“İçinizde takla atmayan güvercinler var. Kendini keklik zannedenler var. İçinizde koca bir günü iki taklayla savuşturanlar var. Hangilerinizden bahsettiğimi siz çok iyi biliyorsunuz ama ben burada isim verip hiçbirinizi arkadaşlarınızın içinde şey etmek istemiyorum. Ama bu böyle gitmez kardeşim, böyle gitmez! Bundan böyle takla atmayana yem de yok!”
Sinema, gerçek hayattan beslenir. Gerçek hayattan almış olduğu konuları, yeniden oluşturur ve yarattığı karakterlere birbirinden farklı konumlar, yetenekler, şekiller vererek izleyicilere değişik dünyalar sunar. Burada Vizontele’nin filminin delisi Deli Emin ile Anadolu’nun toplumsal ve kültürel yapısında delilik yansımasını Foucault’nun delilik ile ilgili söylemleri ile anlatmaya çalışacağız.
Foucault deliliğin nasıl dışlandığı, delilik ile akıl arasındaki sınırı belirlemeye çalışmıştır. Fransız Devrimi’nden önce delilere toplumun bir normal olmayan bir parçası gibi davranılmış, daha sonra delilik o statüden kurtulup önce suça daha sonra da hastalığa indirgenmiştir (Foucault 2003: 215). Foucault’nun sorduğu soru; “ne oldu da delilik bu statüden kurtulup hastalığa kadar indirgendi?”dir. İlkel çağlarda, Antik Dönem’de, Ortaçağ’da da deliler vardı fakat bunlar toplumdan ayrı düşünülemezdi, toplumla bütündü. Birdenbire ne oldu da deli ötekileştirildi?
Foucault’ya göre bu ötekileştirilmenin temelinde kapitalist anlamda yaşanan büyük değişimler yatmaktadır. On yedinci yüzyıl başında Avrupa’da, kapitalizm ulus-devletler çapında örgütlenmişti. Kapitalizm başlangıçta el emeği, işsizlik sorunuyla karşı karşıya gelmiş ve büyük isyanlarla tanıştıklarında kapatma yolunu seçmişti. Eski isyanları bastırma yöntemi olan her şeyi yakıp yıkma katletme, ekonomik anlamda bir felaket demekti (Foucault 2002: 105). Büyük kapatılma bu anlamda ilk başlarda kapitalizmin işine gelmişti. Bunun dışında bir neden de, önündeki tüm engelleri yok etmeye uğraşan kapitalizm için aylak takımına yer olmamasıydı. Onlar toplumun dışına atılmalıydılar (Foucault 2003: 229). Deli, üretim karşısında, aile karşısında dışlanan bir konumdaydı (Foucault 2003: 217) ve böyle bir konumdayken, toplumsal bütünlüğün içine dâhil edilmesi düşünülemezdi. Tabii on yedinci yüzyılda delinin dışında aile servetini saçıp savuran babalar, müsrif evlatlar, fahişeler de “büyük kapatılma”dan, toplumsal dışlanmadan nasibini almışlardı (Foucault 2003: 229).
On sekizinci yüzyılda kapatılmaların yararsız hatta tehlikeli olduğu sonucuna varıldı. Kapitalizmin ihtiyacı olan şey faydaydı ve bunlara ihtiyacı yoktu. Bu nedenle iki cephesi olan hastane sistemi getirildi: bunlar bir yandan fiziksel anlamda çalışamayanları kabul etmek ve iyileştirmek, öte yandan psikolojik diye adlandırılan nedenlerle çalışamayanları kabul etmekle görevliydiler (Foucault 2003: 232). Kapitalist toplumun gerekliliklerine bağlı olarak deli de artık hasta statüsündeydi. Çalışma alanına dâhil edilmesi için iyileştirilmesi gerekliydi. İşte o güne kadar asla var olmamış psikiyatri kurumu böylece ortaya çıkmıştı (Foucault 2002: 233). Klinik, tımarhane gibi kurumlar bireyleri kontrol altında tutmaya yarayan, psikiyatrların toplumun bekçisi rolünü üstlendiği ve belli iktidar biçimini uyguladığı yerlerdir. Bu manipüle aynı zamanda gözetim/denetim altına alanları değil dışarıdakileri de kapsar. İçeridekiler gibi aynı muameleye maruz kalmak istemeyenler ona göre davranır (Foucault 2002: 15). Görüldüğü gibi eski sistemlere oranla kapsayıcılığı daha fazladır. Kişiler suç teşkil eden eylemlerde bulunmuyorlarsa da, ne olur ne olmaz diye önceden bu korku üzerlerine yayılır, daha maruz kalmadan otorite içselleştirilir.
Peki, bu kapatılmalar Anadolu’da yaşandı mı? Fatih Artvinli, Delilik, Siyaset ve Toplum kitabında “Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları, tarihsel açıdan Foucault’nun incelediği dönemden çok sonraya denk düşüyor, kültürel açıdan da, modernite deneyimi açısından da farklı bir coğrafyadan bahsediyoruz” demektedir. Ancak yine de Deliliğin Tarihi’ndeki gibi ortak imgelerin bulunduğunu bunlardan birinin deliliğin seyredilmesi olduğunu söylemektedir Artvinli.
Ancak Anadolu’da davranış bozuklukları gösteren kişileri gerçek birer hasta sayılmamaktadır. Anadolu’da hiçbir dönemde delileri Ortaçağ Avrupası’nda olanın aksine kötü ruhların veya şeytanın etkisinde kalmış kişiler olarak yorumlamadıkları görülmektedir. Aksine delilere dervişlik kaftanı biçildiğinde görülmektedir. Delilik Anadolu kültüründe, “delikanlı”, “delidir ne yapsa yeridir”, “deli deliyi görünce çomağını saklar” gibi deyimler ile delilikte gizil bir gücün var olduğunu sergiler.
Bu insanlar, toplum tarafından bir yandan deli olarak anılırken, bir yandan da saygı görürler. Metafizik konularda yoğunlaşan; iyi-kötü, var olmak, ölüm, yaşam gibi kavramları çok kullanmakla beraber sağlıklı bir altyapısı olmayan, normal insana göre davranışlarında zahir öğelerin ağır bastığı kişiler “deli” diye adlandırılır. Deli bu nedenler kimi toplumlarda bilge anlamı da taşımaktadır. Bilge ile delinin ortak özeliklerinden biri bu benzeşmeye temel olarak gösterilebilinir. Deli ve bilge dünyevi zevklerden kendini azat etmiş ve toplumun hem içinde hem dışında yer alan bireylerdir.
Daha çok türbeler, mezarlıklar gibi dinsel ritüellerin sergilendiği mekânlarda vakitlerini geçiren, dinsel kıyafetli bu insanlar, anormal olmalarına rağmen, toplumda zaman zaman “derviş” gibi muamele görürler. Örneğin Tunceli’de “Sevuşen” olarak bilinen bir şehir delisinin heykeli kentin merkezine dikilmiştir ve yöre halkının oldukça saygı gösterdiği bir derviş olarak bilinmektedir. Bu nedenle Foucault’nun çözümlediği gibi tedavi edilmesi gereken anormal insan olarak değil de, farklılığı ile dünyadan bağını koparması ile yüceltilen kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sevgi ve aşk da “delilik” ile beraber karşımıza çıkabilecek kavramlardandır. Aşkı için hayatından vazgeçen, ona kavuşmak için insanüstü çaba sarf eden kişiler hep kahramanlaştırılmıştır. Aşktan akıl sağlığını yitirene mecnun denmiştir. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmindeki Deli Ömer’in yıllar önce kaybettiği nişanlısı için delirdiği görülmektedir ve onun sinema ile ancak yaşatılacağını düşünmüştür. Her sanat dalı gibi, sinema da toplumsal bir gerçekliğin iletilmesinin aracı olarak düşünülmüş. Sanatın kaynağı, zihniyettir. İnsanın tüm davranışları, düşünce sistemi, kendini ifade ediş tarzı ve sanatsal yaratıları, içinde bulunulan toplumun zihniyeti tarafından belirlenir. Sinema yapmak içinse toplumun tarihsel ve kültürel yapısını bilmek ve analizini yapabilmek gerekmektedir.
Hollywood sinemasında eğer bir “deli” karakteri varsa o filmde psikiyatr kaçınılmazdır. Şizofren bir hastanın toplumdan soyutlanışı, arkadaş bulamaması, cinsel yaşamında aksiliklerin olması ve esrarengiz bir olayla film örgüsü “zihinsel hastalığın” yani deliliğin etrafında kurulmakta olan filmlerde delinin toplum dışında gösterildiğini görmekteyiz. Türkiye’de ise pek çok filmde deli varken, psikiyatr yoktur. Olayın köyde geçmesi büyük bir ihtimaldir. Şehirde geçiyorsa bile aidiyet duygusunun sağlam olduğu bir mahallede elinde direksiyon ile dolaşan bir deli figürü canlanmaktadır aklımızda. Köy ve mahallelerde karşımıza çıkan bu “delilerin” temeli Foucault’nun iktidar ve deli ilişkisi üzerinden açıklanabilinir. İktidarın beden üzerindeki etkisi şehirlerde kendini göstermektedir. Ancak bu tahakküm üretim ilişkilerinin değiştiği-azaldığı yerlerde kendini daha az göstermektedir. Cemiyetten çok cemaat ilişkilerinin etkin olduğu mekânlarda toplumsal dayanışmanın etkisi ile deliliğin ötekileştirilmesinin azaldığını sinemadaki yansımasından görülmektedir.
Vizontele’deki Deli Emin karakteri üzerinden incelersek, Deli Emin köyün tek elektronikten anlayan ve kimileri tarafından “şeyh” olarak görülen bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Film, ilk resmi televizyon yayının üzerinden birkaç yıl geçtiği, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın henüz başladığı yıllarda, vizontele diye adlandırılan televizyonun bir kasabaya gelişini anlatmaktadır. Televizyonun kasabaya getirilmesi işi belediye başkanı Nazmi’nin iradesi dışında, onun omuzlarına yüklenmiş bir iş olur. O güne kadar görmedikleri, belki de varlığından bile haberdar olmadıkları televizyonun kurulması işi, sorunlu bir iş hâlini alır. Tek başına işin içinden çıkamayan Nazmi, radyocu Emin ya da deli Emin de denilen Emin’i yardıma çağırır. Böylece deli Emin filmin ana karakteri hâline gelir. Deli Emin kimsesi olmayan tek başına yaşayan biridir. Deli Emin’in film boyunca üzerinde durulan en önemli özelliği, radyo tamiri yapan, annesinin mezarına müzik götürmeye çalışan, jeneratörü tamir eden, hayatı kolaylaştıracak çeşitli mekanizmalar yapan biri olmasıdır. Deli damgasının nedeni de tek başına yaşayıp “garip işler” ile uğraşmasından kaynaklanmaktadır. Deli Emin’in bu özellikleri köy toplumu insanın özelliklerinden farklı olduğu için “deli” diye damgalanmaktadır. Ancak bu damgalama toplumdan ötekileştirilmesi sağlamamıştır aksine toplumun içinde aktif biridir Deli Emin. Güvercinleri ile konuşan Deli Emin’nin karşısındakini taklit etmesine neden olan echopraxia hastasıdır. Deli Emin’nin annesi ve babasının kutsal insanlar olduğu söylenmektedir köy içinde. Ancak Deli Emin bunu reddetmektedir. Annesinin mezarında sevdiği türküyü çaldırmaya çalışan Deli Emin’e dinsel aidiyet duyguları güçlü köy tarafından bir şey denmemektedir. Delinin Anadolu’da “delidir ne yapsa yeridir” diye fazladan bir hareket alanı olduğunu söylemiştik. Deli Emin aynı zamanda parasını vermeyen Mütayit Fikri ile de bir çatışma hâlindedir. Haksızlığa karşı sesini alçaltmayan Deli Emin doğruyu söylediğine içten içe inan köylü onun deliliğinden de şüphe etmemektedir.
Köye TRT yetkilileri “vizontele”yi getirdiğinde belediye reisinin aklına ilk olarak Deli Emin gelmiştir. Ancak belediye çalışanları onun deli olduğunu “Akıllı adam ayakkabıdan radyo yapar mı? Ayağına giyer!” diyerek yapamayacağını söylemektedir. Deli Emin’nin aynı zamanda deliliğin Avrupa’da ilk kapatılmasına neden olan farklı yaşam tarzı ve düşünceleri nedeniyle damgalandığı görülmekte ancak Anadolu’da bu “aylak”lık kapatılmaktan çok yüceltilmeye gitmiştir. Deli Emin’in ilkokul öğretmenliğini de yapmış olan belediye reisi, onun çocukluğundan bu yana arkadaşlarından farklı olduğunu, onlar gibi davranmadığını açıkça söyler. Esnaf ve ahali de onun yaşayış ve düşünüşündeki farklılığından dolayı deli olarak etiketlemişlerdir.
Sonuç olarak Vizontele örneğinde olduğu gibi Anadolu’da delilik sosyo-ekonomik yönden genellikle alt-tabaka insanlardan oluşan toplumlarda deli olarak damgalanmış ancak ötekileştirmemiştir. Foucault’nun bahsettiği büyük kapatılma ise Anadolu’da geçmişte mekânsal bir tecritten ibaret kalmıştır. Deli Emin’nin mekânsal tecriti ilçenin kenarında, tek odalı bir yerde yaşamasıdır. Ancak bir yatak, bir bisiklet ve hobisi olan elektronik parçalar, dünyasını doldurur. Güvercinlerle insanlarmış gibi diyaloglar kurar, annesinin mezarına sevdiği türküyü dinlesin diye radyo bağlantısı kurar. Bunlar damgalanmasına ama asla ötekileştirilmesine neden olmamıştır bir bisiklet kadar yakındır köye Deli Emin.
Toplumsal yapı içerisindeki “delilik” olgusu ile sinema arasındaki ilişki değerlendirildiğinde, deliliğin sinemadaki görünümünün, büyük ölçüde söz konusu yapıya bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, toplumdaki sosyal, kültürel, ahlaki, ekonomik, teknolojik, bilimsel, vs. değişiklikler ile beyazperdeye yansıması arasında da bir ilişki saptayabiliyoruz.
Kaynaklar:
FOUCAULT, Michel (2003) İktidarın Gözü, Çev.: F. Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
FOUCAULT, Michel (2002) Deliliğin Tarihi, Çev.:M.A Kılıçbay, İmge Yayınları, İstanbul.
Yazar: Ali Eren Demir
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.