• 8 Kasım 2017
  • Ömer Faik Anlı
  • 0
Paylaş

Bilim felsefesi ne işe yarar?’ sorusunu dillendirmek felsefe-içi ya da dışı olmak kaydıyla oldukça risklidir. Çünkü eş zamanlı olarak, ‘felsefe ne işe yarar?’ sorusunu akla getirdiğinden, soruyu dillendiren felsefeciyi bir pragmatist ve hatta piyasa ekonomisinin standartlarıyla düşünen (ve bunun farkında olmayan) bir kapitalist ya da zamansız düşüncelerle iştigal eden bir filozof olmaktan ziyade ‘burada ve şimdi’ye fazla odaklanmış bir ‘felsefeci’ haline dönüştürebilir. Diğer taraftan felsefe-dışı alandan biri için ise en başta sorulması gereken soruyu çok sonra sorabilmiş ve bu sorunun cevabı üzerinden hesap vermesi beklenen bir akademisyenin ‘nihayet doğru soruyu’ sorabilmiş olmasıdır söz konusu olan. Bu kişi için, bilim felsefesi gibi bir gölge araştırma alanının varlığı zaten gereksizdir: “Yapabilen yapar; yapamayan eleştirmen olur”. O halde bilimin felsefesi bilim yapamayanların işidir. Böylece hesabını sorunun cevabında veremeyen bir felsefeci, vatandaşların vergileriyle finanse edilen araştırma etkinliğinin bu finansmana değmediği sonucuyla yüzleşmek durumunda dahi kalabilir.

Bu soru, her iki bağlamdaki bu kişisel risk durumlarını aşacak biçimde çok daha ciddi bir kurumsal ve disipliner risk alanında teorik karşılığını bulmaktadır. Immanuel Wallerstein bahsi geçen teorik çerçeveyi sosyal bilimlerin teorik-disipliner mevcudiyetlerinin güncel durumunu kavramak ve geleceğe yönelik bir projeksiyonda bulunmak üzere kurmuş olsa da (2013b: 207, 208), bu teoriden yansıma bulan üç senaryo bilim felsefesi için de geçerlidir. Her şey şu anki gibi devam edecek olursa gerçekleşmesi olası senaryolar şunlardır:

(1) profesyonelleşmiş felsefenin bir parçası olan bilim felsefesi alanının örgütsel (kurumsal) yapısını kendi ağırlığından çökene dek yamalarla devam ettirmesi ve bilim insanları arasındaki “dostça düşmanlık” durumunun kimi sınırlar gözetilerek sürdürülmesi (örneğin; Kıta Avrupası geleneği karşısında analitik felsefe, ekonomi-politiğin karşısında ilgisiz/duyarsız teknik felsefe, hatta bilimin karşısında felsefe),

(2) tüm sosyal bilim disiplinleriyle birlikte bilim felsefesinin de felsefe departmanıyla beraber yeniden düzenlenmesi için bir deux ex machina olarak dışsal müdahalelerin beklenmesi (Bu müdahil olma rolü için adayların genelde bürokratlardan çıktığının hatırlanması gerekir. Bu tarz müdahalenin temel motivasyonu ise genelde “masrafların düşürülmesi”dir.),

(3) bilim felsefesi disiplininin yeniden yapılandırılması için mevcut duruma ve tarihsel gelişime uygun kuramsal bir modellemenin bizzat bilim felsefecileri tarafından yapılmasıdır.

Problem arayışı / tespiti

Söz konusu bilim felsefesi olduğundan, bu çerçevede üçüncü senaryonun teorik temeli için Poppercı bir yaklaşımın (bilgi kuramsal modellemenin) benimsendiği hemen belirtilmelidir. Bu yaklaşım bilim felsefesinden felsefenin bütününe doğru yayılmaktadır. Karl Popper’a göre bir bilim insanının veya filozofun işlevi, kendisinin ya da başka bir filozofun ne yaptığı ya da yapabileceği üzerine konuşmak yerine bilimsel veya felsefi bir problemi çözmektir. Hatta bu yolda adanmış başarısızlık bile, tanımlar üzerine yürütülen tarihsel çalışmalardan evladır. Özetle, filozof felsefe ile uğraşmalıdır (philosophize) ki bu felsefe üzerine konuşmak yerine -felsefi- bir problemi çözmeyi denemektir (2002: 87, 89). Poppercı tavır bu çerçevede şu ifadelerde belirginleşir: “(…) ciddi felsefi problemler olmasaydı ve bunları çözebilme umudu taşımasaydım, felsefeci olmam asla bağışlanamazdı ve bence, felsefenin varoluşu da bağışlanamazdı” (Popper, 2010: 191).  Bu tavrın gereği olarak bir filozofun yapıtı incelenirken sorulması gereken soru, o filozofun çözmeye çalıştığı ya da en azından gündeme getirdiği problemin ne olduğu sorusudur. Oysa özellikle felsefe öğrencilerine olmak üzere, tüm sosyal bilimcilere öğretilen yaklaşım “Bu filozof ne söylüyor (söylemeye çalışıyor)?” sorusunu esas almaktadır. Her türlü sosyal ve insani fenomenin ancak tarihiyle birlikte anlaşılabileceği doğru olsa da felsefe tarihi, filozofların neler söyledikleri / yazdıklarının (ya da tamamen yoruma indirgenmiş olarak ne söylemeye çalıştıklarının) bir dökümü değildir. Felsefe ve düşünce tarihi problemler ve çözüm önerileri (ya da çözümler) tarihidir.

O halde, bilim felsefesinin çözmeye çalıştığı ya da üzerinden meşru mevcudiyet kazandığı çekirdek-problem nedir? Bu sorunun gerektirdiği detayları başka yazılara erteleyerek hemen yanıt vermek gerekirse, bu problem, kendine ait evrimsel bir tarihi olan bilgi / doğruluk problemidir.

Doğruluk probleminden sınırlandırma ayracına

İnsanlık tarihine ilişkin “Bilişsel Devrim” ve “Bilgi Ağacı Mutasyonu” teorileri insanlığın kadim bir probleminin kökenine ilişkin önemli verilere ulaşılabilmesini sağlamaktadır. Bu teorilere göre yetmiş ila otuz bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelen ve Sapiens’i farklılaştıran Bilgi Ağacı Mutasyonu yeni bir dil-yetisi açığa çıkarmıştır. Bu dil-yetisi, insanlık ve hatta hayvan türleri açısından ilk değildir. Karmaşık iletişim biçimleri pek çok hayvan ve insan türünde (Homo rudolfensis, Homo erectus, Homo neandertalensis) mevcuttur. Sapiens dilinin “gerçekten özgün olan tarafıysa, insanlar ve aslanlar hakkında bilgi paylaşımına olanak sağlamasından çok, var olmayan şeyler hakkında bilginin aktarılmasını sağlamaktır. Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens hiç görmediği, dokunmadığı ve koklamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor” (Harari, 2016: 36, 37). O halde, insanlık tarihinin Bilişsel Devrimi, genlerinde Bilgi Ağacı Mutasyonu adı verilen bir mutasyonun gerçekleşmesinin ardından temsiller üretebildiği dil-yetisini geliştirebilmesidir. Bu yetinin oluşumu, kadim dünyayı bilme probleminin (bilgi probleminin) açığa çıkış anıdır. Doğruluk ve onunla ilintili olarak bilgi problemi, temsilin alternatif tarzlarının açığa çıkmasıyla doğmuştur. İnsanın hiç görmediği, dokunmadığı ve koklamadığı varlıklar ya da burada ve şimdi el-altında bulunmayan şeyler hakkında konuşabilmesini olanaklı kılan temsilin mümkünlüğüdür. Ancak, her temsil eş-değer değildir. İşte bu eş-değer olmama durumu alternatif temsiller arasında farkın neye göre ve nasıl belirleneceği problemine yol açar. Karl Popper da bu problemin tarihini insana özgü dilin (o bu terimi kullanmasa da esasında insana özgü dilden ziyade bir insan türüne özgü, yani Sapiens’e özgü dilin) icadıyla başlatır.

İnsana özgü olan dilin açığa çıkışı, olanları bildirme, anlatma olanağıyla bağlantılıdır. Ancak bu olanak tali bir olanağı daha getirir: bildirilerin dileklerle süslenmesi imkânı; yani imgelemin özgür yaratıcılığı. Öyküler anlatılmaya başlanır ve bunlar bazen birbirleriyle çelişebileceğinden, doğruluk sorunu ortaya çıkar- bir anlatının veya bir bildirinin, örneğin bir av hakkındaki bildirinin, doğruluğu veya yanlışlığı problemi. Bildirinin doğru mu, yoksa dileklerle süslenmiş bir uydurmaca mı (yani avcı palavrası) olduğu problemiyle birlikte hayati önemdeki doğruluk problemi başlar (Popper, 2015: 89). ‘Avcı palavrası’nın mevcudiyeti, her ‘avcı hikayesi’nin ‘palavra’ olduğu anlamına gelmez. Ancak soru şudur: Hangi hikâye(ler) palavra, hangi hikâye(ler) değil ve bir ‘hikâye’nin ‘palavra’ olmaması ne anlama gelmektedir? İşte bu soru, sonrasında bilim felsefesine (daha teknik bir terimle bilgi / bilim teorisine) evrilecek olan epistemolojinin temel problemini ifade etmektedir: Doksa / Episteme farkının ölçütü nedir?

Bu farkın bilinç seviyesinde kavranamamasının pratik yansıması tarih boyunca insanlığa acı çektirmiştir. 14. yüzyılda Avrupa’da yaşanan veba salgınında yirmi beş milyon insanın ölmesi, 13. yüzyıldan itibaren ‘cadılık suçlaması’ ile binlerce insanın yakılması, Bruno’nun idamı ya da Galileo’nun yargılanması kökensel olarak aynı problemin çözümsüz kalışının bedelleridir. Tarih 1687’yi gösterdiğinde, Isaac Newton’un “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) adlı eserini yayımlamasıyla problemin fiilen çözülmesinin yolunu açan yeni bir bilgi kavrayışı doruk noktasına ulaşmıştır. Fizik disiplininde yaşanan bu gelişme, ona bağlı olarak yeni bir dünyanın doğuşunun da şafağıdır.

Doksa / Episteme farkı artık bilim ile bilim-dışını ve özellikle de sahte-bilimi ayırt etme problemine dönüşmüştür. Bu dönüşümün tarihi, insanlığın en önemli entelektüel (ve onun ürünü olan pratik) başarılarından birini (belki de en önemlisini) entelektüel olarak kavrayamaması ve açıklayamaması ‘skandalını’ ortadan kaldırma girişiminin tarihidir. Böylece, kuramla pratiği ayıramayan ve hayatlarını kolaylaştırdığı için teknolojiyi alkışlayan kitlelerin ötesinde, bilimin bilgi-kuramsal (ve 19. yüzyıl itibariyle git gide kurumsal) otoritesinin meşruluğu problemi de açığa çıkmıştır. Bu problemle ilişkili olarak aynı zamanda kurulacak yeni disiplinlerin bu meşruluğa nasıl dâhil olabilecekleri ya da eski disiplinlerin bu ‘yeni-dünya’da nasıl konumlanacağı problemi, bilgi kuramının ‘gerçek’ problemleri olarak kendilerini gösterirler.

Bu ayırt etme mekanizmasının kuramsal çekirdeğine ilişkin olan ‘sınırlandırma ayracı problemi’nin öne çıkmasının en önemli sebebi ise sahte-bilim vakasıdır. Artık problem, ‘gümüş’ ile ‘altını’ ayırmak değil, ‘altın’ ile ‘sahte-altın’ı ayırmaktır. ‘Ayracın’ doğru sonuç vermesi yaşamsaldır. Bilim-dışı epistemolojik dış müdahaleler, bilimin otoritesini alt edemeyeceği durumlarda kendilerini bilim / bilimsel ilan ederken (sahte-bilim vakaları), bunu yapabildiği zamanlarda bilimi ikincil duruma düşürmeye çalışır. Çok sonrasında Imre Lakatos’un isabetli bir biçimde dikkat çekeceği üzere, Katolik Kilisesi 1616 yılında Kopernik Kuramı’nı ‘sözde/sahte-bilimsel’ olduğu gerekçesiyle aforoz ederken; SSCB Komünist Partisi’nin Merkez Örgütü, 1949 yılında Mendelci genetiğin sözde/sahte-bilimsel olduğunu kabul edip bu kurama bağlı bilim insanlarını bilim topluluğundan uzaklaştırırken ‘ayraç’ devrededir. Bu kararlar, neyin bilimsel olduğunu belirleyen bir ayraca gönderimle verildiği için, bilimle sözde/sahte-bilim arasına sınır koymak, sadece masa başı ve akademik değil, aynı zamanda yaşamsal, toplumsal ve hatta politik bir problemdir (Lakatos, 1989: 6,7). Sözde/sahte-bilimsel iddialar tedavüldeyken ve bunların kabulü ya da reddi politik ve yaşamsal sonuçlar doğururken, burada ve şimdi çalışan ve sonuç veren bir teorik aygıtın (bilim felsefesi) gerekliliği aşikârdır.

Hele ki avcı palavraları git gide daha incelikli bir hâl alırken…

Öyle ya, artık kimse ‘dünyanın düz olduğu’nu öne sürecek değil (?)…

Kaynaklar:

Harari, Y. N. (2016). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. Ertuğrul Genç (çev.). 19. Baskı. İstanbul: Kolektif Kitap Bilişim.
Lakatos, I. (1989). The Methodology of Scientific Research Programmes –Philosophical Papers Vol. 1-. ed. by John Worrall and Gregory Currie. USA: Cambridge University Press.
Popper, K. R. (2002). Conjectures and Refutations. London: Routledge.
Popper, K. R. (2010). Daha İyi Bir Dünya Arayışı -Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri-. İlknur Aka (Çev.). 3. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Popper, K. R. (2015). Hayat Problem Çözmektir –Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine-, 5. Baskı. Ali Nalbant (çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Wallerstein, I. (2013b). Bilginin belirsizlikleri. Çev. Berivan Alataş. İstanbul: Sümer Yayıncılık.

Yazar: Ömer Faik Anlı

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Ömer Faik Anlı

Felsefe alanında lisans ve lisansüstü eğitimlerini Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. Yine aynı üniversitede Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak görev yaptı ve 2017 Kasım ayından itibaren artık Doçent unvanı ile çalışmalarını sürdürüyor. Araştırma ilgileri: epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir. Bu alanda bilimsel makaleleri yayınlanmış ve ayrıca Bilim Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü- başlıklı bir telif kitap kaleme almıştır.