• 26 Temmuz 2018
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Bu konu hakkındaki en çılgın örneklere James George Frazer kaynaklık eder. İlkel olan söz konusu olduğunda, istencin ilkelin gündelik faaliyetleri üzerinde doğrudan bir baskısının olduğu göz ardı edilmemelidir. İlkel bu obsesyona göre yaşar ve ona göre düşünür. Medeni insana göre takıntı olarak algılanan bu durum, ilkel bakımından doğal ya da olması gereken bir bilinç hâli olmalıdır. Çünkü ilkel insanın, içinde bulunduğu duygudurumunun doğruluğundan kuşku duymadığı açıkça görülmektedir. İlkelin şeylere istenç ya da bilinç atfetmesi; onları ve dünyayı anlamlı hâle getirmek için kökensel bir etkiye sahiptir. Onun ruh inancının antropomorfik olduğuna ilişkin birkaç örnek verilebilir:

Bazı Aborijinlerle konuşan Avrupalı bir misyoner şöyle söyledi: ‘Ben sizin sandığınız gibi bir değil, iki kişiyim.’ Bunun üzerine güldüler. ‘İstediğiniz kadar gülebilirsiniz,’ diye devam etti misyoner. ‘Bir bedenin içinde iki kişi olduğunu söylüyorum size; bu sizin gördüğünüz; büyük beden; onun içinde görülmeyen küçük bir beden daha var. Büyük beden ölür, gömülür, ama küçük beden büyüğü ölünce uçar gider.’ Aborijinlerden biri buna şöyle karşılık verdi. ‘Evet, evet. Biz de ikiyiz, bizim de göğsümüzde küçük bir beden var’” (1).

Aborijinler’e benzer olarak, Huronlar ve Eskimolar’da da benzer bir inanış mevcuttur. Onlar tıpkı matruşka bebeklerde olduğu gibi insanın bedenin içinde fonksiyonel bakımdan aynı, ancak beti bakımından farklı bir bedenin saklı olduğunu düşünüyorlardı. Ancak bundan daha önemli ve ilgiyi hak eden başkaca bir düşünce daha mevcuttur: “Nootkalar’a göre ruhun küçük bir insan şekli vardır;  oturduğu yer başın tepesidir. Dik durduğu sürece, sahibi dinç ve sağlamdır; ama herhangi bir nedenden dolayı dik durumunu kaybederse, sahibi de duyularını kaybeder” (2).  İdealist felsefeyi uzunca bir süre meşgul eden, ruh ve beden problemine ilkel olanda, bir problem olarak değil ancak; problemin kaynağı olarak karşılaşılmaktadır. Soru[n], “uzamsız bir şey uzamlı olan bir şeyi nasıl etkiler?” sorusuydu. Bu soruna açık bir şekilde kaynaklık eden R. Descartes’ın soruya yönelttiği ilk cevap Nootkalar’ın ruh anlayışıyla benzer bir nitelik taşımaktaydı. Descartes ruhun beyindeki epifiz bezi (pineal gland) olarak bilinen bir organın içerisinde olabileceği yönünde bir iddiada bulunmuştu. Ancak Descartes’ta ruh ve beden birbirinden ayrı tözlerdir dolayısıyla ruh beden ile aynı özelliklere sahip değildir. Örneğin, kolu kesilen bir kimsenin ruhunun da kolunun kesildiği söylenemez, yani ruh bölünebilen bir şey değildir. Başka bir deyişle tinsel olan algısal olan (beden) ile özdeş değildir. Ancak Nootkalar’ın ruh anlayışına göre; o algılayan bir şeydir. Yine de her iki ruh anlayışı ortak bir zeminde birleşmektedirler, yani zihnin yetilerinde.

İlkel inanışların birçoğunda ruhun insan bedenine benzediği, onun bir ağırlığının olduğu; hatta ruhların bazılarının şişman bazılarınınsa zayıf olduğu görüşü mevcuttu. Ruhlar yalnızca daha küçük ve genellikle uçucu olarak tasvir ediliyordu. Uçucu olduklarından kolaylıkla bir bedeni terk edip başka uygun bir bedenin içine girebilme kabiliyetine sahipti. Örneğin, yeni doğan bir bebeğin ruhunun bendene tam olarak yerleşmediği düşünülerek, annenin doğum esnasında ağzını kapalı tutması gerektiği düşünülüyordu. Aynı zamanda ruhun bedenden ayrılması demek kişinin ölümü demek olduğundan, ruhun bedenden ayrılmaması için birçok somut önlemler alınmaya çalışılıyordu. Ancak bu söylemlerin hiçbirisi ruhun kökenine işaret ediyor görünmüyor. Bununla birlikte ruh fikrinin doğuşu bedenle olan ilişkisinden kaynaklanıyor olmalıdır. Yani ilkele göre ruh daha çok şeffaf bir görünümde aynı zamanda gerçeklikle birebir ilişkilisi bağlamında etkin bir rol üstlenir. Dolayısıyla ruh hem insani yetilere sahip hem de insanüstü yetenekleri olan bir şey olarak tasvir edilir. İlkele göre ruh örneğin uçabilir, gezebilir, bir başka bedene sahip olabilir ve en önemlisi fani değildir.

Ruh fikrinin kökeninin uykuyla ve daha çok ölümle ilişkili olduğuna vurgu yapmıştım. Ancak burada daha detaylı bir araştırmaya girişerek ruhun antropomorfizmle bağını açık bir şekilde ortaya koymaya çalışacağım. İlkelin ruh anlayışının azımsanamayacak ölçüde günümüz ruh anlayışına katkı sağladığını görürüz. Örneğin, ölen bir kimse için “sonsuz uykuya daldı” sözünü sıklıkla işitiriz. Yalnızca bu söylemden yola çıkılarak ölüm ve uykunun yakından bir bağı olduğu düşünülebilir. Yine de burada basit kanıtlamalara yer vermektense daha kökensel incelemelerle; ruha ilişkin potansiyel ve araştırmaya kaynaklık edebilecek açıklamalara yer vermeyi uygun buluyorum. İlkin, onlara göre ruh bir bedene ait değil tam aksine beden ruha aitti,  yani ruh bedeni sahipleniyor istediği zaman da onu terk edebiliyordu (3). Bu nedenle ilkel, ruhun sahiplendiği bedende onu tutabilmek için oldukça büyük bir çaba sarf etmek zorunda kalıyor ve bunun için insansal önlemler almaya çalışıyordu. Düşünceye göre, ruh bedeni uyku esnasında terk ediyor ve bedenden bağımsız bir şekilde ayrı bir yaşantının içine giriyordu. Böylelikle uyku ve uyanıklık hâlindeyken gerçeklikle olan ilişkinin bozulmadığı düşünülüyordu. Örneğin, “Düşünde, patronunun kendisini bir kanoyu bir dizi şelaleden yukarı çekmeye zorladığını gören güçsüz bir Macusi Kızılderilisi, ertesi gün, bir zavallı hastayı dışarı çıkarıp bütün gece ağır işe sürdüğü için bu düşüncesizliğinden dolayı efendisine sitemde bulunmuştur” (4).

Öncelikle, ilkelin durumunda dikkat edilmesi gereken iki varlık türünden söz ediyorum, ilki beden ikincisi de ruh. Ancak her ne kadar iki ayrı varoluş biçimini temsil ediyor olsalar da bunlar birbirlerini etkileyecek şekilde var olurlar. Ruhun ebedî bir varoluşa sahip olduğu düşünülse de yeryüzünde kalması bakımından beden olmadan o hep eksik bir yaşam idame ettirecektir. Beden ise ruh olmadan kendi özünden mahrum kalacaktır. Beden ve ruh aynı anda birbirlerini etkileme potansiyeline sahiptirler. Yani beden uykudayken bir ruh herhangi bir çevrede hareketli olarak belirli türden olaylar yaşayabilir ve ilkel tarafından bu durumun bedeni etkilemiş olduğu düşünülür. Her iki durumda da var olan kendisini olgusal olandan tamamen soyutlanmış olarak hissetmez, bu nedenle uyku hâli de uyanıklık hâli kadar gerçektir. İlkellerde çoğu zaman, ruhun uyku esnasında serbestçe dolaştığı ve eğer herhangi bir şeye takılırsa bedene tekrar geri dönmeyeceği inancı yaygındı. Bunun için uyuyan insanı o esnada uyandırmak demek ruhun bedene geri dönecek zamanı bulamaması demekti. Aynı zamanda bedendeki herhangi bir değişikliğin, ruhun kişiyi tanıyamamasına neden olabileceği gibi bir etki yarattığı düşünülüyordu. Bu durumda kontrolsüz bir şekilde dolaşan ruhu kontrol edebilmek için alınan önlemler yeterli olmadığı takdirde hâkimiyeti büyücü devralıyordu. Ruh, duyabiliyor, hissedebiliyor, konuşabiliyor yani her türlü insansal faaliyeti yerine getirebiliyordu. Dolayısıyla büyücü birtakım ritüeller ile onu bedene geri çağırma işini görüyordu.

Ruhun dünyada kalmasına ilişkin görüşün tam olarak başıboş ve alı koyulmuş olan ruhun aynı bedene geri dönme istencinden kaynaklandığını söyleyebilirim. Eğer ruh kişinin rüyası esnasında bir yere takılı kalmış ve tekrar bedene dönememişse; yaşamsal özünden yoksun olan bedenin hayatta kalmasına imkân yoktu. Dolayısıyla ölen kişinin ruhu bedeni bulmak için aynı yere tekrar döneceğinden ve ruh yaşama geri dönmek için yanıp tutuştuğundan; ölen kişinin evinde yatıya kalmaktan kaçınılmaktaydı. Çünkü aynı alıkoyma evde kalan misafirin de başına gelebilir ve bu durum o kişinin ölümüne sebebiyet verebilirdi. İlkel, yalnızca uyku hâlinde değil; bir kimse uyanıkken de ruhun dışa kaçtığına inandığından, tüm hastalıkların ve ölümlerin sebebini ruhun davranış modeline göre belirlemiştir. Bu bakımdan ölümden uzaklaşmak demek, bedendeki ruhun varlığını korumak onu bedende hapsetmek demektir. Dolayısıyla herhangi bir hastalık durumunda, büyücü tarafından ruhun olduğu yerden bedene geri getirilmesi gerekmektedir. Büyücü herhangi bir nesne kullanarak ya da onu başına gelebilecek tehlikelerden haberdar ederek endişelendirme ve korkutma yoluyla bedene davet eder, böylece hastalığa yakalanan kişinin iyileşeceğine inanılırdı.

İlkele göre ruh cisimsel bir yapıya sahipti, bu bakımdan ruhun beden ile olan ortak etkileşimi oldukça kolay sağlanmaktaydı. Örneğin ilkele göre, dışa kaçan ruhu tıpkı bir balık yakalar gibi oltayla yakalamak, ağaç dalına girdiği varsayılarak ruhun hastaya taşınmasını sağlamak, bir keseye koymak, onun geri dönmesi için çağrıda (5) bulunmak, ruhu çatala takmak ve onun kendisiyle birlikte gelmesini sağlamak mümkündü. Ruhun yaşamsal öz olması bakımından hastalıkla ve ölümle doğrudan ilişkisi vardı; bu nedenle her hastalık durumunda ruhun bedeni terk ettiği düşüncesi ilkelde doğal olarak gerçekleşen bir sürece dayanıyordu. Bu mantıksal sürece göre; uyku, hastalık ve ölüm ilkel bakımından ruh düşüncesinin ortaya atılmasındaki temel doğal örülümdür. Ancak ölüm bütün bu düşünce dizgesinin ortaya koyuluşunda dominant bir karaktere sahiptir. İlkele göre ruh yalnızca uyku esnasında değil uyanık haldeyken de bedeni terk edebiliyordu, bu durumda yaşamsal özünden yoksun bırakılan beden çabucak hastalığa yakalanıyordu (6). Ruhun uyanık haldeyken bedeni terk etmesinin nedeninin ölümle ortaklaşa hareket eden başka ruhlar (iblis) tarafından ayartılması yoluyla meydana geldiği düşünülüyordu. Dikkat edilirse bu başka türden ruhlar hem “şeytanî olan kutsaldan” (7) payını almış olarak hem de bu “şeytanî olan kutsalın” özelliklerini yansıtma yani; alıkoyma, onu gözetleme, fırsat kollama, ayırma vb. özelliklerini yerine getirmektedirler. Bütün bu sayılan nitelikler tümüyle insanî tutumların kapsamı içerisine girerler; iblis “şeytanî olan kutsalın” aşkınsal olan özelliklerinden yoksundur. Örneğin, iblise sunu yapıldığında hasta olan kişinin (yani ruhu iblis tarafından tutsak alınan kişinin) ruhunun serbest kalacağı düşünülüyordu. Ancak ölen bir kişin için ölümün kendisine sunu yapmak gibi bir adetleri yoktu. Tam aksine ölen kişinin ruhunu o çevreden uzaklaştırmak için birçok korunma yöntemi oluşturmuşlardı.

“Şeytanî olan kutsaldan” payını almış olan kötü ruhlar ilkele göre her ne zaman isterlerse yaşayan kişinin ruhunu kaçırma istencine erişebilirler. Bu durumda yaşayan kişi de her zaman tetikte olmak ve önlem almak zorunda kalır. Bu önlem büyücü yoluyla sağlanır, büyücü burada da obsesif tutumundan vazgeçemeden ufak kemik parçalarından yardım alarak bedeni terk eden ruhları yerine koymayı amaçlar. Bu kemik parçaları her bir kişinin ruhunu temsil eder ve büyücü-hekim onları eleme yoluyla sahiplerine geri iade eder. Çağımızda da ruh inancına sahip olan kişilerden benzer bir tavır sergiledikleri görülebilir. Psikolojik tedavi gören hastalardan çok; tıpkı ilkel olanda olduğu gibi çağdaşlarımızda bu durum (özellikle geri kalmış toplumlarda) olağan görünmektedir. Bir kadın kendi yaşamından söz ederken bir önceki eşinin kısır olduğunu ve onun bu eksikliği (8) kabullenmediğinden dolayı ikinci bir eşle (kuma) beraber olduğunu söylemişti. Çocuk doğurması beklenen ikinci eş (kuma) doğum yapamayacağını anladığında bir büyü yoluyla çocuk doğurma istencinin sağlanacağını düşünülmüştü. Bunun için bir hayvanın dili, kalınca bir iple bağlanıp yatağın altına saklanılmıştı. Dolayısıyla nesne çocuğun ruhunun anne karnına girmesi için aracı olarak belirlenmiş ve özellikle çocuğun oluşması için en elverişli bölgeye nakledilerek etkileşimin gücünü artırma amaçlanmış olmalıdır. Buradaki düşünce biçimini sıralayacak olursam: ikinci eş tarafından korku duyulan, çocuğun meydana gelmemesi ve kadının bu durumla suçlanmasıdır. Bu suçlanma, muhtemelen kişide kendisini suçlama olarak gelişmiş olmalıdır. Suçluluk duygusunu bastırmak için, suç ikiye bölünmelidir, bunun iş için en uygun “sorumlu kişi” büyücüdür. Büyücü sorumluluğun bir kısmını üstlenir ve çocuğun ruhuyla iletişime geçtiğini iddia eder, bu durumda sorumluluk bir başka şeye aktarılır yani nesneye; nesne ruhun taşıyıcısıdır ve böylece suç üçe bölünmüş olur.  İlkel inanışına göre, çocuğun ruhu bir yerlerde anne karnına girmeyi bekler. Bu iki düşünce arasında da oldukça güçlü bir benzerlik olduğu görülüyor. Yalnızca ilkel erkek kişi, çocuk için kendisinin bir aracı olduğundan haberdar değildi. Yine de iki düşünce biçiminin de esas kaynağı, çocuğun tek bir sorumlusunun kadın olduğu konusundaki eş düşünce yapısıdır.

Medeni insan obsesif tavrı bakımından da ilkel ile yakından bir bağ kurar, yukarıdaki örnekte olduğu gibi kişinin istenci nesneye atfedilir ve bu istencin nesne yoluyla başka birisine ya da bir olaya etki edeceği düşünülür. Nesnede gerçekleşen değişme yoluyla sorun edilen durumunda değişeceği var sayılır. Böylelikle suçun sorumluluğu durumun kendisine de pay edilmiş olur. Örneklediğim olayda durumda herhangi bir değişiklik gözlemlenmemişti (büyü işe yaramamış). Ancak durumun kendisi de bir değişikliğe uğrasaydı yani yöntem kazara işe yaramış olsaydı ya da durumu etkileyen başka aracılar tesadüfi olarak devreye girmiş olsaydı; bu yöntem muhtemelen ileride ticari bir amaca hizmet edecek biçimde konuşlandırılmış olacaktı. Nitekim yöntemin kendisi günümüzde hâlâ varlığını devam ettiriyor görünmektedir. Yukarıda sözünü ettiğim örnek başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da başka kişilerin yaşamında başarılı sonuçlara sebep olduğu düşünüldüğünden ya da, kelimenin tam anlamıyla kişi bu türden bir inanca sahip olarak yaşamını idame ettirdiğinden; medeni olanın ilkel olan ile bu yakın ilişkisini incelemeyi devam ettiriyorum (9).

Nesnenin ilkelin yaşamında özel bir yeri işgâl ettiğini kanıtlayan oldukça fazla örnekler bulunabilir. Ruh inancının yapıtaşlarını meydana getiren rüyanın yanı sıra ruhun belirlenimlerinden doğan bir takım benzer özelliklere sahip olan başka şeyler de onun temsilcisi olmuşlardı. Örneğin bir gölgeye sahip olan her nesnenin de ruhu olduğu düşüncesi ilkel için önemli bir anlam ifade ediyordu. Ruhun en temelde kişiye ait yaşamsal bir özü ifade ettiği düşünülürse ilkelin gölgeye karşı tutumu haklı sayılacaktır. İşi yapan ruh işten etkilenenin de beden olduğu varsayıldığında bu durumda ruhu etkileyen her türlü olası durumdan beden de etkilenecektir. Ruh tasvirine birçok yönüyle benzerlik gösteren gölge de bu durumda bedene değil ruha ait olmalıdır. Öyleyse gölgeyi etkileyen her şey hiç kuşkusuz aynı zamanda hem ruhu hem de bedeni etkileyecektir. Örneğin, “Wetar Adası’nda gölgesini mızrakla yaralamak ya da bir kılıçla kesmek yoluyla bir insanı hasta edebilen büyücüler vardır” (10). Yani temelde nesneyi etkileme nesneye ait olduğu düşünülen ruhun kendisini etkileme amaçlanmaktaydı. Bu durumda nesnedeki ruhani değişim kişinin istencine uygun bir biçimde şekillenmiş olacaktı.

Ölüm ile sıkı bir bağ içerisinde bulunan ruhun taşıyıcısı yalnızca insan değil bütün yaşamsal fonksiyonlara sahip olan canlılardır. Ölümün öz niteliği olan felaketten payını alan ruhun insan yaşamında bu denli önemli bir rol oynaması ilkel bakımından oldukça anlaşılırdır. Çünkü ilkelin bu türden doğaüstü olaylara karşı ilgisi en temelde doğaya karşı duyduğu korkudan ve meraktan kaynaklamaktadır. Özelikle de bir hastalığın nedeninin açıklanamaması onları bu inanca sürükleyen en önemli nedenlerdendir. Kabilenin üzerine düşen gölge tamamen ölüm tarafından lanetlenmek demektir. Ekinlerin zarar görmesi ve hayvanların hastalanmasındaki kötü sonucun bir sorumlusu olmalıdır. Bu nedenle ilkele göre ruhun nesneyle olan etkileşimi sanıldığından daha basittir. Bir sığırın gölgesinden kanını emerek onu hasta edebilen bir tür solucan, durumu oldukça anlaşılabilir hâle getirecektir. Medeni insanın da bu türden batıl inançlara sahip olduğunu söylemek mümkün… Örneğin gece bir gölge görmenin uğursuzluk getirdiği çünkü o gölge de cinlerin ve perilerin yıkandığı inanışı mevcuttur. Gölgenin ruhla olan bu özel türden ilişkisi doğrudan ruhla ve dolaylı olarak da ölümle ilişkilidir.

Nesnedeki ruh düşüncesi temelini insan ruhundan almaktaydı. İlkele göre insan ruhu yalnızca insanlar arası etkileşimde bulunmuyor doğadaki tüm nesnelerle de etkileşimde bulunuyordu. Ölen insanların ruhunun doğada kalıyor olması düşüncesi yalnızca ruhun varlığına değil antropomorfik bir doğa tasarımına da işaret eder. Frazer, Banks Adaları’nda yaşayanların insan yiyen taşların olduğunu düşündüğünü iddia eder. Bu şeytanî kutsaldan payını alan ruhun evriminin açık bir kanıtıdır. Yalnızca kötülüğe düşkün olan ruha yani taşa seslenmek, ruhun onu tanımasını sağlamak gerekmektedir. Ruhtan korunma ancak bu şekilde sağlanmakla birlikte ruh ile bir antlaşmanın gerçekleştiği düşünülür. Bu sayede korunma çift taraflı gerçekleşecektir, buradaki korunma en temelde herhangi bir zamanda herhangi bir tehlikeyi barındıracak kapasiteye sahiptir. Ancak tehlikeye yakın olmak ondan uzak olmaktan çok daha iyidir. Dolayısıyla ilkelin tüm yaşamını işgâl eden ve nevrotik düşünüşünün temeli olan korunma düşüncesi burada yeniden açıklığa kavuşur.

Dipnotlar:
(1) James George Frazer, Altın Dal: Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma, Çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul: 2004, YKY, s.170.
(2) Farzer, a.g.e, s.170.
(3) Ruh bedeni terk ettiğinde, kişinin ölümü gerçekleşmiş olur. Bu düşünce günümüz ruh anlayışıyla birebir örtüşmektedir, çağımız inanışına göre ruhun gerçekte kişi öldükten sonra bedeni terk ettiğine inanılır. Fakat ileride görülecektir ki durum bunun tam aksi yönde, bilinç dışı olarak, ilkelin düşüncesine olan sadakatini yenileyecektir.
(4) Frazer, a.g.e, s. 175.
(5) Bu çağırı uzunca bir dua olarak düşünülebilir. Duanın temel konstrüksiyonu da yalvarma, çağırı, istekte bulunma ve dilsel olarak etkileme gücüne dayanmaktadır.
(6) Virgülden sonraki cümle tersten okunmalıdır.
(7) Ölüm.
(8) Kimine göre kısırlık tam olamama durumudur, özellikle bu eksiklik erkek olan kişide görüldüğünde hem toplumsal bir ayıp hem de erkeğin zayıflığı olarak anlaşılır.
(9) Burada medeni insan açısından büyüyü yaptıranın eğitim durumu herhangi bir şekilde etken değil (en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar), tam olarak yaşantıyla ilişkili.
(10) Frazer, a.g.e, s.192.

Kaynakça:
FRAZER, J. George (2004), Altın Dal: Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma, İstanbul: YKY.
FREUD, Sigmund (2014), Totem ve Tabu, Ankara: Tutku Yayınevi.

Yazar: Aysel Çamlıbel

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com