “Sanki Döngüsü” kavramlarını ortaya atar ve sınar. Beynimiz verili kısa zaman içinde çoğunlukla iyi kararlar verebiliyor ise akıl ötesinde bir şeyler kullanıyor olmalıdır. Bunun ne olduğu sorusuna yanıt arayan Damasio, alternatif bir görüşe gerek duyulduğunu düşünerek işe başlıyor. Damasio şu sözler ile somatik işaretleyiciler hipotezini tanımlamaktadır:

Belli bir tepki seçeneğiyle bağlantılı kötü bir sonuç aklınıza geldiğinde, belli belirsiz de olsa, içinizde hoş olmayan bir şey hissedersiniz. Söz konusu his bedenle ilgili olduğu için, teknik bir terim kullanarak bu olguya somatik hal diyorum (“soma” Yunanca beden demektir); ve bir imgeyi” işaretlediği” için işaretleyici olarak adlandırıyorum… Somatik işaretleyici ne yapar? Dikkatimizi belirli bir eylemin yol açabileceği olumsuz sonuca yönelmeye zorlar ve otomatik bir alarm gibi çalışarak şu sinyali verir: Eğer bu sonucu verecek seçeneği yeğleyecek olursan, tehlikeye karşı dikkatli ol…Somatik işaretleyicinin varlığı, büyük olasılıkla karar sürecinin isabetlilik oranını ve verimliliğini arttırmaktadır; yokluğu ise bunları azaltır. Bu ayrım önemlidir ve kolaylıkla gözden kaçabilir.” (Damasio, 1999; s.178)

Tamam, vücut bu sinyali/sinyalleri veriyor ama sonra ne oluyor? Beyin yine de son sözü söyler. Her zaman sinyaller önümüzü kesmez. Bazen (hele ki çok gerekli ise) tüm cesaretimizi toplar vücudumuzdan gelen sinyalleri bastırır ve 4 metre yüksekte yer alan 50 cm genişliğindeki duvarı yürüyerek kat ederiz. Damasio da daha sonra olayın beyinde mi yoksa vücutta mı yer aldığı konusuna değinmektedir. Bu noktada “sanki döngüsü” kavramına uzanır; “Duyguların fizyolojisi hakkında daha önce söylediklerimden yola çıkarsak, somatik işaretleyici sürecinin bir değil, iki mekanizması olması gerekir. Temel mekanizma sayesinde, vücut hali prefrontal korteks ve amigdala tarafından belirli bir profil almaya zorlanır ve hemen ardından bu vücut hali profilinin sonucu somatik-duyusal kortekslere giden sinyallerle dikkate alınıp bilinç üstüne çıkartılır. Alternatif mekanizmada ise, vücut es geçilir ve prefrontal korteks ile amgidala, somatik-duyusal kortekse, vücut istenen hale sokulmuş ve bu hal yukarıya sinyallerle iletilmiş olsaydı gireceği etkinlik modeline göre kendisine çekidüzen vermesini bildirmekle yetinirler. Somatik-duyusal korteks de, sanki belirli bir vücut hali hakkında sinyaller alıyormuş gibi çalışır ve bu “sanki” etkinlik modeli, gerçek bir vücut halinin yarattığı etkinlik modelinin tam aynısı olmasa da, karar verme sürecini etkileyebilir.” (Damasio, 1999; syf:188)

Yapılan ayrıntılı deneylerde hastalar bazında hipotez büyük oranda kendini doğrulamaktadır. Psikofizyolojik deney yöntemlerinden birisi olan deri yanıtları, ön lobun ön kesimindeki gri cevher (prefrontal korteks) zedelenmesi olan hastalarda da kullanılmıştır. Bir algı ya da düşüncenin sonrasında vücudumuz kendini bu yeni duygu durumuna adapte etmeye başlar ve bu sırada otonom sinir sistemi ile derideki ter bezlerindeki sıvı salgısı artar. Bu arada derinin iletkenlik tepkisinde bir değişim olur ve bu değişim ölçülebilir. Bir deneyde üç grup çalışmaya alınmış: normaller, prefrontal zedelenmesi olan hastalar ve (prefrontal alan dışında) başka beyin bölgesinde hasar olan hastalar. İlk basamak deneyler sonrasında her üç grupta da basit uyaranlarla deri yanıtlarında benzer değişimlerin olduğu saptanmış. Sonraki aşamada bu üç gruba da benzer çoğunluğu sıkıcı manzaralardan oluşan, ama arada bir de huzursuz ve rahatsız edici görüntülerin olduğu resimler gösterilmiş. Deri yanıtları karşılaştırıldığında iki grupta (normaller ve prefrontal alan zedelenmesi olmayan beyin hastaları) rahatsız edici görsellere tepki verdikleri izlenirken prefrontal zedelenmesi olan grupta hiçbir deri yanıtı değişkenliği ölçülememiş. Farklı zamanlarda farklı bataryalarla deney tekrarlanmış ancak hep aynı sonuç alınmış. Frontal zedelenmesi olan denekler resimlerin hangilerinde ne hissetmeleri gerektiğini ve de eskiden böyle bir resim gördüklerinde hissettiklerini deney sonrası çok net ve olabildiğince doğru tanımlayabilmelerine rağmen şimdi hiçbir şey hissetmediklerini belirtmiştir.

Görünen o ki beynimiz doğal parçası olduğu bedeninden gelen tüm verileri düşünme ve karar alma süreçlerimizde de hem hızını hem de özellikle sosyal yaşam içinde kararların uygunluğunu arttırabilmek için kullanmaktadır. Ama yine unutulmamalı ki son söz beyine aittir. Tavşan hem korktuğu için kaçar, hem de kaçtığı için korkar. Karar alırken vücudumuzun sinyallerini ve sanki döngülerini dikkate alan beynimize güvenmeliyiz. Bazen de karar aşamasında içimizden gelen isteksizlik ya da sırtımızda oluşan ürpertiyi dikkate almakla iyi ederiz. Ancak beynimizi bilgi ve deneyimle donatabildiğimiz konularda olası sanki döngülerine rağmen hissettiğimiz korku veya isteksizliği yenip soğukkanlı olabilmeyi ve harekete geçebilmeyi de bilmeliyiz. Kaçma isteğimizi yenip durduğumuzda korkumuzun da gerilemeye başladığını görürüz. Bu sosyo-kültürel korkularımıza ve toplum baskısına karşı durup birey olabilmenin de sanırım ilk adımıdır. 

Kaynakça:

Damasio A.R. (!999). Descartes’in Yanılgısı: Duygu Akıl ve İnsan Beyni (B. Atlamaz, Çev.). İstanbul: Varlık Yayınları.

Yazar: H. Tuğrul Atasoy

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Tuğrul Atasoy

Doğmak nedense 1967 yılına nasip olmuş. Ankara’da geçen ve oldukça uzun gelen okul yıllarını Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1991'de mezun olarak tamamladım. Yetmedi yine aynı ciddi şehirde uzmanlık eğitimi alıp 1997’de nöroloji uzmanı oldum. Sonrasında Haziran 2001 tarihinde yolum Zonguldak'a düştü. Halen bu şehirde Üniversitenin Nöroloji Kliniğinde Öğretim Üyesi olarak hayatımı kazanmaktayım. Davranış bilimleri dışında, müzik, edebiyat ve doğa fotoğrafçılığı diğer ilgi alanlarım. Okumak dışında elimden geldiğince yazmayı ve yazdıklarımı paylaşmayı da seviyorum. Yazdıklarımı bir araya getirdiğim yayımlanan kitaplarım var; Yeni Yetenlere (Şiir); Olduğu Gibi (Şiir); Sormadan Gidilir Bazen (Öykü); Yarının Dünüdür Bugün (Öykü); Gölgeler Güneşte Gezinir (Öykü); Bir Nöroloğun Gözünden İnsan Neden Sanat Yapar? (Araştırma-İnceleme).