“İnsan kendini yalnızca insanda tanır.”
Goethe
Ve yeniden başlangıç.
Var olmanın bilgisi bilincime ulaştığı o andan itibaren, bir insan yavrusu olarak öncelikle “dünya” denilen yaşam formunda mevcudiyetimi sürdürmeye güdüleniyorum. Hayatta kalmak, sahip olduğum en ilkel dürtü. Hem bedenen hem de bedenimin içinde, bedenimi kontrol eden ruhsal boyutta var olmak; bunu başarabilmek için varlığımı tehdit edecek bütün uyaranları bertaraf etmek, kendimi güven duygusunun sıcaklığına bırakmama yardım edecek. Bu bol ışıklı, çok gürültülü üç boyutlu dünyada deneyimlediğim güvenlik hissi, çevremde olup bitene olan merakımı tetikleyecek. Keşiflerle zenginleştirdiğim yaşamım bana hayatta “bir şeyleri” başarabileceğimi öğretmiş olacak. Böylece içine düşmüş olduğum dünya denilen yerde kendime, var olma ihtiyacımın karşılığını bulmuş, nihayet aidiyet geliştirmeyi başarmış olacağım… Peki, ben bir âciz bebek, nasıl olacak da tüm bunları başaracağım?
Bebeğin izlemesini öngördüğümüz normal gelişim basamaklarında yaşadığı duraklamayı, dünyaya geldiği andan itibaren içselleştirmeye başladığı nesne temsilleri ile bütünleştiren Masterson, Terk Depresyonu kuramını inşâ etmiştir. Bu kuramın temelleri esasen Margaret Mahler’in iki buçuk aylıktan otuz birinci aylarına kadar gelen bir grup bebeği gözlemlemesi üzerine ileri sürdüğü “ayrılma-bireyleşme” sürecine dayanmaktadır. Ayrılma-bireyleşme sürecinin üçüncü alt evresi olan yeniden yakınlaşma evresi Masterson’ın kendilik bozuklukları olarak adlandırdığı yapıların şekillenmesinde kritik bir dönemeçtir. Bebek otistik ve sembiyotik evrenin ardından, kendi bedeninin sınırlarını ve bedenin içinde kendi özüne ait irade ve duygulanımların dönüp durduğunu üç aylıktan itibaren ufak ufak da olsa ayırt etmeye başlamıştır. Beden imgesinin gelişimi, yürümeye başlaması ve de sembollerle düşünme kabiliyetinin yapılanmaya başlaması ile devam eden bu sürecin neticesinde anneden farklılaştığını idrak etmenin eşiğini henüz geçen bebeğin karşısında şimdi de anneden ayrılmış olduğunu fark etmenin yarattığı anksiyete durmaktadır. Çünkü her ayrılık, ister tecrübesi kısıtlı bir bebek olsun, ister yarım asır yaşamış bir yetişkin, mevcut koşullara eksilen parça ile yeninden adapte olma mecburiyeti hususunda kaygı yaratır. Ezcümle, bebeğin anne ile bir olmadığını kabul etmesi, kendi tümgüçlülüğünden feragat etmesi anlamına geldiği için gerçekdışı olan bu gücün sağladığı sihir de ortadan kalkacak; bütün ihtiyaçları gerçek yaşamın koşullarının el verdiği ölçüde bazen gecikerek bazen eksik yerine gelecektir. Bu durum, bebek için bu hayatın içinde “kendi” olarak ilk var olmaya başladığı dakikalardır. Ve görüldüğü gibi var olmak kayıp ve kaygı ile başlar.
Takribi on beş aylıkken başlayan bu yeniden yakınlaşma evresiyle beraber bebek, uygulama evresindeki hayatla aşk yaşama hâline ara vermiş gibi görünür, keşfetme isteği ve sevdiği şeylere gösterdiği ilgi azalmıştır. Eğer anne de burada bebekle beraber acı veren(!) ayrışmanın farkındalığını benzer kaygılardan ötürü inkâr edip, bebeğini kendi kendiliğinin bir uzantısı olarak görürse ya da bebeğinin kaygısını tamamen görmezden gelerek onu duygusal mânâda kuşatmaksızın yok sayarsa, bebek bireyselleşmenin tamamlanacağı sonraki evreye geçemeyip nesne ile kendisi arasında sıkışıp kalacaktır.
(Elbette ki burada zikredilen dönemler erken intrapsişik gelişimi kapsamakla birlikte gerek gerçek kendiliğin gelişmesi gerekse kendilik bozukluklarının şekillenip kemikleşmesinin latent evre ve ergenliğe uzanan bir süreç olarak ele alınması daha kapsamlı olacaktır.)
Terk Depresyonu kuramına göre gerçek kendiliği gölgeleyerek sahte kendiliklerin hüküm sürdüğü kendilik bozuklukları, Mahler’in belirtmiş olduğu, otistik sembiyotik, ayrışma ve bireyleşme dönemindeki ayrışma ve bireyleşme döneminin farklılaşma, uygulama ve yeniden yakınlaşma alt evresi olarak tanımlanan yeniden yakınlaşma alt evresinde gelişimsel bir duraklama ile ilintilidir. Ayrılma ve bireyleşme evresinin iki temel hedefi vardır. İlki, bebeğin anne ile sembiyotik biçimde kurduğu aynı zarın içindeki yekpare yaşam alanını terk edip ayrı bir canlı olabilmesi, ikincisi ise ayrı bir varlık olarak bireyselleşip, kendi kendinin varlığını kabul ettiğinin işareti olan kendi özünden filizlenen başarılar ortaya koymasıdır. Masterson’ın Terk Depresyonu kuramı bu noktada devreye girer. Bütün kendilik bozukluklarının kendilik aktivasyonu, Terk Depresyonu ve de depresyonun neden olduğu savunmalar döngüsünde oluştuğunu ileri süren Masterson gerçek kendiliğe ulaşmanın Mahler’in sözünü ettiği ayrılabilme ve bireyselleşebilme kapasitesinde yattığına inanır. Bu yaklaşım Masterson’ın 1960 yıllarında herhangi bir bilimsel zemini olmaksızın “ergen bunalımı” adı altında hastaneye getirilen gençlerle yapmış olduğu çalışmalarına dayanmaktadır. Çeşitli eyleme vurma davranışları ve savunmalarla kliniğe alınan gençlerin tedavileri ilerleyip şikâyet duyulan davranış ve hâlleri ortadan kalktığında ruh hâllerinin görece pozitif bir seyir alması beklenirken, depresyon belirtileri ortaya çıkmıştır. Bu noktada soruyu tersten soran Masterson, “sorun” olarak tedavi edilmesi istenen davranışların aslında depresyonu telafi etmek için ortaya çıktığını anlayıp bir kat daha aşağı inerek depresyonun kaynağını anlamak istemiştir.
Depresyonun kaynağı kişinin ayrışma ve bireyselleşme yolunda bir eylemde bulunup gerçek kendiliğini aktive etmesi hâlinde annenin libidinal sevgisini kesmesi olabileceği gibi, kişinin kendini ortaya koymasının akabinde bütünden ayrılan bir parça olarak suçluluk duyması, hiçbir şekilde gerçek kendiliğine temas edemeyecek hâlde anne ile hâlâ füzyonda olması da olabilir. Masterson mahşerin altı atlısı olarak tarif ettiği depresyon, kızgınlık, korku, suçluluk, çaresizlik ve boşluğun yarattığı duygusal çalkantıyı, orijinal dört atlı olan açlık, savaş, sel ve salgın hastalığın yol açtığı kaosla kıyaslanabilir olduğunu düşünmekteydi. Ancak bu duyguları yok saymadan, uyutup uyuşturmadan, küstürüp susturmadan, oldukları gibi kabul etmenin kişiyi gerçek kendiliğine taşıyacağını söylemekteydi.
Teorik olarak bir çırpıda konuşuverdiğimiz tüm bu “kendi olma” hikâyesi, iyi hissetmek hususunda ısrarcı olmadan, eksiksiz ve de abartısız biçimde sadece “olmaya” odaklanarak yaşamayı gerektiriyor. Bunun ne kadar zor yahut kolay olduğunun tasarrufunu sizlere bırakıyorum.
Yazar: Kübra Nur Aslan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.