Paylaş

Sık sık kendimi şimdiki öğrencileri, ayrıca kendi öğrencilerimizi de eleştiren sohbetlerin içinde buluyorum. Yaşlanıyoruz bu kesin. Bu sohbetlerde “Gençler az kitap okuyor!” ya da “Çevre sorunlarına karşı gerekli ilgiyi göstermiyorlar!” gibi konu başlıklarında çok eleştirel olsam da diğer birçok eleştiri başlığı tartışılırken “Ee? Aslında biz de böyle değil miydik!” diye şüpheye düşüp sormak ihtiyacı hissediyorum. Ben kendimi bir öğrenci olarak her konuda o kadar da uslu ve akıllı biri olarak anımsamıyorum. Size sorayım; okul yıllarınızı nasıl anımsıyorsunuz? Nasıl bir öğrenciydiniz? Okul çevreniz içinde kendinizi nasıl tanımlardınız? Peşinen söyleyeyim; vereceğiniz yanıtlar (eğer Hollywood filmlerindeki gibi bir gün uyandığınızda geçmişe dönüp tekrar 15-16 yaşında olsaydınız göreceğiniz gibi) geçmişte yaşanılan gerçek ile pek uyum içinde olmayacaktır. Kendinize de bu yanlış yüzünden çok yüklenmeyin zira bu oldukça yaygın bir davranıştır.

Mark Alicke ve meslektaşları, gerçekleştirdikleri deneyde öğrencilerden, 20 olumlu 20 olumsuz karakter özelliği belirtmelerini istemiş. Sonra öğrencilerden bir gruba, ortalama bir kolej öğrencisine göre kendilerini soyut olarak nasıl değerlendirdiklerini sormuş. Diğer öğrenci grubundan ise aynı odada bu sorulara birlikte cevap verdikleri ama hiç tanımadıkları bir başkasıyla kendilerini karşılaştırmaları istenmiş. Sonuçlar oldukça ilginç; ilk öğrenci grubundaki 40 denekten 38’inin, ikinci öğrenci grubunda ise 40 denekten 31’inin, olumlu özelliklerde kendilerine ortalamanın üzerinde, olumsuz özelliklerde ortalamanın altında puan verdikleri görülmüş. En ilginci ise, deneklerin, kendilerini ortalama bir kolej öğrencisiyle karşılaştırdıklarında grafikte daha aşağıda işaretledikleri özelliklerden birisinin “yalancılık” olduğu saptanmış. Bir başka deney sonucuna göre de ünlü SAT sınavına giren 1 milyona yakın kişiye; ‘liderlik özelliği’, ‘spor yeteneği’ ve ‘diğerleriyle iyi geçinme’ gibi özelliklere ilişkin sorular sorulduğunda yanıt verenlerin dörtte biri, diğerleriyle geçinme yeteneğinde kendilerini en yukarıdaki %1’e dahil etmiştir.

Yine bir diğer deneyde, üniversite öğrencilerinden seçilmiş bir gruba bazı ön yargılardan bahsedilmiş ve ön yargılardan ne kadar etkilendikleri sorulmuş. İlginç bir şekilde neredeyse hepsi kendilerini ön yargılardan ortalama bir Amerikalıdan daha az etkilenir bulmuş (Kurzban, 2012). Yani insanlar demek istiyor ki; “Herkes ön yargılı, ben hariç. Ben soğukkanlı, gerçekçi birisiyim.” Zaman geçtikçe, geçmişteki bizin, o zamanlar kendimizi nasıl görüp kendimiz hakkında neler hissettiğini unutuyoruz galiba. Ancak o zaman sahip olduğumuz kendimize dair olumlu ön yargıları bugün de hala taşıyoruz. Hayat öğrenciliğin bitmesi ile sona ermiyor.     

İleriki yaşlarımızda da kendimize ait gereğinden fazla olumlu ön yargılara sahip bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz. A.B.D.’de yapılan ülke çapındaki bir ankete göre toplumun %63’ü genel zekâ ortalamasının üstünde olduğunu düşünüyormuş. Erkeklerin % 71’i ortalamadan daha zeki olduğunu düşünürken, kadınların ise %57’si kendilerini ortalamadan daha zeki görüyormuş. Kanadalılar arasında yapılan bir çalışmada ise insanların yaklaşık %75’inin kendi zekâlarının “ortalamanın üstünde” olduğunu düşündükleri saptanmış. İsveçli üniversite öğrencileri ile 1981’de yapılan bir araştırmada %69’unun sürücülük becerisinde arkadaşlarının yüzde 50’sinden daha iyi olduğunu düşündüğü ve %77’sinin de emniyet konusunda kendini üst %50’lik kesimde gördüğü bulunmuş (Chabris ve Simons, 2012). Görünen o ki; kendimize ve kendi yeteneklerimize en iyiyi, karşımızdakine ve yeteneklerine de en kötüyü atfetmeye eğilimliyiz.

Şimdi yazıyı okurken “Madem herkes böyle, aman olsun ne var bunda? Kendimize söylediğimiz küçük yalanlar ucunda ölüm yok ya!!” diyebilirsiniz, ancak işin ucu çok farklı yerlere uzanıveriyor. Bu konudaki en ilginç çalışmalardan birisinin tarihi oldukça eski aslında. Bu deney 1965’te yapılmış. Elli kişilik iki farklı grup alınıyor ve deneklerden araba kullanırken ne kadar yetenekli olduklarına dair puanlama yapmaları isteniyor. Tahmin edeceğiniz gibi her iki grup da kendilerine puan verirken biraz fazla cömert davranmış. Bu iki grubun “basit ortalaması” hemen hemen aynı bulunmuş. Usta şoförlük, kişiye göre değişir ve bu şaşırtıcı olmayabilir. Ancak elli şoförden oluşan gruplardan birinde, onları hastaneye düşürecek kadar ciddi trafik kazalarına karışmış sürücüler bulunmaktaymış. Polisin ifadesine göre bu gruptaki elli kişiden 34’ü geçmişte bu kazalara sebebiyet vermiş. Kazalardan 22’si “sabit cisimlerle çarpışma” veya “yolda takla atma” diye sınıflandırılmış. Geçmişte yaşadıkları kazalar dahi insanların araba kullanmadaki ustalıkları konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapmalarına yetmiyor. Daha yakın zamanda yapılan bir araştırmada da, bir diğer kişiyi hastanelik edecek boyutta ciddi kaza yapmış insanların, ‘iyi ve güvenli araba sürme’ konusunda kendilerine verdikleri puanların kontrol grubunun puanlarına yakın olduğu saptanmış (Kurzban, 2012).    

Gerçi yukarıda verilen bilgiler hepimizin öyle diyeceğini söylüyor ama ‘ben böyle değilim!’ demeyin sakın! Bunlar insanın evrimsel süreçte biyo-sosyo-kültürel yapılanmasının getirdiği davranış kalıplarıdır. Az ya da çok hepimiz bu kalıplara sahibiz. Bu tip zararlı olabilecek yanılgılardan kurtulmanın yolu önce onları kabullenip tanımaktan geçiyor. Ancak bu yolla bu yanılgıların nedenlerini ve onlarla nasıl baş edebileceğimizi keşfedebiliriz. O çok övündüğümüz zekâmıza ya da soyut düşünebilme, problem çözebilme yeteneğimize güvenerek bu yanılgılardan kurtulamayız. Soyut düşünme, zekâ ve problem çözebilme deyince aklınıza ilk gelen üç şeyden birisi (en azından benim için) tabii ki satranç… Pekâlâ, o konuya bir göz atalım. Usta satranç oyuncularının kendilerini olabildiğince (en azından bizlere göre) gerçekçi değerlendirebilmeleri gerekmez mi? Sağduyu öyle olması gerektiğini söylüyor. Ancak deney sonuçları bunun pek de öyle olmadığını söylüyor. Deneye geçmeden önce kısa bir ön bilgi verelim. A.B.D. Satranç Federasyonu’nun kayıtlarına göre (1998 yılının Temmuz ayında) son yirmi turnuvada oynayan 27.562 kişinin ortalama puanı 1337 imiş. Puanı 2200 ve üstü olan oyuncular usta kabul ediliyormuş. Bellek ve stratejinin zekâ ile harmanlandığı bu usta işi oyunda uzun bir maç serisinde rakibinden iki yüz puan fazlası olan oyuncu yüzde 75 olasılıkla ilerleyebilirken rakibinden dört yüz puan önde olan oyuncunun ise hemen her oyunu kazanması ise neredeyse kesin anlamına geliyormuş. Diğer birçok spor dalına kıyasla satrançtaki puan sistemi son derece doğru kabul edilmekte ve oyuncunun puanı, yeteneğinin net bir göstergesi gibi görünmektedir. Yani bu koşullarda usta oyuncuların hem kendi puanlarına hem de rakiplerinin puanlarına nesnel bir yorum getirebilmeleri gereklidir, diyebiliriz. Christopher Chabris, Daniel Simons ve Dan Benjamine, birlikte, Philadelphia’daki Dünya Açık Satranç Şampiyonası ve Parsippany, New Jersey’deki ABD Amatör Takım Şampiyonasında bir turnuvaya katılan satranç oyuncuları ile bu varsayımın geçerliliğini sınamışlar. Deney basit ama zekice tasarlanmış; bir maçtan diğerine geçerken oyunculardan bir anket doldurmaları istenir. İki kısa soru sorulur: “En son resmi satranç puanınız nedir?” ve “Şu anki gerçek kuvvetinizi yansıtan puan sizce kaç olmalıdır?” İlk sorunun yanıtının çok kolay olduğu hemen fark edilecektir. Doğal olarak, oyuncular puanlarını biliyorlarmış. Yarısı puanını tam olarak doğru bildirmiş, geri kalanların çoğu ise yalnızca birkaç puan farkla yanlış yapmış. Oyunculardan, kaç puanda olmaları gerektiği konusundaki ikinci soruya da doğru yanıt verebilmeleri beklenmiş. Doğru yanıt tabii ki mevcut puanları iken deneye katılan oyuncuların sadece yüzde 21’i aldığı puanın gerçek kuvvetini yansıttığını belirtmiş. Buna karşın %4’ü yüksek, geriye kalan yüzde 75’i ise kendi puanını düşük buluyormuş. Bu son gruptaki satranç oyuncuları kendilerinin ortalama 99 puan yukarıda olmaları gerektiğini düşünüyorlarmış. Bir başka deyişle bu 99 puan şöyle yorumlanabilir; şu an kendileri ile aynı puanda olan oyunculara karşı net bir zafer kazanabileceklerine inançları tam. Çalışmaya katılan oyuncuların ortalama yirmi yıllık maç deneyimine, on üç yıldır puanlı turnuva deneyimlerine ve ortalama 1751 olan puanlarına bakınca sonuç daha da inanılmaz görünmekte. Bu aşırı öz güven ve kendi ustalıklarını değerlendirmedeki başarısızlık insana çok şaşırtıcı geliyor.    

Şimdi Christopher Chabris ve arkadaşlarının bir başka deneyine bakalım. Deneklere havadan sudan rastgele cümleler söyleyip bunlara “doğru” ya da “yanlış” şeklinde yanıt vermelerini istemişler. (Örneğin “O. J. Simpson’ın cinayet davası 1993’te sona erdi” gibi. Cümle yanlış, dava 1995’te sona ermişti) Buna ek olarak deneklerden her yanıtta özgüvenlerini ifade etmek amacıyla (%50 ile 100 arasında) bir oran belirtmeleri de istenmiş. Deneklerin yanıtlarındaki doğruluk oranı %60’da kalırken özgüven oranı %75’lere çıkmış. Deneyin püf noktası ise aynı zorluk oranında aslında iki test olması. Denekler birkaç hafta sonra çağrılıp bu kez ikinci testi almışlar. İlk testte özgüven sıralamasında ilk üst yarıda olanların %90’ı ikinci testte de ilk üst yarıya girmiş. Ancak özgüven doğruluk anlamına gelmiyormuş. Özgüveni çok olanların az olanlara göre daha doğru yanıtlar vermediği ortaya çıkmış. Ayrıca özgüvenin zekâ ile de bir ilişkisi olmadığı belirtilmiş (Chabris ve Simons, 2012).  

Özgüven, doğru dozdayken faydalı ve gereklidir. Yoksa hala Doğu Afrika düzlüklerinde geziniyor olurduk. Özellikle bilgi birikimi ve tecrübenin getirdiği beceri artışı ile birlikte yükselen öz güven faydalı ve olumludur. Ancak unutmamak gerekir ki; karşınızdaki kişinin kendisine duyduğu özgüven, o kişinin zekâsını ve konu ile ilgili bilgi düzeyini birebir doğru şekilde yansıtmaz. Ayrıca tecrübe de uzmanlığı garanti etmez. Üstelik bireyin hem kendisini hem de diğer insanları tartıp değerlendirebilme konusunda duyduğu özgüven ise daha kör edici olabilir. Bu yanılsamadan kurtulmanın belki de en iyi yolu; sıkça gözümüzü ve kulağımızı aşina olduğumuz yönden başka yöne çevirmek, kendimizle olan diyalogumuzu ara ara azaltıp farklı ve özellikle karşıt seslere kulak verebilmektir. 
                                                                               

Kaynaklar

Chabris C ve Simons D. Görünmez Goril, Çeviri: Bülent Doğan. NTV yay. 1.basım, Mart 2012
Kurzban R. Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür?, Çeviri: Zafer Avşar, Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. 1.Basım Aralık 2012

Yazar: H.Tuğrul Atasoy                      

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.                                                         


Paylaş

Tuğrul Atasoy

Doğmak nedense 1967 yılına nasip olmuş. Ankara’da geçen ve oldukça uzun gelen okul yıllarını Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1991'de mezun olarak tamamladım. Yetmedi yine aynı ciddi şehirde uzmanlık eğitimi alıp 1997’de nöroloji uzmanı oldum. Sonrasında Haziran 2001 tarihinde yolum Zonguldak'a düştü. Halen bu şehirde Üniversitenin Nöroloji Kliniğinde Öğretim Üyesi olarak hayatımı kazanmaktayım. Davranış bilimleri dışında, müzik, edebiyat ve doğa fotoğrafçılığı diğer ilgi alanlarım. Okumak dışında elimden geldiğince yazmayı ve yazdıklarımı paylaşmayı da seviyorum. Yazdıklarımı bir araya getirdiğim yayımlanan kitaplarım var; Yeni Yetenlere (Şiir); Olduğu Gibi (Şiir); Sormadan Gidilir Bazen (Öykü); Yarının Dünüdür Bugün (Öykü); Gölgeler Güneşte Gezinir (Öykü); Bir Nöroloğun Gözünden İnsan Neden Sanat Yapar? (Araştırma-İnceleme).