Jacques Derrida, yabancı olmak hakkında bir iki şey biliyordu. Fransız kolonileşmesi sırasında, 1930’da Cezayir’de Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Dolayısıyla doğduğundan itibaren bir Fransız vatandaşıydı, ancak on dokuz yaşına kadar Fransa’ya ayak basmamıştı. Herhangi başka bir ülkenin de vatandaşlığına kabul edilmeyerek ve sırf bir Yahudi olduğu için, 1942’de savaş zamanı Vichy hükümetinin bir kararnamesiyle vatandaşlığı feshedildi. Bunun en büyük etkisi, daha önce bulunduğu okuldan sürülmesiydi. Yani Arapça konuşamayan bir Cezayirli; ne dininin görevlerini yerine getirebilen (ne de İbranice okuyabilen) bir Yahudi; ve nihayetinde Fransa’ya bir pied-noir (Cezayir’den gelen Fransızlar için kullanılan aşağılayıcı bir deyiş) olarak göçmüş bir göçmen idi. Bu şartlar ona sağlam bir ulusal kimlik hissi vermemişti. Devamında gelen akademik kariyeri de büyük ölçüde geleneksel olmayan kurumlarda sürmüş ve sonraki senelerinde yurt dışına pek çok seyahatleri olmuştur. Sonuç olarak, konukseverliğin değerini bilen duyarlı biri olmuştur. Bilhassa Amerikan üniversiteleri, ona araştırma yapmak ve araştırmalarını sürdürmek için sık sık fırsatlar sunmuştur. Sıklıkla konuksever ortamlardan ılımlı bir şekilde söz etmiştir. Kitaplarının İngilizce çevirileri Fransızcadan daha çok okunmuştur.
Belirli bir durumda bir şeye kafa yormak, evrensel ilginin faktörlerini ayırmak için her zaman gereklidir. Fakat, felsefe için caydırıcı olmaktan uzakta olan yabancı olmak durumu, felsefi sorulardan kolaylıkla çıkarılabilen bir şey de olabilir. Dahası, bugün belki de hepimiz öyle ya da böyle bir şekilde göçmeniz. Hayatım boyunca İngiltere’de yaşadım ve o dönemde toplumdaki önemli değişikliklerle birlikte doğduğum ülke değil artık orası. Bu nedenle, kendi topraklarını bedenen terk etmiş insanlarda olduğu gibi, yeni bir ülkeye adım attığım andaki afallamış hal ile, ben de bir yerde kalarak bir tür göçmen haline gelebilirim. Hepimiz böylesine değişen koşullarda elimizden geleni yapmalıyız. Kaybettiğimiz ülkeler, takdire şayan özellikleriyle birlikte çok sayıda kusurlara sahipti. Belki de sadece çok seçkin anıları olanlar inkar edebilir bu durumu.
Yabancının Felsefesi
1996’daki konukseverlik seminerinde, Derrida, Platon’un Sofist diyaloğunu tartışıyor. Bu konuşma, Sokrates’in Parmenides gibi ünlü düşünürlerin ikametgahı olan Güney İtalya’daki Elea’dan bir ziyaretçiyi tanıtmasıyla başlar. Sokrates, bu yabancıyla tanışmaktan büyük bir mutluluk duyuyor. Yunanca “yabancı” sözcüğü “xenos”tur ve aynı zamanda “ecnebi” anlamına gelir. Buradan bizler “yabancı düşmanlığı” (xenophobia) sözcüğünü türetiyoruz. Sokrates aksine, güçlü bir “yabancıyı sevme/xenophilia” hissini ifade eder. Felsefeyle ilgili sorulara yeni perspektifler açabilecekleri umudu ile yabancının görüşlerini dinlemek isterdi.
Bunu kolaylaştırmak adına Sokrates, Platon’un diyaloglarındaki her zamanki merkezî rolüne geri döner ve yerini, Sokrates’in arkadaşı Theaetetus’la konuşan‘”yabancı”ya devreder. Bu yabancının asla diyalogda adı yoktur; sadece yabancı fikirlerin basit bir temsilcisi olarak kalır. Geri adım atan Sokrates, bütün diyalogda yeniden sözü almaz. Sokrates, sessiz kalırken, genellikle konuştuğu yerin bir yabancı tarafından uygun bir şekilde konuşlandırıldığını ortaya koymaktadır. Yani, felsefi sorgulayıcı olarak hareket ederken, Sokrates, kendi dünyasında, başkalarının verdiği şeyleri sorgulayan bir yabancı olarak konuşmaktadır.
Tüm yabancılar filozof olmamasına rağmen, kendi görüşümüze yabancı olmayan herhangi bir bakış açısı, alıştığımız ve düşünülemez olarak kabul ettiğimiz perspektiflerin farkına varmamıza yardımcı olabilir. Elbette ki bu, anlayabileceğimiz çok yönlü perspektifler ya da görüşlerimiz ne kadar daha az sığ ve dogmatik olursa olsun düşüncelerimizi yabancılarınki ile derhal değiştireceğimiz anlamına da gelmiyor. Bu etkileşim iki aşamalı bir süreçtir: Birincisi, söylediklerini anlamak için başkasına açılma; ve ancak o zaman bu yeni bakış açısı üzerinden yapılabilecek eleştiriler göz önünde bulundurulabilir. İkinci aşamadaki ortak hata, çok ani bir sıçramadır. Bu süreç, Platon’un diyaloğun felsefe için en uygun form olduğunu ona düşündüren sebeplerden biridir; çünkü diyalog, önce bir yabancı davet edip sonra ona düşmanlıktan ziyade konukseverlik olarak göstermedikçe gerçekleşemez. Bize entelektüel bir değer katabilirler ya da katamayabilirler, ancak asla bilemeyeceğimiz şey şudur ki konukseverlik olmadan fikir sahibi de olamayız. Yeni Ahit’te İbranilere Mektup (13.2)’ta bizlere şu hatırlatılır: “Konukseverliği yabancılara göstermeyi unutma, bu sayede bazıları bilmeden melekleri ağırladı.”
Derrida’nın Konukseverliği
Derrida’nın ölümünden sonra, on yılı aşkın bir süredir, bu konular gündeme gelirken, hepimiz bunların gazetelerimizi dolduran olaylar ve koşullarla alakalı olduklarının farkındayız. 1996’da “Kozmopolitlik Üzerine” isimli makalesinde, Derrida, sığınmacıların, mültecilerin ve göçmenlerin pratik önerilere ve genel ilkelere dikkat çeken hakları hakkında yazdı. Özellikle, o sırada mevcut olan, herhangi bir vatandaşlığa veya hiç kimseye açık olmayan sığınma kentleri kurma önerisini tartıştı. Burada da, insanların zulüm görmesinden kaçabilecek şehirleri savunan (Sayılar 35: 9-32’den) İncil’den kaynaklanan bir örnek vermişti.
Bu düşünceyle herhangi bir noktaya varamadı ve bugün Orta Doğu’nun kaosundan kaçan mültecilerin sayısı göz önüne alındığında böyle bir yaklaşım da uygulanamazdı. Siyaset, diplomasi, yardımseverlik ve sıkı bir çalışma bunun için gerekli olacaktı ve felsefenin bu krize yapacağı küçük bir katkı vardı. Fakat bu katkı diğer çabalara halen rehberlik edebilir ve bu da Derrida’nın konukseverlik konusundaki tartışmalarının özel bir değeri olduğunu gösterir. Dahası, Derrida’nın önemini her zaman tanınmayan politik düşüncesinin genel bir özelliği olarak da örnek göstermişlerdir.
Derrida’nın, birbirini izleyen her mülteci krizinde canlı olarak gördüğümüz konukseverlik kavramının kaçınılmaz bir özelliği olduğu ve göçmenlik ile ilgili her tartışmada söylediği bir ikilemi vardır. Bir yandan, özellikle de sıkıntı yaşayan ya da tehditlerden kaçan insanlara konukseverlik göstermek, ahlaki bir yükümlülüğü de beraberinde getiriyor; öte yandan, sınırların tamamen terk edilmesi, davet edildikleri evi de yok edecektir.
(…)
Siyasi İkilemler Üzerine Derrida
Derrida, daha sonraki yazılarında, çağdaş siyasi düşüncemizin, Adalet, Demokrasi ve İnsan Hakları gibi merkezi koşullarında var olan benzer ikilemleri tekrar tekrar ortaya çıkarmıştır. Bunu, bu kavramları reddetmek için değil, her birinin ihtiyaç duyduğu ikiye katı bir dikkati göstermek için yapar. Bu alanlardaki başarısızlık, ikilemin bir tarafı diğerine karşı farkındalığımızı geçici olarak ortadan kaldırdığında ortaya çıkar. Bir diğer yaygın çağdaş örnek, özgürlük ve kamu güvenliği arasındaki ikilemdedir. Ne yazık ki, Derrida’nın bu kavramları “yapısöküm” süreciyle analiz etme modu, acil sorulara acil cevaplar sağlamıyor. Yine de, tepki vermenin nasıl başlaması gerektiği konusunda daha net görüşlü bir farkındalık ortaya çıkarmakta ve genel formülsel çözümler kullanarak sorumluluğumuzdan kaçamayacağımızı da göstermektedir.
Mesela Demokrasi örneğini ele alalım: İnsanlar, kurdukları kurumlarda tam işleyen bir demokrasiye kavuştuklarını hayal ettiklerinde, bu düşüncenin değeri bozulmaya başlar. Çünkü bu kendini beğenmişliğin kisvesi altında olduğundan ötürü, hizipler/gruplar, kendi güçlerini elde etme ve sürdürme araçları olarak aynı demokratik kurumları kullanmaya başlıyorlar. Bu sorunu kalıcı olarak ortadan kaldıracak sabit bir çözüm bulunmamaktadır. Daha ziyade, yasalarımızın ve kurumlarımızın, bu sürecin mükemmelliğe ulaşabileceğini düşünmeden sürekli olarak daha büyük ve daha demokratik kapsayıcılık ve şeffaflık biçiminde değiştirilmesi gerekiyor. Derrida’nın şu anki demokrasinin yetersiz yaklaşımından ziyade kendimizi ifade etmemiz için yalnızca “geleccekteki demokrasi” taahhütünü dile getirdiğini görüyoruz.
Ve bu konukseverlik için de geçerli. Kendimizi konuksever bir insan olduğumuza dair yapıcı bir inanç boyunduruğu altına koymamalıyız. Aksine, “ev” kelimesinde öngördüğümüz güvenlik bölgesinin yıkıcı bir çöküşünden kaçınırken, daha konuksever olabilmek için sürekli uyanık olmalıyız. Dolayısıyla, gerçek bir ikilemle uğraşıyorsanız, Derrida’nın bu ikilemlerine kesin cevaplar sunan bir felsefesi yok, zira böyle cevaplar mutlaka yanlıştır. Daha ziyade, bize her zaman yeterince şey yapamamış durumda olduğumuz gerçeğini gösterir. Konuksever kişi ya da ülke her zaman daha konuksever olmanın yollarını aramalıdır; bu yönde ilerlemek üzere karşısına çıkan her imkana karşı gözleri açık olmalıdır; asla “yeterince şey yaptık,” “daha fazlasını yapamayız” dememelidir; bunun yerine, daha fazlasını yapabilmek adına pratik yollar aramalıdır.
Yazar: Peter Benson
Çeviren: Elif Erman
Kaynak: Philosophy Now
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.