Soren Kierkegaard, yaşadığı dönemden sonra anlaşılmış ve değeri bilinmiş bir düşünürdür. Eserlerini Almanca kaleme almaması, geç bilinmesine en büyük etken olarak gösterilebilir. Kierkegaard’ın hayatı ile düşünceleri arasında güçlü bir bağlantı vardır. İnançlı bir Hristiyan olan Kierkegaard, yaşamının çoğunu melankoli eşliğinde geçirmiştir. Buna en büyük etkinin babası ile arasındaki ilişki olduğu söylenebilir. Babasının evlenmeden önce annesi ile ilişkiye girdiğinin bilgisi Kierkegaard için büyük hayal kırıklığına yol açmıştır. İnançlı bir insan olmasından ötürü bu konuda son derece hassastır. Kierkegaard ile babası arasındaki bu durum, kendisinin nişanlısı Regina ile arasındaki ilişkinin bitmesine neden olmuştur. Kierkegaard, bu sırrı nişanlısına açıklamayacağını düşündüğü için Regina’dan ayrılmıştır.
Kierkegaard’ın insana dair düşünceleri, o yıllarda içerisinde yaşadığı dünyaya karşı bir duruş sergiler. Gerek geçmişte gerekse günümüzde hala üstüne tartışılan bir düşünür olmasının en büyük nedenlerinden biri de yaşadığı dönemin paradigmasına yaptığı eleştiridir. Bu eleştirilerin birikimi ve sonrasında ortaya çıkan düşünceleri, varoluşçuluk felsefesini yaratmıştır. 19. yüzyıl paradigmasına yapılan eleştiri, aslında Hegel’in felsefesini eleştirmek demektir. Kierkegaard’ın yaptığı eleştiri çoğunlukla bu dönemde insanı tanımlama biçimi ile ilintilidir. Çünkü Kierkegaard’a göre, insan nesnel bir varlık olarak görülmektedir ve böylesi bir anlayış insanı kendi varlığından koparmıştır. İnsan kendi varlığına yabancılaşmış ve akla indirgenmiş bir varlık olarak kendi öznel gerçekliğinden koparılmıştır. Bu anlayış Kierkegaard’ın kast ettiği anlamda kitle toplumunu yaratmıştır.
Kitle toplumu, tıpkı sürü anlayışı gibi ortaya çıkan her olaya sanki önceden belirlenmiş gibi ortak tepki verir. Bu toplumun söyleyecekleri ve düşüneceği olgular aynıdır. Bir sürü halini almış bu toplumun bireyleri, öznel gerçekliklerinden uzaklaştığı ve birer nesnel varlık olmaya evrildiklerinden ötürü varoluşlarını unutmuşlardır. Kitle toplumunun içindeki her bir kişi, varlık olarak yalnızca maddi anlamda vardır. Kişinin varlığı gerçek anlamda bir varoluş sergilemez, çünkü eylemlerine ve “sözcüklerine bir anlam yükleyemedikleri için var olmanın ne anlama geldiğini unuturlar.”(1)
İnsan böylece bilimsel bir varlık tanımına girer. Bu anlayış yalnızca bir tanım olmakla kalmaz, insanın sosyal hayatında da bilimsel kurallara göre eylemde bulunması gerekliliğine inanılır. Kierkegaard’a göre, insanın tahakkümü altında olduğu bu bilimsellik yalnızca insanın kendi hayatında değil; din, kültür, sanat gibi pek çok alanda da kendini gösterir. Kierkegaard, 19. yüzyılın Batı toplumunda benimsenen bu anlayışın nedeni olarak aydınlanma felsefesini görür. Fakat asıl olarak bütün bu bilimsellik tahakkümünün kaynağı, ona göre Hegel’in felsefesidir. Hegel’in yaratmış olduğu felsefesi görüş içerisinde insana verilen konum ve önem öznellikten uzaktır, evrenseldir. Bu nedenle Kierkegaard, Hegel’i “bireyi tümden unutmakla”(2) suçlar.
Hegel’e göre, tek rasyonel gerçeklik olan Geist vardır. Bu gerçeklik, var olan her şey ile ilişki içindedir. Geist’in diğer her şey ile ilişki içinde olması elbette ki insanın ilişki içinde olduğu diğer her şeyi de kapsar. Bu içerikte insan yalnızca bilimsel anlamda bir mahiyet kazanır. Aynı zamanda bu mahiyet insanın sosyal ve kültürel yaşamını da kapsar. İnsan bu haliyle tarihin tekil anlarında Geist’dan bağımsız hareket edemez çünkü kendi varoluşundan bu yana Geist’e tabidir. Kişi kavramı ortadan kaldırılır, kitle toplumu yaratılır. Kierkegaard’a göre, temel problem bu noktada ortaya çıkar. İnsanın günlük yaşamında ilişki halinde olduğu öğeler yalnızca tek bir rasyonel gerçek ile anlamlandırıp açıklanamaz. Çünkü bu öğeler insanın bir diğer insanla ilişkisini veya devletle ilişkisini de kapsar.
Oysa “öznellik hakikattir, öznellik gerçekliktir.”(3) İnsan her şeyden soyutlanabilen bir varlık olmamakla birlikte öznelliği her zaman varlığını devam ettirir. Çünkü ben “kendimi uykuda bile unutamam.” (4) Bu türden öznel bir varlık, rasyonel tek gerçek olan Geist’e ya da bir bilimsellik tahakkümüne tabi tutulamaz. Bu türden bir anlayış insanın varoluşunu unutmak ya da kaybetmektir. Bu kayıp ya da unutma halinden insanı kurtaran şey öznelliğinin yeniden vurgulanması ya da hatırlatılmasıdır. Bunu Kierkegaard kendi döneminde iyi bir biçimde başarmıştır, bu sebeple de gerekse günümüzde dahi takdir edilmektedir. İnsan için varoluş özden önce gelir. Aksi olduğunda, yani insanın özü varoluşundan önce geldiği takdirde, tıpkı Kierkegaard’ın karşı durduğu bir kitle toplumuna varacağızdır. Bu türden bir kitle toplumunun ortaya çıkardığı yanlış yalnızca öznellikten yoksun olması değildir. Aynı zamanda farklı insanlardan oluşan bir tek insan modelininin ortaya çıkması ve özgürlüğün ortadan kalkması da bu durumun sonuçlarındandır. Kierkegaard, düşünüş tarihi açısından bu nedenle büyük önem taşır.
Dipnot:
(1) Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul – 2017, s. 934.
(2) Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul – 2017, s. 935.
(3) Gödelek, Kamuran, “Kierkegaard’ın İnsan Görüşü”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1 (5), 2018, s. 360.
(4) Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, İstanbul – 2017, s. 936.
Yazar: Abdullah Gülsever
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.