Lacan’ın Gerçek olarak adlandırdığı dönem, hiçbir imgesel ve simgesel temsile izin vermez. Çünkü bu dönemde özne ve onun eksiğini gideren “şey”, henüz kendinden farklılaşmadan bütünüyle kendisi olarak kalıp başka hiçbir şey olmadıkları için yapı-sökümünün anlamı ve yeri yoktur. Yapı-sökümüne uğratacağımız şeyin olması gerekenden ya da kendisinden farklı bir hâl kazanmış olması gerekir ki yapı-sökümüne uğratılabilsin. Bu açıdan bakılınca yapı-sökümünün bugüne dek İmgesel dönem atlanarak Simgesel’e yönelmesinin bir alışkanlık hâline gelmiş olmasının ne kadar doğru olduğu sorgulanmalıdır. İmgesel’i dilden bağımsız olan bir dönem olarak düşünme yanlışı belki bu hatayı perçinlemiştir. Ancak her söylem Simgesel söylem olmadığı gibi her simge de Simgesel bir gösterge değildir. Simgenin Simgesel bir simge olabilmesinin ön koşulu, onun kendi başına ifade ettiği bir anlama sahip olmamasıdır. Bu durumu Foucault, sesli işareti dolaysız ifade değerlerinden kopartarak onu çığlık ve gürültülerin üzerinde ayağa diken ve kelimeyi kelime hâline getiren şey, içine gizlendiği cümledir diyerek vurgular (147-148). Demek ki bir simgeye Simgesel gösterge diyebilmemiz için, onun bağımsız anlamının, içinde bulunduğu yapının kendisine verdiği anlamın karşısında silinmiş olması gerekir.
Yapı-sökümü kavramına Derrida neden gereksinim duymuştu? Derrida, im idesinin ta kendisi olan duyulabilenle anlaşılabilen arasındaki ayrımı –imleyenle imlenen arasındaki ayrımı–, dilbiliminin kabul etmemesi gerektiğini düşünür (24). Çünkü eğer böyle bir kabulle yola çıkarsak, imlenenle imleyen arasındaki ayrılığın mutlak ve indirgenemez duruma gelmesini sağlayabilecek tek etken olarak insan kavrayışının ulaşamayacağı aşkınsal bir imlenenin var olduğunu da kabullenmemiz gerekir. Gösterene böyle bir aşkınsal değer yüklemek, hem onun Simgesel değerini silecek, hem de aşkınlığa neden olan İmgesel bir metafiziğin üretilmesine neden olacaktır. Ancak varlığın söylemini böyle bir metafiziğin üstüne kurduğumuzda, dilbilimi de her zaman metafiziğin ön kabullerini paylaşacaktır, der Derrida (33-34).
Böyle bir im, dolaysızca birleşmiş olduğu mutlak bir Logos’tan farklı bir anlam ifade edemeyeceği için her insansal katkı, yapı-sökümüne uğratılması gereken bir sahteliğin üretilmesi olarak görülmeye başlanır. Derrida’nın belirttiği gibi bu mutlak Logos, Ortaçağ teolojisinde sonsuz bir yaratıcı öznellikti: Bu nedenle imin anlaşılabilir yüzünün hep Tanrı’dan ve onun kelâmından yana dönük kaldığı algısı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Derrida aşkın imin ve ilahî varlığın doğum yerleri ve zamanlarının aynı olduğu saptamasını yapar. Bu noktadan yola çıkarak İm devrinin (bir aşkın gösteren olarak işlev gören bir imgenin varlığı) esas itibariyle teolojik olduğunu ve bu devrin sonunun hiç gelmeyeceğini belirtir (Derrida, 24). Demek ki Derrida, yapı-sökümüne uğratma işleminin, Simgesel bir yapının içinde oldukları için kendi kendine bir anlam ifade etme yetisini yitirmiş imlerden oluşan söyleme yönelmesine karşıdır. Yapı-sökümünün, İmgesel yapının ortaya çıkarttığı aşkın im inancından kaynaklanan, zaman ve mekândan bağımsız, anlamları hiç değişmeyen imlerden oluşan söyleme yönelmesi gerektiğini düşünmektedir.
Derrida insan söylemi ve yazısının, ölümlü bir varlık tarafından dile getirilen hileli bir yapı olduğu kanısının insan zihninin en temelinde yerleşmiş olduğunu belirtir. Çünkü söylemin söyleyicisi olan bu ölümlünün eğer her şeyin “özü” olan en derin anlamı anlaması olanaksız ise (nitekim tanrısal bir “özü” anlaması olanaksızdır), bu durumda bu varlık düşünemeden yazmakta ya da konuşmaktadır. Paradoksal biçimde bilen-öznenin temeli teolojik olduğu gibi, bilemeyen-öznenin temeli de bu nedenle teolojiktir. Bu nedenle insan yazısı ile dili, hakikat sistemi doğrultusunda “özü” bulmak yönünde çözümlenmesi gereken yapılar olarak değerlendirilmişlerdir ve bu nedenle içinde bulunduğumuz gerçekliğe anlamı katan insan yapısı Simgesellik hep bir kenara itilmiştir (Derrida, 26). Bu eğilim, Simgeselin hep İmgesel yönde, ebedî hakikati dile getiren bir yönde çözümlenmesini, simgelerin İmgesel evrene kaymalarını desteklemiştir. Bu satırlardan anlaşıldığı gibi, Derrida’nın yapı-sökümü kavramı ile kastettiği şey bu tarz bir çözümleme değildir. Derrida’nın yapı-sökümü kavramı, aşkın bir “özü” aramamıza neden olan metafiziğin oluşturduğu İmgesel –bağımsız anlam içeren– imleri dilden ve yazıdan ayıklanmasına yönelik bir kavramdır.
Bu durumda Lacan’ın Simgesel olarak adlandırdığı yapının ne kadar metafizik bir yapı olup olmadığının irdelenmesi gerekir. Lacan, Le Symbolique, L’Imaginaire et Le Réel adlı seminerinde (Conférence «le symbolique, l’imaginaire et le réel» fut prononcée le 8 juillet 1953 pour ouvrir les activités de la société française de psychanalyse), tüm canlıları kapsayan bir Gerçek, İmgesel, Simgesel tanımı ortaya koyar. Gerçek, “dürtü” ile onu doyuran “şey” arasındaki dolaysız, yalın bir ilişkidir. İmgesel, “dürtü”yü doyuma ulaştıracak olan “şey”in yerine geçebilecek güçteki bir imgenin canlıyı “şey”e ulaşma hedefinden saptırmasıyla ortaya çıkar ve bu sapışı insanda güçlendiren en başta gelen İmgesel yapı, “narsisistik ego”dur. Narsisistik ego, kendi başına anlam ifade eden, otonom anlamı bir sonsuzluğa uzanan bir imgedir. Simgesel ise canlının kendi dürtü doyumunu bir kenara iterek, ait olduğu toplumun çıkarını gözeten davranışları öne çıkartmasıdır. Bu tanımda görüldüğü gibi, İmgesel dönemde anlamını bulmuş olan “ben” algısı, Simgesel dönemin etkisi altında silinecektir.
Lacan’ın İmgesel dönemi, metafiziğin var olmasına izin veren, aşkın bir İmgesel Büyük Öteki’nin karşısında, O’nun aşkın göstereninin etkisiyle biçimlenmiş bir dili kullandığımız için yapı-sökümüne izin verir. O hâlde yine dilimizi biçimlendiren Simgesel’in Büyük Öteki’sinin İmgesel’in Büyük Öteki’sinden farkı nedir? Lacan 1955 yılında La Lettre Volee adlı seminerinde şöyle söyler:
Kierkegaard’nun hayranlık uyandıran biçimde, insanı antik ve modern olarak iki ayrı kavram içinde ele almasının ardından, son noktada Freud’un da insan zihnini, bilinç ile eşdeğer bir yapı olarak ele almaktan uzak durması, bir zorunluluğun yineleme biçiminde kendini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Bu yineleme, Simgesel yinelemedir ve simgenin düzeninin insan yapımı olarak tasarlanamayacağının ama kendi kendisinin yapıcısı olduğunun kanıtıdır (4).
Lacan’ın simgenin düzeninin insan yapımı olarak tasarlanamayacağını ve Simgesel’i (simge değil) kendi kendisinin yapıcısı olarak nitelendirmesi çok önemlidir. Kavrayışımızın dışında kaldığı için Gerçek dönemini dışarıda tutarsak, kendi kendisinin yapıcısı olmayan tek dönem İmgesel dönemdir ve bütünüyle insan zihninin hayal gücünden kaynak alır. Metafiziği kuran da işte budur; O’ndan ayrı kaldığında yaşamını sürdüremeyeceği bir büyük Öteki’nin (anne ya da baba) karşısında çaresiz duran bir çocuğun zihinsel algısı…
Bu çocuk, Öteki’ne olan yaşamsal bağımlılığı ve terk edilme korkusu nedeniyle kendisini Öteki’nin bir arzu nesnesi hâline getirmek zorundadır ve Öteki’nin arzusuna göre bir biçim alır. Bu biçim alış bir yasayı oluşturur ve yasa bu dönemde bütünüyle somut bir Öteki’nden kaynaklanan, O’nun arzusunu dile getiren bir yasadır. Yasanın bu hâli, İmgesel döneme ait bir yasadır çünkü bütünüyle kendi gücüne dayanan somut bir varlıktan kaynaklanıyormuş gibi algılanır. Simgesel dönemin yasası ise Lacan’ın belirttiği gibi, öznenin karşısında duran bir somut Büyük Öteki’den değil, “ötelerden” gelir. Kendi kendisinin yapıcısı olan Simgesel’in yasası, somut bir taşıyıcısı olmayan ve Gerçek gibi, müdahale edemediğimiz, değişime uğratamayacağımız, somut bir varlığın arzusu ile hiçbir ilgisi olmayan bir yasadır. Tıpkı “ölüm” gibi, “zaman” gibi, “yerçekimi” yasası gibi… Oysa İmgesel yasa, bizim Öteki’nin arzusunu okumamıza ve onun arzusu doğrultusunda varoluş kazanmamıza, bir söylem geliştirmemize yarar. Lacan Angiosse adlı seminerinde bu durumu şöyle anlatır:
Üç Erkek Kardeş Mağarası’nın büyücüsü olarak kendimi dua eder pozisyonda duran dev bir peygamber böceğiyle aniden yüz yüze gelmiş ve apar topar bir hayvan maskesi takmış biçimde hayal etmiştim:
Tam olarak hangi maskeyi takmış olduğumu bilmediğim için yüzümdeki maskenin peygamber böceğini kimliğimle ilgili yanıltmaya yetip yetmeyeceğinden emin olamayışım nedeniyle bu olayda kendimi çok da rahat hissetmiyordum ve eklemem gerekir ki işin daha da kötüsü böceğin göz küresinin esrarengiz aynasında kendi görüntümü tam olarak seçemiyordum.
Bugün bu eğretileme (metafor) tüm değerini korumaktadır ve onun kendisi, bu tabloda gösterdiğim göstergelerin merkezine, öznenin gösteren ile olan ilişkisini yapılandıran grafiğin iki katı arasında menteşe gibi duran, Freudyan doktrinin öznellik kavramının anahtarı olan, “Che vuoi?”, “Que veux-tu?” “Ne istiyorsun?” biçimindeki sorunun yerini doğrulamaktadır. Biraz daha ileri giderseniz, Fransızcanın me tümlecine yüklediği dolaylı ve dolaysız anlam ile birlikte şu soru ortaya çıkar: “Que me veut-il?” “Benden ne istiyor?” ya da “Beni ne kadar istiyor?”. Bu yalnızca “benimle ne yapmak istiyor?” değil ama doğrudan egoyu ilgilendiren havada asılı bir anlamı, “beni ne biçimde istiyor?” de olmayan, “egonun bulunduğu yer açısından nasıl bir şey istiyor?” anlamını içerir. Burada iki kat arasında asılı duran bir anlam var: d →S◊a ve i(a) → m, her biri karakteristik etkiyi vurgulayan iki geri dönüş noktası. İkisi arasındaki mesafe ise bir zamanlar onunla aynı ama farklı olan arzu ile narsisistik özdeşim arasındaki ilişkiyi oturtabilmemize yarayacak her şeyin kökeninde yer alan temel kavramları oturtabilmemizi sağlayacaktır.
Öteki’nin arzusu eğer bu biçimde doğrudan bir güce bakarak okunabiliyorsa bu durumda arzu, imgesel, hayalî bir arzudur çünkü burada Büyük Öteki, bir metafiziğin üstüne oturan ideal ego hayalinin desteği ile üretilir. Hayal gücümüz bu alanda alabildiğine devreye girmiştir ve onun yaratacağı imgelerin gücü, hakikî dünyada bulunabilecek her şeyin gücünü aşacak güçtedir. Simgesel, ötelerden gelen yasasıyla bu hayal gücünün oluşturduğu üretime dur diyerek özneyi geride bıraktığını düşündüğü Gerçek’in yanı başına yeniden getirir. Özne engelleyemediği biçimde acıkmakta, üşümekte, yaşlanmakta ve hasta olmaktadır. Mevsimler, gece-gündüz döngüsü, kuraklık-yağış döngüsü, zaman, mesafe gibi kendisini aşan yasalarla kuşatılmıştır. Gerçek’in bize yaşattığı bu tatsız durumlardan öznenin kendisini tek koruma olanağı toplumla uzlaşmasından geçer. Toplumun her bireyinin bu acımasız kurallara tabi olduğunun özne tarafından anlaşılması, Simgesel’e giriş için çok önemli bir etkendir. Simgesel’de bu kurallardan muaf olan, ölümsüz olan, aşkın olan kişi yoktur. Ötelerden gelen yasa herkesi karşısında eşit bir yere yerleştirir. Bu durumun tek istisnası, öznenin gereksinimlerinin başkaları tarafından karşılandığı, gereksinimlerini karşılayabilmek için çalışmak zorunda kalmadığı bir ortamda bulunmasıdır. Tüketim toplumları bu nedenle metafiziğe daha yakın bir zihinsel algının içindedirler.
Simgesel, yasası ötelerden gelen, müdahale edemeyeceğimiz bir gerçeklikle bizi donatan yapısıyla, yapı-sökümüne uğratılamaz bir yapıdır. Yasası, değiştiremeyeceğimiz dışsal etkenlerden kaynaklanır. Örneğin bir adres eğer hakikî bir konumu gösteriyorsa, mekânın değişmezliği, o adresin içindeki harflerin değişmesiyle bozulmaz. Çünkü mekân, Öteki’nin arzusuna göre biçimlenmemiştir. Uzaysal konumumuz Öteki’nin arzusundan bağımsız biçimde zaten “var”dır. Dil eğer Simgesel ise, bu değişmez hakikati dile getiren bir söylemi aktardığı için yapı-sökümüne uğratılamaz. Öteki, Simgesel dönemde somut varlıklardan, iktidardan, patrondan, anneden, babadan bağımsızlaşmış ve ötelere gitmiştir. Mevsimlerin varlığı gibi, gece ile gündüzün oluşması gibi, arzuladığımız nesneye ulaşabilmek için aramızdaki mesafeyi kat etmemiz gerektiği gibi, vücudumuzun engelleyemediğimiz değişimlerine boyun eğdiğimiz gibi, ölümlü olduğumuz gibi, ötelerden gelen yasalara tabi olmanın yarattığı gerçekliği dile getiren söylem Simgesel söylemdir. Bu nedenle Simgesel söylemi yapı-sökümüne uğratmak, sadece metafiziği öne çıkartmaya ve İmgesel söylemi güçlendirmeye neden olacaktır. Amacımız metafiziği ortadan kaldırmak ise bu yaptığımıza bu durumda yapı-sökümü demenin olanağı yoktur.
Kaynakça:
DERRIDA, Jacques. Gramatoloji (Çeviren İsmet Birkan). Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2010.
FOUCAULT, Michel. Kelimeler ve Şeyler (Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2013.
Yazar: Mutluhan İzmir
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.