• 26 Haziran 2018
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Henüz tanımında bile tam olarak ortaklaşılamamış bir kavramın getirdiği ölçüt üzerinden her gün gerçeklik ölçülüyor, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğuna karar veriliyor.

Bilim nedir? Bir şeyin bilimsel olması ne demektir?

Thomas Kuhn‘a göre bilimsel bilgi, aydınlanma döneminin klasik düşüncesinde olduğu şekilde doğrusal ve sürekli bir şekilde ilerlemekten ziyade, periyodik olarak sıçramalarla ilerler. Kuhn bu bilimsel “sıçramaları”, “paradigma kayması” olarak adlandırır. Bu paradigma kaymaları bilim adamlarının daha önce geçerli kabul etmediği bilimsel hipotezlere karşı yeni bir anlayışın ortaya çıkmasına yol açar. Bu nedenle, bilimsel doğru kavramı tamamen nesnel, tarafsız ve objektif olamaz. O dönemin bilimsel topluluğunun düşünce birliği ve kabul ettikleri doğrular bilimsel doğrunun kabulünde büyük ölçüde etkilidir.

Bilim tamamen nesnel olabilir mi?

Kuhn’a göre rekabet eden paradigmalar kıyaslanamazlar. Çünkü paradigmalar, doğanın veya gerçekliğin rekabet eden ve uzlaştırılamaz açıklamalarıdır. Bu nedenle bilim anlayışımız asla nesnellik kavramına dayanamaz. Tüm nesnel çıkarımlar, bu çıkarımları ortaya koyan araştırmacıların ve o dönem hakim olan bilim camiasının subjektif görüşlerinden ve koşullandırılmalarından etkilendiği için bilimin tamamıyla objektif olması mümkün değildir.

Amacımız gerçekliği mi bulmak yoksa gerçekliği bilimsel araştırma yöntemlerinin kalıplarına mı sığdırmaktı?

Gözlenebilir, deneyi yapılabilir, ölçülebilir, kesinlik içeren, nesnel bir şey elbette gerçektir. Fakat bunların terazisine sığmayan her şeyi de gerçek dışı gibi yok saymak kabul edilebilir değildir. Üstelik şu bir gerçek ki nesnelerin yalın  bir nedensellik dizisi ile art arda sıralandığını sandığımız zamanlar gerilerde kaldı. İki nesne arasındaki ilişki yalnızca bütünün küçük bir parçası olarak kalıyor ve bu ilişki, yapının sağladığı  eş-sürem ve art-sürem koordinasyonu içinde bir dönüşüm yaşıyor. Bohr’un ışığı hem dalgacık hem parçacık olarak keşfetmesi ile bu alanda kapılar açılmıştır. Fizik yasaları bile böyle çalışırken insani bilimler bundan elbette daha çok etkileniyor.

Yapılar var. Katmanlı ve almaşık. Daima faaliyet halinde. Nesneleri ve olguları kendi bünyesinde değişime uğratıyor.

Bunun—yani, hem obje ya da vâkıâya uygunluğu tespit etmenin hem de genele açık bir test ve doğrulamaya müsait olmanın—yolu ise deney ve gözlemden geçmektedir. Bundan sonra ‘hakikata götüren yol’ olan bilginin yeni tanımı, ‘deney ve gözlem yöntemlerinin hâkim olduğu objektif bilimsel bilgi’ şeklinde olacaktır.

18, 19 ve 20. yüzyıllar boyunca, bir yanda kısaca ‘bilimsel bilgi’ şeklinde ifade edebileceğimiz bu yeni hakikat arama yönteminin teorik tanım ve belirlenimi yapılırken, diğer yanda da bunun pratiğe dökülmesi işlemi gerçekleştiriliyordu. Bu pratiğe dökülme işlemi, sözü edilen yüzyıllarda, özellikle de teknoloji üretimi alanında, gittikçe artan bir ivme ile yeni başarılara imzalar atıyor ve bir bakıma kazandığı zaferler ile de özgüvenini sağlamlaştırıyordu.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, artık sarsılmaz hale geldiğini düşünen modern bilimsel düşünce, yavaş yavaş ekstremleşmeye ve daha gururlu ve kibirli bir hale gelmeye başlar. Bunun sonucu olarak, daha önce dile getirdiği ‘hakikata giden yol olduğu’ şeklindeki mütevazı söylemini, ‘hakikata giden tek yol olduğu’ şekline dönüştürür. Diğer bir deyişle, bilgiyi bilimsel bilgi ile özdeşleştirmekle kalmaz, daha da öteye giderek, bilimsel bilginin dışında kalan iddiaların bilgi bile olmadığını seslendiren inhisarcı ve dışlayıcı bir söylem geliştirir. Bilimci yaklaşımın bu ‘hakikata gitmeyi tekelinde tutma’ arzusu o kadar ileri bir düzeye ulaşır ki, ‘sadece bilimsel önerme ya da ifadelerin anlamlı olduğu, bunun dışındakilerin anlamlı bile olmadığı’ dahi söylenir. Ne ilginçtir ki bu söylem, âdetâ, Orta Çağ’ın sonlarında modern düşüncenin kendisinin de karşı çıktığı “(hakikata giden) tüm yollar Roma’ya çıkar” ifadesinin, “(hakikata giden) tüm yollar bilime çıkar” şeklindeki bir ‘eko’su gibidir.

Bu anlayış nesneleri  yapılarından koparıp, indirgeyerek onları inceliyor.

Bütüncül yaklaşımlara uygun yepyeni paradigma ve yöntemler var. Ancak ülkemizde hala pozitivizmin katı kuralları geçerli. Bu nedenle birçok gerçekliği ve yapıyı gözden kaçırıyoruz. Böyle olunca da her yıl çiçeği burnunda onlarca akademisyen, doktor ünvanına bir an önce kavuşma isteğinin heyecanıyla piyasayı amaçsız mâlumat, spekülatif bilgi ve içi boş kavramlar ile dolduruyor. Ve bunların çoğu sahip olduğumuz gerçekliği de bölük pörçük bir hale sokuyor. Ferdinand de SaussureGenel Dilbilim Dersleri” kitabında söz ve dil bağlamında bunca kuram ve bilgi sarmalının aslında temel yapılardan geldiğine işaret ediyor. Bu temel yapıları ne kadar gözden kaçırırsak o kadar bilgi kalıplarının sınırlarını zorluyoruz. Bakınca kendi içinde tutarlığı varmış gibi görünen bu önerme cümlelerinin ortaya koyduğu sorunlar ve çözüm yolları aslında oldukça yüzeysel ve havada kalıyor.

En temel yapı birimi olan atom bile bu birbirine geçmiş yapıların içinde yörüngesini belirliyor. Muazzam bir makine ile karşı karşıyayız. Onun bir parçasını alıp kendi karanlık odalarımızda incelemek gibi bir lüksümüz kalmadı, hatta hiç olmadı. Kimse güneşe, aya sahip olmadan evrende tek bir varlığı, hatta sineği bile tutup bu benimdir, bunun ne olduğunu bilirim diyemez. Çünkü küçük bir zerre bile tüm kainatı içinde barındırır.

Eğer amacımız gerçekliğe ulaşmak ise tüm alanlar ve bilgi türleri ile işbirliği ve paylaşım oldukça önemli görünüyor bu tablo karşısında.

Özellikle sosyal bilimler alanında çalışan akademisyenler bu yeni anlayışa dört elle sarılmaları gerekirken gördüğüm kadarıyla anlaşılmaz bir kompleks ve inatçı bir tutumla, belki de otoritelerini devam ettirmek adına doğa bilimcileri bile geride bırakan ampirik bakış açısı ve tekelci bir tikelcilikle değerlendiriyorlar her şeyi. Biz sadece iki ya da daha fazla şeyin bir sabite göre değişimini ve SPSS’e yansıyan sayısal değeri ile ilgileniriz, diyorlar. Tüm mesele anlamlı bir sayı yakalamak mı? Ya da var olan bir durumu betimlemek mi?

Aklımızın ve duyularımızın şimdilik yetişemediği ama sezgi ve duygularımızla apaçık varlığını hissettiğimiz şeyler niçin konuşulmasın? Buna engel olan nedir? Diğer türlü ben şunu anlarım: Bilim bize değil, biz bilime hizmet ediyoruz.

Yazar: Esra Avşar

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com