Hugh Hunter Berkeley’in idealizminin kaynaklarını gözler önüne seriyor.
İncelikten yoksun yolculukların yapıldığı bugünlerde, olası bütün ihtiyaçlarınızı çok küçük bir valize sığdırmaya çalışmak size tanıdık gelecektir. Bazen valiz toplama sürecini sinir bozucu hale getiren bir şey olur; garip bir şekli olan ve diğer ihtiyaçlarınızla birlikte paketlenemeyen bir eşya. Problemli nesnenin hangisi olduğunu belirlemek önemlidir. Peki o eşyayı bulmakla kalmayıp ona ihtiyacınız olmadığını sonunda anlasaydınız, bu küçük bir zafer olmaz mıydı?
Genç ve yayını olmayan Berkeley’in metafizik alanında benzer bir şekilde idrak ettiği şey, nefesi kesilmiş bir şekilde kendi özel felsefe günlüğüne şunları yazmasına sebep oldu: “Apaçık ama insana parmak ısırtan hakikati keşfetme ferasetime değil bunu daha önce keşfetmemiş olan aptal dikkatsizliğime hayret ediyorum. Bunu görmek için sihirbaz olmaya gerek yok.” (Notlar, George Berkeley’in Eserleri, Cloyn Piskoposu Editörler A.A. Luce, T.E. Jessop, n.279.) Berkeley bir dizi inancı birbirine örtüştürmeye çalışıyordu ve bunu yapamayacağını anladı. Sonra, tek bir içgörüde, bir inancın projesini zora soktuğunu ve onsuz yapabileceğini gördü.
Sorun, tinsel zihinlerdeki fikirler yoluyla algılamaya olan inanç, atomlara olan inanç, sağduyuya güven ve maddeye olan inançları bir araya getirmekte yatıyordu. Berkeley’in bir anda farkına vardığı şey sondaki inanca ihtiyacı olmadığıydı ve ondan kurtulduğunda diğerlerini birbirine uyumlu hale getirebilirdi.
Fikirlerin Tehlikeli Sularında Yüzmek
Maddesel şeylere olan inanç ve fikirlere olan inancın birlikteliğinden doğan bir soyutlanma ile başlayalım.
Erken dönem modern felsefeye (yani on yedinci yüzyıl başlarından itibaren) geriye doğru bakan Thomas Reid (1710-96) seleflerinin “fikirlerin yolunu” izlediğini gözlemledi. Bu gözlemi kesinlikle doğruydu. Nedeni, erken dönem modern filozofların maddesel cisimlerin tinsel zihinlerde hazır bulunmasının bir yolunu görememeleriydi: maddesel bir ağaç bir insanın zihninde nasıl olabilirdi? Bunun yerine, bir ara varlık olmalı, bir fikir. Fikirler, cisimlerin maddesel dünyasıyla zihinlerin maddi olmayan düzlemini birbirine bağlar çünkü fikirler cisimleri temsil ederler fakat zihinlerde bulunurlar. Birisinin duyu organlarıyla ağacın arasındaki bir etkileşim, ağacı temsil eden özelliklere sahip bir fikrin doğmasına sebep olur ve bu da kişinin ağacı algılamasını sağlar.
Tabi fikirlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair büyük ihtilaf vardı. Antoine Arnauld (1612-94) fikirleri, algının sahip olduğu özellikler olarak düşündü. Berkeley bu görüşü mantıksız buldu. Ona göre fikirlerin ne olduğuna dair daha sağlam bir anlayış gerekliydi ve bunu Nicolas Malebranche (1638-1715) ve John Locke (1632-1704)’un çalışmalarında buldu. Her ikisi de fikirleri algısal olmayan eylemler olarak ele aldı. Berkeley buna tamamen katılıyordu: Aklımızdaki her ne ise, ne maddesel bir ağaç olabilir ne de zihnimizdekinin, bir ağacı algılama eyleminin bir yansıması olduğunu söylemek herhangi bir şeyi açıklar. Daha ziyade, fikirler öyle varlıklar olmalı ki (a) onları zihnimizde bulundurabilelim ve (b) ağaç ile ilişkilendirdiğimiz özellikleri bize aktarsınlar.
Ama şimdi bu görüşün bizi, algılayan kişiler olarak nasıl izole ettiğine dikkat edin. Renkleri ele alın mesela. Erken modern dönemden beri, renklerin cisimlerde olmadığı görüşü yaygındı. Onun yerine, renkler cisimlerin yüzey özellikleri ile bizim duyu organlarımızın etkileşimi sonucu ortaya çıkarlar: ve aynısı kokular, tatlar ve sesler için de geçerlidir. Galileo’nun 1623’te yazdığı gibi, “Sanırım kokular, renkler vb., bunları ilişkilendirdiğimiz nesneler açısından düşünüldüğünde birer isimden fazlası değiller ve onlar sadece bilinçte bulunurlar. Dolayısıyla eğer yaşayan varlık olmasa, bütün bu nitelikler silinir ve ortadan kalkardı (The Assayer, p.274). Fikirlerin yolunu izlersek, o zaman, renkler ve diğer duyular cisimlerin değil fikirlerin vasıflarıdır. Deneyimlerimizin dünyası kokular, tatlar, sesler ve renkler karnavalıdır fakat bunu, kendisi sessiz, karanlık ve tatsız olan bir gerçeklik aracılığıyla zihinlerimizde taşırız. Fikirlerin yolunun algılayanı nasıl izole ettiğini söylerken kastettiğim budur.
Dahası, insanoğlunun bu yalıtılmış durumu, şüpheciyi şunu sormaya davet eder: Fikirlerin her özelliğinin renkler gibi olmadığından nasıl emin olabilirsiniz, belki hepsi sadece zihindedir? Gerçekten maddesel bir dünya olduğundan nasıl emin olabilirsiniz? Bu noktada şüpheci Pierre Bayle felsefi Dictionaire Historique et Critique (1697)’de, fikirlerin yolunun, antik çağda bile bilinenden daha güçlü bir skeptik (şüpheci) zorluğa yol açtığını nükteledi.
Bugün yeni felsefe (klasik Pyrrhonian şüphecilikten) daha güçlü bir çizgide durmaktadır: ısı, koku, renkler, vb. bizim algıladığımız cisimlerde değildirler; bunlar bizim ruhumuzun değişimleridir; biliyorum ki cisimler bana görünen şeyler değildiler. Kimisi uzantı ve hareketi dışlamak istedi, fakat bu mümkün değildi. Çünkü cisimler bizim algıladığımız özelliklere sahip olmasalar da bize renkli, sıcak, soğuk veya kokulu görünebiliyorlarsa; aslında öyle olmamalarına rağmen, neden devinirken ve dururlarken uzantıya ve şekle sahip görünmesinler?
Bayle, bunları on yedinci yüzyılın sonlarına doğru yazdı ve onun sunduğu argüman bile aslında yeni sayılmazdı. Modern felsefenin babası René Descartes (1596-1650), bizim bir dış dünya algılamamızın ne kadar güvenilir olduğu sorgulamasını felsefesinin çıkış noktasına koymuştu ve şüpheci tehdidin gücü, bu büyük adamın ya da ardıllarının bu soruyu cevaplamaktan ne kadar uzak oluşunda görülebilirdi. Sonuçta Descartes, Tanrı’nın bizi, maddesel içeriğe sahip olmamasına rağmen maddesel bir dünyanın fikirleri ile donatarak kandırmasının, Tanrı’nın iyi oluşu ile çelişeceğini iddia etmişti. Ampirist Locke belli bir “hassas bilgi”nin şüpheciliği cevapladığını iddia etti – “Nesnelere ait fikirlerin algı ve bilincimize fiilen girişleri ile kazandığımız, belirli nesnelerin var olduğunun bilgisi” (İnsan Anlayışına İlişkin Bir Deneme, 4.2.12, 1689). Malebranche, Kutsal Metin’e başvurdu: Sonuçta, Tanrı’nın dünyayı ve cenneti yarattığı söylenmişti.
Bu argümanların hepsi aynı şekilde bir soruyu ısrarla davet ederler. Şüphecinin sorusu, fikirlerin gerçekten maddesel olan bir dünyayı mı ortaya koyduğudur. Öyle olmasa Tanrı’nın bizi kandırmış olacağını veya fikirlere dair sahip olduğumuz farkındalığın onların maddesel dünyayı gösterdiğini söylemek, varılmak isteneni varsaymaktır. Ve Malebrache’nin cevabını söndürmek için şüphecinin sorması gereken sadece; Kutsal Metin Tanrı’nın maddesel bir cennet ve dünya yarattığını mı söylüyor?
Şüpheci, erken dönem modern insanın, cisimler ve cisimlere dair algısı ile ilgili ne kadar soyutlanmış olduğunu gösteriyor. Tam burada Berkeley’in sağduyuya olan güven ile ilgili uyuşmazlığı boy gösteriyor. Şöyle yazdı:
Filozofların ortak ilkeleri diyor ki, algılanıyor olmalarından ötürü nesnelerin varlığından emin olamayız. Ve cisimlerin gerçek doğası ile bizim algıladıklarımızı ayrı tutmamız öğretiliyor. Dolayısıyla şüphecilik ve paradokslar ortaya çıkıyor. Bir şeyi görmemiz, hissetmemiz, tatmamız ve koklamamız yetmiyor. Onun gerçek doğası, mutlak dışsal varlığı yine de gizleniyor. Çünkü kendi beynimizin kurgusu olsa da bütün duyumlarımıza erişemeyiz. Algı yanıltıcı, akıl kusurludur. Hayatlarımızı, başka insanların açıkça bildiği şeylerden şüphe ederek ve güldükleri ya da küçümsedikleri şeylere inanarak geçiririz. (Hylas ve Philonous arasındaki Üç Diyalog, Preface, 1713)
Berkeley’in kapanış sözleri sağduyuya olan kendi sempatisini dile getiriyor. Gerçek dünyanın, deneyimin zengin dünyasıyla bilinemez olduğunu varsaymak, ona hem gülünç hem de küçümseyici geliyor.
Burada, insanların müşterek algısına başvurmanın müşterek olan her şeyi dikkate almak anlamına gelmediğini önemle belirtmek gerekir. Shakespeare’i anlamayan birçok insan vardır fakat bu Shakespeare’in sorunu değildir. Aynı şekilde hemen hemen herkesin sahip olduğu bir inancın doğru olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Daha akla yatkın olan iddia: insanların bilmeden yapamayacakları (bu yüzden bu bilgiler ortaktır) şeyler vardır ve bu kaçınılmaz bilgiler felsefi anlayışımızda belirli bir ağırlık taşımalıdırlar. Ve bilmekten kaçamayacağımız iki şey, Berkeley’e göre, direkt olarak cisimleri algıladığımız ve onları oldukları şekilde gördüğümüzdür. Fikirlerin yolu bizi soyutlanmış bırakırken, sağduyu, hâlihazırda ulaşabileceğimiz şeylerle çepeçevre sarılmış olduğumuzu söyler.
Atomik Kargaşa
Algılayanın, maddesel dünyadan izole olmasının ikinci bir türü maddesel atomlara inançtan kaynaklanır. On yedinci yüzyılın ortalarında şu zaten gözlemlenmişti: “Empedocles, Democritus, Epicurus ve Galen gibi bütün allame filozoflar atomların varlığını kabul etmiş ve onlardan bahsetmişlerdir. Gerçekten de Antik ve Modern çağda her yerde Filozoflar ve Fizikçiler bu Bodikiler ya da Atomlardan bahsetmişlerdir ki Atom Doktrinini Yenilik olarak öğretmeli miyiz merak ediyorum.” (Daniel Sennert, Epitome Philosophiae Naturalis, 1618). Herkesin hakkında konuştuğu bu ‘bodikiler’ maddenin küçük ve bölünemeyen parçaları olarak anlaşılıyordu. Masalar, sandalyeler, insan ve hayvan bedenleri, bunların hepsi çağdaş filozofların mekanizma dediği ve sonuçta maddesel atomların biraraya gelmesiyle oluşan birleşik yapılardı. Berkeley’in zamanında İngilizler bu görüşe ‘korpuskularinizm’ diyorlardı.
Berkeley’in yazdığı zamanlarda atomizm çekiçiliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bunun nedeni, erken modern çağın belirgin felsefesinin kendine olan güveni arttıkça, ortaçağ döneminin gerici, otoriter ve bulanık olduğu görüşüne olan güveninin de artmasıydı. Atomları saf dışı bırakmak ortaçağa özgü Aristocu hesaba geri dönme riskini taşıyordu. Aristocu görüşe göre yaşayan bedenlerin, onları oluşturan parçalardan daha temel olduğu düşünülüyordu çünkü o görüşe göre organizmalar kendi belirli formlarını alan belirsiz atomlardan oluşuyordu. Berkeley’in çağdaşları, belirli maddelerin -atomların- dizilişleriyle bir sürü başka çeşit varlığı üretiyor olmalarının çok daha iyi bir argüman olduğunu düşündü. Bu durumda Aristoculuğun gerektirdiği gibi şeylerin çok çeşitli açıklaması yerine (kedi çeşitleri, insan çeşitleri, insan çeşitleri), erken dönemdeki modern entelektüel proje, her şeyi temel birkaç atom çeşidinin farklı kombinasyonlarıyla izah eden indirgeyici bir açıklama oldu.
Atomik tablo o kadar çekiciydi ki filozoflar atomların en kafa karıştırıcı özelliğini anlamak için çırpınıyorlardı: bölünmezlik. Atomların bölünemez olması çok önemliydi çünkü eğer öyle değilseler onların değişimleri daha da temel başka türlerle açıklanmalıydı. Locke, en küçük şeylerin bölünemez oluşunun zalim bir gerçek olabileceğini düşündü. Ama neden öyle olsunlar? Eğer uzayda yer kaplıyorlarsa, Tanrı neden onların sol ve sağ yarımlarını ayıramasın ki? Ve eğer bazı şeyler bölünmezlik gibi zalim bir özelliğe sahipse, neden Lock gibi erken modern filozofların varsaydığı gibi küçük olmak zorunda olsunlar? Atomların fikir babalarından olan antik Yunan filozofu Democritus bu soruyla yüzleşince, evler kadar büyük atomların var olabileceği kabul etti. Ve erken modern çağ insanı atomizmle tekrardan soyutlandı çünkü bütün bildikleri ve anladıkları, dünyanın işleyiş ölçeğinden çok daha büyüktü. Bir kez daha erken modern çağ insanı bir Çin İmparatoru gibi zihnin Yasak Şehrinde doğan, yaşayan ve ölen biri gibiydi. David Hume (1711-1776)’un başka bir bağlamda yazdığı gibi:
Anatomiden öğreniyoruz ki enerjinin hareket içindeki iradi nesnesi hareket ettirilen öğe değildir fakat hareketin üzerinde aktarıldığı belirli kaslar, sinirler, hayvan ruhları ve belki çok daha küçük daha bilinemez başka bir şey hareket ettirilen öğeye ulaşırlar ki bu parçanın hareketi, iradi nesnenin kendisidir. Bütün bu işlemi gerçekleştiren enerjinin, son derece anlaşılmaz ve gizemli bir ruhsal fikir veya bilinç tarafından tamamıyla bilinmeye bu kadar uzak oluşundan daha kesin bir kanıt olabilir mi? (İnsan Anlayışına Dair bir İnceleme 7.1, 1748)
Bu gizem ve anlaşılmazlığın kendi bedenimizde olduğunu not edelim. Ama bunlar (bedenlerimiz) bize en yakın olan cisimlerdir. Erken dönem modern felsefe bütün fiziksel değişimleri atomik hareketlerin kombinasyonları olarak açıklamayı umdu. Fakat böyle bir açıklama yapılabilseydi bile (ve Berkeley’in zamanında olduğu gibi bugün de bu çok mümkün görünmüyor) bu, insanoğlunu duvarlarla çevrili kalesinden, halkının arasında ekonomi danışmanı durumlarını açıkladığı için yürüyen bir İmparator’dan daha fazla özgürleştirmezdi.
Sorunu şöyle açıklamak da mümkün. Eğer cisimlerdeki değişimler atomik seviyedeki devinimlerle oluşuyorsa, o zaman cisimlerin kendisi ikincil bir açıklayıcı duruma indirgenmiş olur. Bu bağlamda maddesel cisimler poliltik cisimler gibidir: bir politik partinin eylemlerini genelleyebiliriz fakat partinin kendisini birçok bireyin karışımı olarak görürüz ve bütün bireyler hakkında genelleme yapmanın onlardan herhangi birisine hiç bir faydası yoktur.
Locke beklendiği gibi sıkıntılıydı. Tanrının şeyler hakkındaki gerçek atomik bilgiyi kendisine saklayıp bize sadece algılarımızla sahip olabileceğimiz türden bilgi vermesinin Tanrı’nın iyi oluşuyla tutarlı olup olmadığını merak ediyordu. Locke şöyle bir sonuca vardı: “Mikroskopik gözleri olan bir insan” şeylerin hakikatini daha iyi görebilir fakat bu yararsız olurdu çünkü günlük görüşümüz şeyleri hayatımızı yaşamamız için gerekli olan seviyede kavramamızı sağlar (2.18.12’deki denemesi). Yaratıcımızın hakikat ve yararlılık arasında bizim adımıza bir seçim yapması gerekiyordu ve O ikincisini seçmişti. Bu, Tanrı’nın faaliyetleri açısından çok da tatmin edici bir açıklama değildir çünkü Tanrı’nın kendisi büyük ve küçüğü birarada görmektedir. Ama Locke neden Tanrı’nın bizi de bu şekilde görecek şekilde yaratmadığını sorgulamadı. Birazdan takdir edeceğimiz gibi, Berkeley’in önerisi Tanrı’nın bizi tam da bu şekilde yaratmış olmasıdır.
Psikopos Berkeley’in Şüpheleri & İnanışları
Çözülmesi gereken sorunlar olduğunun farkına varmasının neden Berkeley için takdir edilecek bir şey olmadığını açıklayabilmişimdir umarım. Galileo, Descartes, Bayle, Malebrachhe, Locke (neticede) Hume bunların bir çoğunu farketmişti. Hem algı araçları hem de algı ölçeğinden dolayı iki kez soyutlanmış olmak, erken modern çağ insanının makus talihiydi. Ama Berkeley’in içgörüsü, bütün bu iç karartıcı resmin tek bir zayıf halkadan kaynaklandığıydı: maddeye olan inanç.
Fikirlerin yolu ile ortaya çıkan soyutlanmayı düşünün önce. Cisimlerin (zihinlerde varolamayan şeyler) fikirler (zihinlerde varolan şeyler) yoluyla dolaylı olarak algılanması gerektiği önermesi cisimlerin zihinlerde var olamayacağı inancına dayalıdır. Cisimlerin zihinlerde bulunamayacağını düşünmenin sebebi, cisimlerin bir zihinde olmakla bağdaşmayan bir doğaya sahip olduğu varsayımıdır: maddeseldirler. Ama onların maddesel oluşlarından şüphe edilirse, cisimlerin zihinlerde bulunamayacağını düşünmek için bir sebep kalmazdı. Ve ilk çeşit soyutlanmaya gerek kalmazdı: insan içerisinde yer aldığı dünyayı direkt olarak algılayabilirdi.
Maddesel cisimler olduğundan şüphe etmek, ortada cisimler olduğundan şüphe etmeyi gerektirmez. Bu daha çok fikirlerin durumunu tekrar gözden geçirmeyi gerektirir. Birçok erken modern çağ fizolofuna göre, fikirler bize maddesel şeyler hakkında bilgi ulaştıran ara formlardır Ama belki de bu elçinin kılık değiştirmiş prens olduğu peri masallarındaki gibidir; ve masaldaki gibi, izleyiciler bunu bildiğinde, elçide baştan beri var olan prense ait özelliklerin farkına varabilirler. Yani yalnızca ara formlar olarak düşündüğümüz fikirler, temsil ettiklerini varsaydığımız cisimlerin bütün özelliklerine sahiptirler. Erken dönem modern felsefenin zihinde yer alamayacağını düşündüğü renkler, kokular, sesler ve tatlar, sağduyunun her zaman varsaydığı gibi şeyin kendi özellikleridir. Dolayısıyla Berkeley’in önermesini şöyle ifade edebiliriz: fikirler, bir şekil, renk, koku ve tat kombinasyonunun bir kek, başka bir kombinasyonun elmayı oluşturması ölçüsünde, aslında cisimdirler.
Berkeley’in keşfettiği şey, maddesel cisimlerin varlığından şüphe etmenin aslında birçok başka şüpheyi ortadan kaldırmasıydı. Dolayısıyla Descartes, Malebranche ve Locke’e göre şüpheci bir saldırı olan şey, Berkeley için yalnızca olayı berraklaştırdı. Tabiki fikirlerimiz kendilerinden başka birşeye işaret etmiyorlardı; cisimlerin kendilerinden başka bir şeye işaret etmiyor oldukları gibi. Veya Berkeley’in Üç Diyalog’unda Philonous’un son sözlerinde olduğu gibi, “İlk bakışta şüpheciliğe yol açan aynı prensipler eğer belli bir noktaya kadar izlenirse insanoğlunu tekrardan sağduyuya döndürecektir.” Kendimizi tekrardan Berkeley’in şüphe etmekten çok utandığı şeye inanırken buluyoruz – dünya renkler, kokular, sesler ve tatlarla dopdoludur.
Maddeden kurtulunca, olayları incelediğimiz ölçekten kaynaklı ikinci soyutlanma da çözümlenebilir. Cisimler fikirlerden oluşmuştur; ama Berkeley’e göre fikirler atomlardan oluşmuştur. Gözünüzün önünde ne olduğuna bakın. Berkeley’in argumanı: eğer bir nesne seçer ve görüşünüzü daraltırsanız ve bu süreci tekrar tekrar yaparsanız, sonunda ötesinde daha berrak göremeyeceğiniz bir sınırla karşılaşırsınız. Duyusal bir minimum eşiğe ulaşmışsınızdır. Bu duyusal minimum Berkeley’in atomudur.
Bu takdirde, Berkeley atomu yeniden tanımlamaktadır. Bu görüşe göre Tanrı bize eşzamanlı olarak hem mikro hem de makraskopik gözler vermiştir. Şu kadar ki algı, büyük ölçekli cisimleri ve eş zamanlı olarak (dikkatimizi daraltmamız gerekse de) duyusal minimumu ortaya koyar. Yani onun yeni tanımı, Locke’in üstü kapalı olarak Tanrı’nın bile yaratmasının imkansız olduğunu düşündüğü şeydir. Berkeley’in düşüncesi atomların neden bölünmez olduğuna dair soruya da çok zarif bir cevap verilmesini sağlar. Atomlar bölünmezdirler çünkü onlar algının atomlarıdır; dolayısıyla atomların bölünebilirliğindeki sınır bizim tarafımızdan algılanabilirliğin de sınırıdır. Bu yaklaşımın başka bir sonucu da atomlar üzerine yapılan araştırmaların algısal olayları çalışan alanlarla sınırlanmasıdır, mesela optik gibi. Ve fikirler duyusal atomlardan oluşmasına ragmen atomlara, açıklamalara yönelik karmaşık fikirlerlerden başka bir sebep için bakmaya gerek yok gibi görünüyor. Bir başka deyişle, bir kedinin bedeni hakkındaki gerçek, makro ölçekte olduğu gibi mikro bir algısal ölçekte de yanıltıcıdır. Bu, Berkeley’in bize açıkladığı ilahi bakış açısından görmenin bir sonucudur. Böylece Berkeley bize hem cisimlerin bölünmez ve küçük kısımlarını açıklamıştır hem de Aristocu görüşe tekrar başvurmadan cisimlerin varlığına açıklayıcı bir öncelik vermiştir.
Realist Olan Berkeley
Maddesel atomların ya da maddesel cisimlerin denklemden çıkarılmasıyla, Berkeley’i ve erken modern çağ felsefesini çıkmaza sürükleyen çifte soyutlanma ortadan kalktı. Bu görüşe göre cisimlerin gerçek doğası ve atomik yapıları bize algı yoluyla tamamen ortaya koyulur. Bu anlamda Berkeley haklı olarak doğrudan realist olarak adlandırılabilir.
Berkeley’in, bunu daha önce göremeyişine hayret ederek kendi keşfine neden alçak gönüllü bir tepki verdiğini de görebiliyoruz. Berkeley, kendi rolünü kral çıplak diyen ilk kişi gibi algılıyor. Hikayede olduğu gibi, ön yargı delinir ama bu sadece günlük hayatın eskisi gibi devam etmesini sağlar. “Filozoflar Maddelerinden olurlar… cisimlere gelince onlar hala vardırlar” (Notlar, n.391) Descartes okuyucularına onlara inançlarında taze ve sağlam bir temel sağlayacak bir meditasyon süreci öneriyordu. Berkeley meditasyonu hiç de farklı değildi. Meditasyon yapan kişi, annesinin dizinde kazandığı inançların temellerinin ne kadar sarsılmaz olduğunu keşfeder. Hiçbir şey değişmez: “at ahırdadır, Kitaplar okutulmaktadır eskisi gibi” (Ibid. n. 429)
Ama çok şey değişti fizikçi ve matematikçinin itiraz edebileceği. Gözlemlenmeyen parçacıklar hakkındaki bütün o yararlı teorilerimiz hiçbir şey hakkında mı? Peki, maddesel cisimler hakkındaki matematiksel modellerimiz? Bunlar güzel sorular ve inanıyorum ki Berkeleyci iyi cevapları da var; matematik ve bilimin, algının dünyasını incelemek için araçlar olarak anlaşıldığı. Ama bu tartışma beklemek zorunda kalacak. Şimdi Berkeleyci bir soruyla karşılık vereyim: Masa bir atomlar topluluğu ve bağımsız bir matematiksel şekli olan bir şey midir yoksa katı, kahverengi, çizik ve verniklenmiş ahşap kokusu mudur?
Yazar: Hugh Hunter
Çevirmen: Alibey Öztürk
Kaynak: philosophynow
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.