Bilinç, bilim insanlarının tanımlamak için en çok çabaladıkları bulmacalardan bir tanesidir. Susan Greenfield bilinci anlamanın neden bu kadar zor olduğunu anlatıyor.
Zihin kontrolü: ‘Tersyüz’, Riley adında küçük bir kızın beyninde geçiyor. Duygularını beş farklı oyuncu canlandırıyor.
Sabahın erken saatleri ve dışarısı hala karanlık. Kalp atış hızın saniyede bir atışa düştü ve tansiyonun önümüzdeki 16 saat boyunca en düşük halinde olacak. Solunumun dakikada 12 nefese düştü ve bu sırada kan şekerin en düşük seviyede. Akıllı fizyoloji bütün organlarında acımasızca görev başındayken, sen kayıtsızca her şeyi erteliyorsun. Tam bu durumda, beynin ve bedenin kişisel iç evrenine girişi engelliyor ve bu bilimin en büyük mücadelelerinden birini ortaya çıkarıyor. Ancak şimdi her an, alarmın çaldığı anda, bu özel alan sadece senin olacak.
İster birine çok yakın ol, ister ifade gücü yüksek, şairane ya da merhametli biri ol, asla ve asla kendi öznel deneyimini bir başkasıyla paylaşamazsın. Ancak şu anda, çok kısa bir süreliğine bilinçsizsin – “ölü gibi uyuyorsun”.
Bilinç olmasaydı, yaşam gerçekten de ölümden pek farklı olmazdı. Bilinçli olma durumu hayatı yaşamaya değer kılıyor. Peki ama bu nedir, bu cisimsiz, manevi … tam olarak nedir? Yüzyıllar boyunca, önceki kuşaklar akılla kavranması güç olan fakat artık günden güne sorgulamadan kabul edilmiş ve benimsenmiş şeylerle nasıl boğuşulacağını tanımlamakta ve anlamakta zorluk çektiler. 40 – 50 yıl kadar önce, nörobilimin gücüyle ve muazzam bir artış gösteren beyin hakkındaki bilgilerimizle bu sorun çok daha keskin bir odağa yerleştirildi. Ancak bu anlayış zenginliğiyle sorun bundan böyle daha da göze batar bir hal aldı. Bireysel, öznel deneyimin kendi beyninin içinde bir şırınga dolusu kimyasal maddeye ve elektrik sinyaline ya da tam tersine nasıl çevrilebilir? Bilinç üzerine eksiksiz bir anlayışı ne ispatlayabilirdi?
“Birine ne kadar yakın olursanız olun, asla ve asla kendi öznel deneyiminizi onunla paylaşamayacaksınız.”
Belki de cevap beyin taramasında ortaya çıkabilir ya da belki de bir matematik formülüyle tespit edilecek? Bu çözümlerin hiçbiri, nesnel olarak gözlemlenebilen olayların nasıl bireysel bir deneyimin kişide doğrudan oluşturduğu bir hisse dönüştüğünü asla açıklayamayacaktı. Her nasılsa, nesnel bir görüş üretiliyor – neredeyse “hayal ediliyor” da diyebilirdik – ancak şu ana kadar hiç kimse bu ortada olan mucizenin nasıl gerçekleştiğini açıklayamadı.
Büyük filozof René Descartes, öznel ve nesnel arasındaki gerginliği ilk olarak 17. yüzyılda, bilinçli zihni biyolojik beyinden ayırmayı seçtiğinde artırmıştı ve o zamandan beri bu gerginlik çözülemez görünüyordu. Bu kavramsal uçurumu geçmek oldukça zor. Bir insanı ya da herhangi bir hayvanı “algısal deneyimi” ya da “bilinçli olma halleri” olan olarak tanımladığımız zaman, canlı ve cansız şeyleri ayıran en temel özelliklerin bazılarından bahsetmiş oluyoruz. Bir taş, ne herhangi bir şey “hakkında” ne de öznel özelliklere sahip bir şey, ancak algı görülen (ya da deneyimlenen) “hakkında”dır, örneğin kırmızı rengini görmek gibi.
Bu özellikler bizim için doğrudan kişisel görüşlerimizle gayet açık, ancak bakış açımızı nesnel bilimin üçüncü şahısların görüşüne geçirdiğimizde kendimizi zor bir durumda buluyoruz. Nöron kıvılcımlarına ve kimyasallara indirgenebilen beyin durumlarından bahsedebiliriz. Ancak, bu nörobiyolojik girdabın nasıl günlük tecrübelerimizde ( ağzımızda yavaşça eriyen çikolatanın lezzeti, yüzümüze vuran güneş ışığı, dalgaların sesi) bariz olan bilincin özellikleriyle bağlantılı olduğunu görmek oldukça zor. Yatak odası camından gördüğünüz karanlığa olan ufak merak, bu kavramsal girdabın ortaya çıkardığı düşünsel karanlığın yanında hiç kalıyor.
Yazar: Susan Greenfield
Çevirmen: İrem Tanyeli
Kaynak: the guardian
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.